İnsan Hakları savunucularını kim savunacak?

Bir toplantı için Büyükada'da bulunan insan hakları kurumlarının temsilcileri gözaltına alındı. Necmiye Alpay'ın Mayıs 2001 yılında kaleme aldığı "İnsan Hakları savunucularını kim savunacak?" başlıklı yazısını bir kez daha yayınlıyoruz.

Google Haberlere Abone ol

Necmiye Alpay [email protected]

Öküz dergisinin Mart 2001 sayısında İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Avukat Eren Keskin'le yapılan söyleşiyi okuduğumda, başlıktaki soru belirdi zihnimde: İnsan hakları savunucularını kim savunacak? Çok yeni bir soru değil kuşkusuz. Belki, netleşmesi yeni.

Eren Keskin o söyleşide, tehdit alıyor musunuz sorusuna yanıt olarak, sabahları genellikle tehdit telefonlarıyla uyandığını söylüyordu. İHD'de etkin bir biçimde çalışan daha başka kişilerin başına da benzer şeylerin geldiğinde kuşku yok. Sözgelimi birkaç yıl önce İHD İstanbul Şubesi'nde yönetim kurulu üyesi olan Suna Aras'tan da benzer şeyler işitmiştim. Akın Birdal'ın vuruluşu, Vedat Aydın'ın öldürülüşü unutulmadı.

Bu gibi durumlarda insanların aklında neredeyse otomatik olarak işleyen bir mekanizma sinsi sinsi şu karşı tezi ileri sürüyor: "Ama onlar da Öcalan'ın avukatlığını üstlenmesinler. Hatta bırakın avukatlığı, Allah bilir o ne derse onu yapıyorlardır."

Oysa insan hakları ihlallerine sürgit yaşama şansı veren akıl yürütme tarzının ta kendisi bu! Hukuk devleti ilkesi bir ikiyüzlülükten ibaret değilse, Öcalan'ın avukatlığını yapmak, insanın tehdit edilmeden yaşama ya da düpedüz yaşama ve insan haklarını savunma hakkını ortadan kaldırır mı?

Eren Keskin, aynı söyleşinin devamında, yapacak bir şey yok ama birbirimizi koruruz, diyor. Arkadaşlarıyla birbirlerini sık sık aradıklarını, birbirlerine eşlik ettiklerini ekliyor. Herhalde kaçınılmaz bir korunma yolu. Ama kabul etmek gerekir ki sonuç olarak İHD üyelerinin haklarının korunması bu değil.

Şimdi sorunun öbür tarafına bakalım. "İnsan hakları kavramını istismar ediyorlar" sözüne.

Bu, insan haklarını ihlal eden iktidarların, çeşitli muhalefet kesimlerine yönelttiği bir suçlama. Ne demek istiyor olabilirler? Sanırım, şunlardan birini:

1) Bu kavramları kullananlar öyle bir düzen kurmak istiyorlar ki bizzat bu kavramlardan eser bile bırakmayacaklar,

2) Eskiden insan hakları mı vardı? Siz iktidardayken biz size karşı böyle mi yaptık?

3) Hikmet-i hükümet söz konusu oldu mu, demokrasiymiş, insan haklarıymış, sözü bile edilmez.

Sözgelimi, bugünkü iktidar birinci açıklamayı bazen açık açık olmak üzere Fazilet Partisi’ne yöneltirken satır aralarında ikinci açıklamayı da görmek olanaklı.

Üçüncü açıklama ise MHP'lilerde, bazı DYP'lilerde vb. görülen, iktidar hazzıyla yoğrulmuş bir bilinç öğesi. Susurluk çerçevesinde yaydığı yoğun yozlaşmışlık kokusuna karşın böyle olduğuna göre, bilinç öğesi yerine bir tür bilinçsizlik öğesi demek belki daha doğru olur. Bilinçsizlik derken son örneğini geçenlerde gördüğümüz o güler misin ağlar mısın durumları var aklımda: Devletin de kişiler gibi müdafaa-i nefs gereği birilerini "hukuk dışı" olarak öldürmesini olağan bulanlarla bunu duyup sevindirik olanlardan söz ediyorum. Bu kişiler, müdafaa-i nefs denen durumun hiç de hukuk dışı olmadığını, tüm ülkelerin ceza yasalarında düzenlenmiş, pekâlâ hukuk içi bir durum olduğunu düşünemeyecek kadar yabancılar, hukuk denen işleyişe. Bilinçlerinin hukukla bir ilişkisi yok.

İnsan hakları kavramı istismar edilebilir mi? Yukarıdaki birinci açıklamada dendiği gibi, "aslında insan haklarına ve demokrasiye son verecek bir siyasal düzeni kurmak amacıyla" kötüye kullanıldığından söz edilebilir. Ama zaten işin, yani insan haklarının en incelikli yanı da bu değil mi? İkiyüzlü ya da çifte standartlı olunmayacaksa, belirli hak ve özgürlükleri, insan haklarına karşı olanlar da içinde olmak üzere herkes için geçerli saymak ve savunmak gerekmiyor mu?

Bilindiği gibi, insan hakları kavramı Batılı emperyalistler tarafından, sosyalist ülkelere karşı kullanılmak üzere ortaya atılmış, soğuk savaş döneminde tepe tepe kullanılmıştı. İnsan hakları savunuculuğu böylelikle tarihsel olarak siyasal bir zeminde iş göregeldi. Sosyalist sistem çökmeden önce, ABD'deki insan hakları hareketi, Uluslararası Af Örgütü vb. kuruluşlar, sosyalist ülkelerdeki insan hakları ihlalleri üstünde çalışır, rastladıkları ihlalleri teşhir ederlerdi. 60'lı ve 70'li yıllarda sosyalist çevrelerde, söz konusu insan hakları hareketlerinin CIA güdümlü olduğu bilgisi dolaşırdı.

Bu bilgi sonradan doğrulandı da: CIA, sosyalist ülkelerdeki insan hakları ihlallerine karşı kampanyalar düzenleyip her tür basını bu yönde beslerken, bir yandan da Türkiye, Şili vb. "kalkınmakta olan" ülkelerdeki faşist rejimleri bizzat tezgâhlıyor ya da destekliyordu. Herhangi bir insan hakları savunuculuğuna "istismar" denebilecek olsa işte bu tür ikili oynayanlarınkine demek gerekir. CIA'nın yaptığı, gelecekte hiçe sayacağı değerleri savunmak da değildi: Belirli değerleri, aynı zaman dilimi içinde bir bölge (sosyalist ülkeler) için savunup kışkırtırken, başka bölgeler (bütün bir Güney Amerika, siyahlar vb.) için düpedüz hiçe sayıyordu.

Bu emperyalist derin devletler, sosyalist ülkeleri yıpratmada başarılı oldularsa da sonradan kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. Halkların gözünde takkeleri düştü, o kıyıcı Şili faşizminin nasıl tezgâhlandığı vb. açığa çıktı. Artık "Freedom and Liberty"nin savunucusu olma iddialarını yineleyebilmek için, demokrasicilikte açık vermemeye çalışmak, insan haklarını her yerde savunur görünmek zorundalar. Öyle ki, emperyalist ülkelerin dışişleri bakanlıkları olsun, onların başı çektiği uluslararası örgütlerin çeşitli kuruluşları olsun, eski insan hakları savunucularını konunun uzmanları olarak yüksek ücretlerle işe almak durumunda kalabiliyorlar.

Hukuk devleti ve insan hakları alanında sağlam durmak gerçekte devlet sistemlerinin ömrünü uzatan, temellerini sağlamlaştıran tavırlar. Keşke sömürüye son verme adına kurulmuş düzenler de bu bilinçle hareket etmiş olabilse. İnsan haklarına saygılı ve hukuk çerçevesinde davranmak, devletler ya da devlet benzeri iktidarlar açısından belki zor, hatta kısa erimde risklidir. Sözgelimi, sosyalist bir devlet açısından, faşistlere fırsat vermek anlamına gelmiş olabilir. Ama işte kısır döngü de burada başlıyor. İnsan haklarının ortadan kaldırıldığı rejim, rejim olarak, faşizm değil midir?

Buraya kadar okuyanların anlamış olacağı üzere bu yazıyı biraz da, insan hakları bilincine sol, sosyalist, muhalif, demokrat vb. kesimlerde de az rastlandığı kaygısıyla yazıyorum. "Ama onlar da Öcalan'ın avukatlığını üstlenmesinler. Hatta bırakın avukatlığı, Allah bilir o ne derse onu yapıyorlardır" biçimindeki, insan hakları ihlallerine sürgit yaşama şansı veren akıl yürütme tarzına söz konusu kesimlerde de rastlandığı için. Ayrıca, demokratik diktatörlük kavramıyla insan hakları kavramının aynı bütünlük içinde tartışıldığına bu cenahta pek rastlanmadığı için.

Tam bu noktada, hukukçu Meltem Nizamoğlu'nun 22.1.2001 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan, "Doğru Adresi Bulmak" başlıklı yazısını ele almak gerekiyor. Yukarıda okuduklarınızı yer yer tamamlayan, ama bir noktadan sonra tartışılası belirtimler içeren, önemli bir yazı bu; özellikle insan hakları hareketi yokmuş, insan hakları sorunları da MHP'ye bırakılabilirmiş gibi davranılan şu kısır döngü ortamında.

Nizamoğlu, bu toplumdaki insan hakları savunucularının suçlu gibi görüldüğünü anlattıktan sonra, bu eğilimin nedeni olarak, insan hakları eğitimi verilmemesini ve "aile yapımız, siyasi kültürümüz itibarıyla da şiddete yatkın bir toplum olmamız"ı gösteriyor: "'Eti senin, kemiği benim' deyimiyle, çocuğa kendi bedeni üzerinde bile hak tanımayan aile kültürümüz, aile içindeki şiddetin, böylelikle kurumsal şiddete dönüşmesini sağlarken; 'Şeriatın kestiği parmak acımaz' atasözüyle de, bu kurumsal şiddeti görmezden gelmemizi salık verir" diyor. Bunlar, göz önünde tutulması yararlı saptamalar. Ancak, en az bir önemli eksikle: İnsan hakları savunucuları durmadan göz altına alındıkları, suçlu gösterildikleri, belirgin bir teröre maruz bırakıldıkları saptaması. Bu noktaya yeniden dönmek gerekecek.

Nizamoğlu bundan sonra, söz konusu suçlu görme eğiliminin daha başka nedenlerini göstermek için, insan hakları kuruluşlarının iç yapısına geçerek bu kuruluşların büyük oranda 'sistemle' sorunu olan 'mağdurlardan' oluştuğuna dikkat çekiyor: "Hatta üzerinde yoğunlaştıkları mağdurları seçerken -aynı şekilde mağdurlar da onları seçerken- siyasi görüşlerinin etkisinde kaldıkları söylenebilir. Böylece işin siyasi yönü, ahlaksal boyutunu gölgede bırakacak derecede öne çıkıyor."

Yazar her ne kadar kuruluş adı vermiyorsa da, bu saptama, özellikle İHD ve Mazlum-Der'i akla getiriyor. İlk bakışta haklı görülebilecek bir saptama. Kişisel olarak, Mazlum-Der'e ben de uzaktan bakıyorum (bu da siyasal bir tavır sayılabilir). Biraz daha yakından bildiğim İHD'ye gelince: Üyelerin bir bölümü belki artık büyük oranda mağdurlardan, daha doğrusu doğrudan siyasal denebilecek nedenlerle mağdur edilmişlerden oluşuyordur, bunu bilemiyorum.

Ancak, İHD'nin önde gelen kadroları için bence tam tersi bir durum söz konusu: Mağdur oldukları için İHD'de etkin olmaktan çok, İHD'de etkin oldukları için mağdur oluyorlar. Söze başlarken andığım kişiler ve olgular yeterli örnektir. Çok doğal olarak siyasal görüş/tavır sahibi insanlar bunlar; ama başlangıçtan beri az çok biliyorum, mağdur oldukları için işin içinde değiller. Çoğu avukattır. Bana hep, daha çok, hukukçu oldukları için oradalar gibi gelmiştir. Üstelik, insan hakları hareketinde mağdurlar ve siyasal görüş sahibi kişiler çoğunlukta olsa bile bunun ahlaksal boyutu gölgede bıraktığına ya da bırakmasının kaçınılmazlığına ilişkin belirti bulunmadıkça, Nizamoğlu bağışlasın, akla yine önyargılar geliyor.

"Mağdurlardan vücut bulan bir insan hakları hareketi, örneğin kendilerine işkence yapanlara da işkence yapıldığında, aynı samimiyetle mücadele verebilir mi?"

Nizamoğlu'nun bu sorusu, gerçek hayatta karşılığı olmadığı sürece, havada kalmaya yargılı. Yazar, "Kabul etmek gerekir ki, insanın kendisine işkence yapanlara duyduğu öfkeyi unutması zor" derken ne kadar haklıysa, "Böyle bir durum, insan hakları hareketinde yer alan mağdurların, empati kuramadıkları kişi ve gruplara yönelik ihlallere duyarsız kalmalarının, kendi içlerinde haklı gerekçesi haline gelebilir" derken de o kadar olasılık düzeyinde kalıyora benziyor. Şunu sormalıyız: Tıpkı günah ve sevap gibi, empati yetisinin de kimde bulunacağı konusunda bir güvence bulunabilir mi? Bu daha çok bir bilinçlenme sorunu.

Nizamoğlu, mücadelenin genişletilmesi gereğinden söz ediyor. Örnek olarak İHD İstanbul Şubesi'ne bakarsak, dönem dönem daha etkin olmak üzere faaliyette bulunan çeşitli komisyonları olduğunu biliyorum. Kürt Hakları Komisyonu, dönemin bir özelliği olarak öne çıkan komisyonlardan. Ama bunun yanında, çocuk hakları, kadın hakları, azınlık hakları, işkence, cezaevleri, çevre, ırkçılık ve ayrımcılık gibi sorunlar üstünde çalışan komisyonlar da var. Gidilip çalışılırsa etkinleşen, eğer yoksa kurulabilen komisyonlar! Başka bir deyişle, hareket içi bir genişleme söz konusu olduğu ölçüde, zemin hazır.

"Hukuk eğitimi almış kişiler bile bu kavramdan korkabiliyorsa, Türkiye'de insan hakları hareketinin en önemli sorunu, insan haklarının imaj sorunudur" diyor Nizamoğlu. Bu sözden, hukuk eğitimi almış kişilerdeki korkuyu yaratanın insan hakları hareketlerine ait imaj olduğu sonucu çıkıyor. Sorun keşke imaj olsaydı; her şey herhalde hayli kolaylaşırdı... Nihayet, F tipi cezaevlerinin tam bir tecrit uygulamasına yönelik olduğunu, bugün içinde kimin bulunduğundan bağımsız olarak anlamak için insan hakları hareketinin imajına ihtiyaç duyulmamalı değil midir? Bir kısım aydının F tipi cezaevlerini olumlayıcı tavır alması ne demek oluyor o zaman? Bu tür örneklerde benim gözümün önüne, insan hakları hareketinin imajından çok, tehditkâr bir tavırla "herkesin ne olduğunu da bu fırsatla anlamış olduk" diyen İçişleri Bakanı geliyor.

Gerçekten de, "insan hakları hareketinin, çok geniş kesimlerden insanların toplumsal desteğine ihtiyacı var". Çalışanlar mağdur olmasın, çekilen bunca acı boşa gitmesin diye. Bugün için de, yarın için de.

SORUMLULUK KİMDE? [2]

"Otuz bin kişinin katili". Bu sözü ilk kez, Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinin hemen ertesinde Mesut Yılmaz'dan işitmiş, sorumluluk kavgası başladı diye düşünmüştüm.

On beş yıl sürüp hayal bile edilmesi zor acılara yol açan bir savaşın sorumlusu tek bir kişi olabilir mi? Böyle bir suçlama, şu tür bir yorumu hak etmez mi: Bizim toplumumuz, bir tek kişinin on binlerce kişiyi ucunda ölüm olan bir kavgaya sürebileceği, milyonlarcasını da o kavgayı bir biçimde destekler duruma getirebileceği bir toplumdur.

Denecektir ki "otuz bin kişinin katili" sözü daha çok simgesel bir anlam taşıyor, "yedi kişinin katili Haluk Kırcı" gibi gerçekliğe dayalı bir söz değil. Doğru, simgesel bir suçlama oradaki. Yine de, toplumsal olaylarda sorumluluk denen şeyin nerede başlayıp nerede bittiğini, kimlere ne pay düştüğünü sorgulama gereği duyduğunuzda kaçınılmaz bir biçimde akla gelen bir suçlama.

"Otuz bin kişinin katili" ve buna benzeyen, Stalin, Miloseviç, Şaron gibi simalara yönelik suçlamaların, beyin yıkamayla ilintili bir içeriği var. Dolayısıyla, akıl yürütmemizi kolaylaştırmak için, Selçuk Budak'ın hazırladığı Psikoloji Sözlüğü'ndeki (Bilim ve Sanat Yayınları, 2000) ilgili maddeye bakalım:

"Beyin yıkama, brainwashing, Cebri-ikna da denir. Planlı, kontrollü bir ortamda savaş tutuklusu veya siyasi suçlu gibi insanlara iradeleri dışında uygulanan bir tür sistematik propaganda. Teknik, esas itibarıyla tutuklunun moralini çökertmeye, umutlarını ve inançlarını yok etmeye yönelik uzun süreli tam tecrit koşullarında ve işkence, tehdit, yıldırma eşliğinde aynı fikirlerin sürekli tekrarlanmasından ibarettir. Bu yolla söz konusu kişinin, kendi inançlarından vazgeçip, istenen inançları benimsemesi amaçlanır."

Bu teknik tanımlamadan anlaşıldığına göre beyin yıkama yöntemi esas olarak devletler tarafından kullanılıyor. Gerçekten de, bir ucu bugüne de uzanan 12 Eylülcü cezaevi anlayışını tastamam yansıtan bir tanımlama bu.

Akıl yürütmemizin ilk eldeki örneği olan Abdullah Öcalan'a yöneltilebilecek beyin yıkama savı da, PKK denetimindeki çevreler ya da kamplar göz önünde bulundurulduğunda, tanıma kısmen uyuyor. Buna karşılık, insanları PKK gibi bir örgüte iten koşulların tarihsel olarak sürüp gitmesinde bireysel ve kurumsal başka sorumlular olmamış mıdır sorusu ortada kalıyor.

"Beyin yıkama" kavramını gündelik dilde propagandanın çeşitli biçimlerini kapsayacak biçimde genişletiyoruz. Ama ciddi bir sorgulamaya giriştiğimizde bu kavramın sınırlarını nereye kadar götürebiliriz? Kişisel iradelerin devrede olduğu, bireysel sorumlulukların yürürlüğe girdiği koşullar nerede başlar? Soru bu.

Kabaca, kişinin kendi iradesiyle karar verebileceği durumlarda yalnızca propagandadan, işin içine yaptırımlar girdiğinde ise belirli ölçülerde de olsa beyin yıkamadan söz edebiliriz sanıyorum. Bu noktadan sonrası, bu yazının sınırlarını aşan ölçülerde inceleşiyor.

Parayı önemsemeyen insanlar tanıdım. İlginç bir biçimde, bazılarının önemsemedikleri para hep başkalarının parasıydı. Bunun gibi, önemsemedikleri yaşam başkalarının yaşamı olan kimselerin sorumluluğu tarih önünde sorgulanmalı. Direktife ve ceza tehdidine dayalı örgütlenmelerin, başkalarının yaşamını önemsememe eğilimine elverişli zeminler olduğu dikkate alınmalı.

1970'li yıllarda Vietnamlıların kurtuluş savaşı belli bir aşamaya geldiğinde Saygonlu Budist rahipler ABD işgalini protesto için bir bir kendilerini yakmaya başlamışlardı. Kendilerini, ama bir tek kendilerini yakıyorlardı. Müthiş etkili oldular. Onlara birilerinin direktif verip vermediği, saldırgan ya da terörist sayılmalarının gerekip gerekmediği gibi sorular kimsenin aklına gelmedi.

Bu yazıyı yazmam açısından bardağı taşıran damla, Hasan Bülent Kahraman'ın 22.4.2002 tarihli Radikal'deki yazısı oldu. H.B. Kahraman, o yazısında Prof. Sadun Aren'den söz ediyor. Aren'in son

açıklamalarını "itiraf" sayıyor ve onu sosyalist bir lider olarak gösterdiği yolda yürümüş birçok insanın ölmüş ya da ölüm kadar ağır bedeller ödemiş olmasından sorumlu tutmak istiyor.

Kahraman'ın sözünü ettiği ve Aren'i "dogmatik ve fanatik" bulduğu röportaj CNN Türk'teki röportajsa, son bölümünü ben de izledim ve Aren'in orada her tür Marksist, sosyalist ya da muhalif eğilimden uzak yorumlar yaptığını düşündüm. Ama sorun bu değil. Sorun, Kahraman'ın, ölenlerin ve ölüm kadar ağır bedeller ödeyenlerin sorumluluğunu, öldürenler ya da bedel ödetenler yerine (örneğin, yedi TİP'linin katili Haluk Kırcı ve benzerleri ile onlara direktif verenler yerine), benzer bedeller ödemiş bir kişiye, Aren'e yüklemeye çalışmasında.

Sorumlulukların paylaştırılması açısından ibret verici bir mantık bu. Kahraman, Aren'in açıklamaları için suçlama yüklü "itiraf" adlandırmasını da bu mantığı beslemek için seçmiş olmalı.

Sadun Aren, bildiğim kadarıyla, direktiflere değil, gönüllülük esasına dayalı siyasal ilişkiler içinde bulundu her zaman. Kahraman ya böyle şeylerden tümden habersiz ya da insanların genellikle, hukuki adıyla "temyiz kudretini haiz" olmadıkları (ayırt etme gücünden yoksun oldukları) fikrinde.

Toplumsal sorumlulukların dağılımı, öznenin özerklik derecesi vb., Aleksandr Herzen'in ünlü romanından bu yana bin bir açıdan sorgulanan incelikli konular. Kahraman'ın yazısı ise daha ilk adımda Tevfik Fikret'in dizesine nazire yaptırıyor insana, aruza pek uymasa da: "Etik diye, etik diye, etik tepelendi". Kahraman, Sadun Aren'e büyük bir özür borçlandı.

YÜZEYSEL KOPUKLUKLAR [3]

I

"Anadilinde eğitim" kavramı günümüz Türkiye'sinde birbirinden kopuk iki ayrı bağlamda kullanılıyor: 1) "Yabancı dilde eğitim mi, anadilinde eğitim mi" tartışmalarında; 2) Yabancı dil işin içine katılmadan, doğruca "anadilinde eğitim" talebiyle, başta Kürtçe olmak üzere diğer anadillerinde eğitim kastedilerek.

Bu iki kullanımın birbirinden kopuk olarak gündeme getirilmesinde bir yanlışlık var. Bu yanlışlığın üstünde durmak istiyorum.

Tartışmanın başlığı "yabancı dilde eğitim mi, anadilinde eğitim mi" olarak konulduğunda, "yabancı dilde eğitim" sözünden kasıt her zaman İngilizce oluyor. Başlık ya da konu yalnızca "anadilinde eğitim"se, bundan kasıt da, ya yalnızca Türkçedir, ya da yalnızca Kürtçe. Bir anadiliyle ilgilenen, diğerini düşünme ya da söz konusu etme gereğini duymamaktadır. Bunun anlamı, ben ne komşumu dinlerim ne de dünyanın durumuna bakarım'dır.

Oysa bugünle ve Türkiye'yle sınırlı verili gerçeklik düşünüldüğünde bile, ne "yabancı dil" kavramı yalnızca İngilizceyi anlatabilir, ne de "anadili" kavramı yalnızca Türkçeyi ya da Kürtçeyi. Anadili kavramının belirli bir tanımı var. Kavram hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın, bu tanımın unutulmaması gerekir. Örneğin, ülkedeki dil politikalarından söz edilirken, "anadili" dendiğinde Dışişleri Bakanlığı'nın verilerine göre ülkede konuşulan 52 (elli iki) dil ve lehçenin göz önünde tutulması beklenir. Oysa, resmî, akademik ve kültürel ortamlarda yazılıp çizilenler öyle gösteriyor ki bu veri zihinlerden uzak tutulmakta, üstü elden geldiğince örtülmeye çalışılmaktadır.

Bu durum, cumhuriyetin benimsediği tekdilci asimilasyon politikasından kaynaklanıyor: Toplumumuz çokdilli, insanlarımızın önemli bir bölümü ikidilli, ama resmî dil politikası tekdilci.

Tekdilcilik gerçekte hemen tüm devletlerin yeğlediği dil politikası. Devletler çokdilciliği sevmiyor. Özellikle eski imparatorlukların ardından kurulan "ulus devlet"ler, çoğunluğun dilini devlet dili durumuna getirip diğer anadillerini asimilasyona tâbi tutageldi. Bugün de sürüp giden, dil hakları yönünde halktan gelen baskılara direnen politikalar bunlar.

Kapitalizm zaten nesnel olarak tekdilci bir sistem, bir dil yamyamı. Kapitalistleşen toplumların devletleri, gerek iktisadi ilişkileri kolaylaştırıp çokdilci politikanın getirebileceği zorluklardan kaçınmak, gerekse güvenlikle ilgili denetimi daha kolay sağlamak için sıkı bir tekdilcilik politikasını yürürlüğe koyuyor. Sözgelimi, Büyük Britanya, İngilizce dışındaki anadillerine gerekli özgürlüğü ancak 1980'lerde tanıdı. Bu tarih, 1980'ler, genel olarak da dünyada büyüklü küçüklü tüm anadillerinde bir canlanmanın görülmeye başlandığı tarih.

Avrupa Birliği, bu canlanmanın demokratik getirilerini göz önünde tutarak, AB içinde konuşulan iki yüz küsur dilin korunup geliştirilmesine yönelik projeleri destekliyor. Üye devletler, bir yandan resmî dil sayısını sınırlı tutmaya, kendi resmî dillerini öne çıkarmaya çalışırken, bir yandan da çokdilliliği desteklemek zorunda kalıyor. Ortada şöyle bir gerçeklik var: Sahip çıkılmayan diller "doğal" denilen bir biçimde ölmekte, onlarla birlikte bütün bir kültür de tarihe gömülmektedir. Bunlar müzelere, ses bantlarına sığacak gibi olmayan değerler.

Tıpkı kapitalizmin tek tek ülkeler düzeyinde tekdilcilik politikasını dayatması gibi, kapitalizmin emperyalist aşaması da küresel düzeyde bir tekdilciliği dayatıyor. Bu süreç bugün İngilizcenin "ilk küresel dil" unvanını alması noktasına ulaşmış durumda.

Küreselleşme adı verilen süreç bugünkü emperyal biçimiyle sürdükçe, bu küresel dil karşısında diğer tüm diller güç yitiriyor. Özellikle de bizim dillerimiz gibi, bilim, teknoloji ve felsefe üretmeyen, daha çok geleneksel kültürlerin taşıyıcısı olan diller.

Başlangıçta sözünü ettiğim kopukluğun neden yanlış olduğu da böylece ortaya çıkıyor. Türkçeden İngilizce yönündeki kaçış, su üstünde bir ada gibi tek başına ele alınan bir dil olayı. Kürtçe ve diğer anadilleri üstündeki asimilasyon baskısı, "anadilinde eğitim" başlığı altında ayrı bir ada olarak tek başına ele alınan bir başka dil olayı. Oysa bu iki olay, suyun çok da derin olmayan diplerinde birbirine bağlı, nedenleri aynı. Dolayısıyla, eğitimi İngilizce mi yapalım, Türkçe mi, Kürtçe mi gibi sorular iyi sorulmuş sorular değil.

Eğitim, her çocuğun anadili temelinde olmalı, ama mutlaka iki ya da üç dil öğrenilmesi hedeflenmeli. Buradaki temel koşul, öğrenilecek dil sayısından ya da dilin önceliğinden çok, diller arası eşitlik bilinci oluyor.

Dilbilimciler, birer anlatım sistemi olan diller arasında yeterlilik açısından temel bir fark bulunmadığını söylüyor. Zaman içinde ortaya çıkan farklar, tarihsel ve toplumsal koşullardan, şu ya da bu dile gereken değerin verilmemesinden kaynaklanmaktadır. İyi bakmadığımız bir aracın zamanla işe yaramaz duruma gelip hurdaya çıkması gibi, iyi bakılmayan diller de eriyip ölebiliyor.

Eşitlik meselesi özellikle çocuklar açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Kendi dilinin beğenilmediği, hor görüldüğü duygusu içinde olan çocukların zihninde, egemen dile karşı blok oluşuyor. Anadilinde de, yabancı dilde de gelişemiyor böyle bir durumda kalan zihin. Bazı dilbilimciler buna "eksiltici ikidillilik" diyor. Oysa, atalarımızın "bir dil bilen bir kişi, iki dil bilen iki kişi" sözü bilimsel olarak da doğrulanmış bir söz. Az çok eşitlik koşullarında öğrenilmiş her yeni dil, eksiltici değil, artırıcı etkide bulunuyor. Bu savı destekleyen pek çok bilimsel araştırma var, tersini ise ileri süren bile yok.

İkidillilik sorunu bugüne değin ülke içindeki çocuklar açısından geçerli bir sorun olarak düşünülüp ele alınmamış durumda. Almanya'daki Türkiyeli çocuklar açısından az çok inceleme ve önlem konusu olmuş ama, bununla ilgili resmî belgelerde yine herkesin anadili Türkçeymiş varsayımı geçerli. Türkçe bilmeyen çocuklar için ise okullarda herhangi bir hazırlık bulunmamakta, öğretmenler çocukları anlayışla karşılasa bile müfredat izlenememekte, önce çocuğa el altından Türkçe öğretme çabası göstermek gerekmektedir. Bütün bunların eğitbilime ve barış kültürüne uygun olduğunu kim ileri sürebilir?

Önümüzde, bilimsel ve eğitsel çalışma açısından dağlar gibi sorunlar varken, resmî makamlar, anadilinde kurs açmak için başvuranlara kapı yüksekliği, yangın merdiveni gibi komik engeller çıkarmayı iş edinebiliyor.[4]

Burada özellikle tüm gençlere seslenerek söylemek istediğim şey, "yüksek kültür" adı verilen modern bilim, felsefe ve sanat düzeyinde yaratıcı ve üretici olmayı hedeflemek gerektiğidir. Geleneksel kültürlerimizi ufkumuzdan silmeden, yüksek kültür düzeyinde söz sahibi olmayı hedeflemek; daha aşağısını değil.

Bugünkü değerler sistemi, neyin "yüksek" neyin "geleneksel" olduğu, bütün bu kavramlar, dünya sisteminin gidişatı tarafından belirlenmiş durumda. Sistemin alt üst olması, bambaşka bir değerler sistemine ulaşılması, geleneksel kültürlerin orada kendilerine bugün düşünemediğimiz türden bir yer bulması da olasılık dışı değil. "Başka bir dünya mümkün".

II

Okumakta olduğunuz yazının buraya kadarki bölümü, Eğitim-Sen Diyarbakır şubesinin 30.11.2003 tarihinde düzenlediği "Anadilinde Eğitim" konulu panelde yaptığım konuşmanın metnidir. Bu ikinci bölümde, konuşmaların ardından sorulan yazılı sorulardan bana yönelik olanları (imlasına dokunmadan) aktaracağım. Bir yönüyle herkesten düşünsel çaba bekleyen, zor sorular bunlar:

-- "Ben hiç Türkçe rüya görmedim. Görmekte istemiyorum. Buda sadece benim çabamla olmaz siz ve mensubu olduğunuz bilim insanlarının çabalarıyla mümkün olabilir. Bu konuda ne gibi pratik adımlar atmayı düşünüyorsunuz - Ekrem"

-- "Anadili ile eğitim görmeyen bir kimse, başka bir dille eğitim gördüğünde, o kişi o dili ne denli kullanabilir. Bunu nasıl yorumluyorsunuz."

-- "1- Kaybolan bir sesin bir dilin ortaya çıkartacağı olumsuz sonuçlar neler olabilir? + Ekolojik topluma, tarihe bilime etkileri var mı?

2- Kaybolan bir kültür diğer kültürlere kazandırır mı, yoksa kaybettirir mi? H. Kaya"

-- "Kürt evladına askerlik yaptırırken Kürt esnafın vergisini alırken niye tehlike arz etmiyor ana dilde eytime gelince tehlike oluyor"

-- "Dillerin birbirine göre üstünlüğü konusunu biraz açar mısınız? Dil ve kültürü özgürce gelişen topluluklar ile dili baskı altına alınanlar bir mi? Güçlü dil kavramı ve zayıf dil kavramını (İngilizce ile Lazca farkı gibi) detaylandırabilir misiniz?"

-- "Devlet bölünme fobisini yıllarca elinde bir koz olarak kullandı. hiçbir mantığa dayanmayan bu fobinin kırılması için öğretim üyeleri bilim adamları akademisyenlerin yapmaları gerekenleri neden yapmıyorlar pasif kalıyorlar"

-- "Bulunduğunuz üniversitelerde Kürtçe üzerine herhangi bir çalışma var mı?"

-- "Uygarlığın Beşiği olan Mezopotamya yani bir bütün olarak orta doğuda tek dil ve kültürde ısrar ediliyo olmasının nedeni."

-- "x, q, w ile ilgili süregelen tartışma söz konusudur. Burada yabancı dillerden Türkçeye geçen sözcükler örnek verilmekte; ancak Kürtler yabancı değil, bu ülkenin asli unsuru ve kurucusudur. Tartışmaya yabancı sözcükler açısından yaklaşmak yanlış değil midir?"

-- "Türkiye'de unutulan ana dillerin yeniden hatırlatılmasına birinci derece etkiye sahip olan kürtlerin kürtçeye verdiği önemden feyz almışlardır. Aslında bu birazda egemenlerin fobisinden kaynaklanmıştır. Çünkü çok yakından biliyoruzki egemenler hep kürtçeye veya kürtlere özgürlük verirsek yarın lazlar, çerkezlerde ister gibi... Soru: Türkiyede anadilde eğitim serbestiyesi sağlandığı taktirde özellikle üniversitelerde Kürtçe Fizik, Kimya, Matematik bölümleri gelişmesi ve bu bölümlerden mezun olanların rahatlıkla iş ve uğraş bulmaları için kürtler ticarette, sanayide, eğitim alanlarında neler yapmalı. Çünkü Türkiyede şu korku, özellikle empoze ettiriliyor. Sen kürtçe bilim dallarından mezun olsan hangi kurum ve kuruluşta iş yaparsın (bulursun). Kürt gençlerinin bu fobiyi yaşamamaları için kürt kurum kurumları nasıl işlem görmeleri lazım. ne yapmalılar, bu yeni çocuklara ve gençlere karşı olan sorumlulukları neler olmalı?"

III

Sorular bunlar. Herkes düşünedursun. Bu üçüncü bölümde başka bir noktaya değineceğim.

Söyleminize sinmiş ayrımcılığı ne kadar yok etmeye çalışırsanız çalışın, yeterince içselleştiremediğiniz her ne varsa ilk fırsatta su yüzüne fırlıyor.

Bunu diyerek mevziimi hazırladıktan sonra, Diyarbakır yolculuğundan bana kalan en değerli anılardan birini aktaracağım. Bu anı, Eğitim-Sen yöneticisi Abdullah Demirbaş'ın[5] toplantıdan sonra bir eleştiri çerçevesinde, konuşmamda "bilim adamı" demiş olduğuma işaret edişidir.

Gerçekten de önemli bir saptama bu. Benim yaşımdaki okumuşlar, yaşadığımız toplumdaki tek önemli ayrım çizgisinin sınıf farklılıkları olmayıp, her zaman az çok vatan millet sakarya havasını andıran dil, din, ırk, cins vb. çerçevesindeki ayrımcılıkların da toplum gerçekliğinin diğer boyutlarını oluşturduğunu kavramaya geç başladı elbette. İngilizlerin dediği gibi, başlanmış iş yarı yarıya bitirilmiş iş olsa bile, bitirilmemiş olabiliyor işte. Sözgelimi, şu saydığım ayrımcılık türleri arasında sakatlara karşı ayrımcılığın bulunmadığını kaç okur fark etmiştir?

Bunun gibi, "bilim adamı" sözünün içerdiği cinsiyetçiliği, yani cins ayrımcılığını, feministler sayesinde öğrenip dilimden atma çabası göstermeye başlayalı epey oluyor. Bunun yerine "bilimci" ya da "bilim çalışanı" demeyi genellikle başarıyorum. Gelgelelim, Diyarbakır'da dil ayrımcılığına karşı konuşurken o konuda yoğunlaşan zihnim, belli ki bilincimin derinliklerine yer etmiş olan cinsiyetçiliği açığa vuruvermiş.

Bu zihinsel durumun bir nedeni de, dil ayrımcılığına odaklanmış bir topluluğa seslenirken diğer tür inceliklerin çok da gerekli olmayabileceği gibi, iyice düşünüldüğünde yine ayrımcılık kapısına çıkan bir duygu da olabilir. Korkutucu, değil mi? Bilinçli olarak böyle bir tavrı benimsemediğimden eminim ve şimdi bunları düşünüp yazarken utanıyorum. Gelgelelim, bu bilinçlenme, bilinç yükseltme dediğimiz işleyiş hiç öyle kolay iş değil gerçekten de. Oysa ayrımcılık çizgileri arasındaki kopukluklar, tıpkı anadilleri arasındaki kopukluk gibi yüzeysel; çok da derin olmayan diplerde, hepsi birbiriyle bağlantı içinde.

'EKMEĞİMİZ FIRINDA DEĞİL' [6]

Bayramın son günleri, İstanbul - Diyarbakır uçağı. Yolculardan bir bölümü ikidilli, anonslar da iki dilde. Gelgelelim, uçaktaki çoğunluğun anadilinde anons yok.

Yanımdaki koltuklarda, yüz hatları alabildiğine derinleşmiş, kara gözlü, ak tülbentli kadınlar oturuyor. Konuşmuyorlar ama, görünüşleri fazlasıyla tanıdık. Uçsuz bucaksız acılar çekenlerden onlar. Son on on beş yılın kitlesel protestolarında gitgide artan sayılarda olmak üzere hep onları görüyoruz. Belki en derin bir anda bir zılgıt çekiyorlar ama çoktandır her tür sözün sonundalar. Ömür boyu kimseye saldırmadılar. Yasaklanandil esas olarak onların dili.

Diyarbakır Eğitim-Sen şubesinin anadilinde eğitim konulu toplantısına gidiyoruz. Sabahki oturum Türkçe, öğleden sonraki oturum Kürtçe olarak yapılacak. Bu ikinci bölüme resmî müdahale olması olasılığı hafiften çıtlatılıyor biz konuşmacılara; düşük de olsa var böyle bir olasılık. İlk kez yapılacak böyle bir toplantı.

Dilekçe verenin tutuklanmasına, öğrencilerin okuldan atılmasına yol açmış bir konu konuşulacak ne de olsa. Üstelik, izin alınan gün değil, bir sonraki gün yapılıyor toplantı, sis nedeniyle uçaklar kalkmadığı, konuk konuşmacılar vaktinde gelemediği için. Bu da bir müdahale nedeni olabilir. Diyarbakır'da bu tür toplantılar, konuşmacıların ikametgâh ilmühaberi, nüfus cüzdanı kopyası vb.

ile günler öncesinden izin alınmasını gerektiriyor çünkü. Hani, istenirse, bahane çok.

Hayır, müdahale olmuyor. Eğitim-Sen'in aynı konuda Haziran 2003'te Ankara'da düzenlediği sempozyumdaki gibi burada da öğretmenler var. Ama anadillerinin beyaz tülbentli sahiplerini, anababaları da görüyoruz bu kez salonda. Feyza Hepçilingirler konuşurken yüreğinin iyice yufkalaştığını hissedip bakıyorum, gözünün kenarında bir gözyaşı çizgisi.

Konuşmalar tek cümlede şöyle özetlenebilir: Eğitimde tüm çocukların anadillerinin hesaba katılması, tüm anadillerine eşit derecede sevgi ve saygı gösterilmesi gerekir.

Sunuşlardan sonra konuşmacılara birkaç sözlü, çok sayıda da yazılı soru soruluyor. Sorulardan biri benimle Hepçilingirler'e: Üniversitelerde Kürtçe üzerine herhangi bir çalışma var mı? Hepçilingirler, bildiği kadarıyla böyle bir çalışmanın olmadığı yanıtını veriyor. Benim de verilecek, bunun dışında bir yanıtım yok. Daha doğrusu var ve sunuş konuşmamda söylemiştim: Kürtçenin ve diğer anadillerinin korkusuzca ele alınabileceği bir akademik özgürlük ortamı yok ki çalışma olabilsin. Oysa bu alanda ne çok soru, ne çok sorun var, üstünde çalışılması gereken, akademisyenleri bekleyen.

Eğitim-Sen'in sunduğu plaketi alırken, kendi düşünce özgürlüğünü kendisi yaratan, bunun bedeli olarak ömrünün önemli bir bölümünü cezaevinde geçiren o yüz akı bilimciyi, İsmail Beşikçi'yi anıyorum ben de. Büyük bir alkış kopuyor.

Hepçilingirler'le benim plaketimizi, kürsüye çağrılan iki kadın veriyor, beyaz tülbentli. Diyarbakır'ın Bağlar semti, havaalanının yakınında, birkaç yıl öncesine değin "faili meçhul" cinayetlerin yoğunlaştığı bir semt. Dönüş yolculuğu için yerimiz yedek listesinde olduğundan uzun uzun beklemek zorunda kaldığımız havaalanında yemek yenecek bir yer yok. Çıkıp yakınlardaki bir lokantada yemek yiyoruz. Alacakaranlıkta beton duvar ve tel örgüler boyu uzayıp giden ıssız caddeden yürüyerek havaalanına dönerken, yanımızda yedi sekiz yaşlarında bir öğrenci çocuk belirip bizimle birlikte yürümeye koyuluyor. Toplantıya birlikte katıldığımız, İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Şefik Beyaz'ın Kürtçe ve Türkçe olarak art arda sorduğu soruların hiçbirine yanıt vermeden, başı önde yürüyor çocuk. Tam yanıt almaktan umudu kesiyoruz ki, Türkçe olarak, "ekmeğimiz fırında değil" diyor. Bunun "ekmek alacak paramız yok" anlamına geldiğini anlamamız epey sürüyor.

Bu yazıyı tamamladığım 4 Aralık 2003 sabahı Radikal gazetesinde bir Diyarbakır haberi okuyorum. Gerekli anonsların bu kez hem Kürtçe hem Türkçe olarak yapıldığını bildiren bir haber: "Diyarbakır'da PKK/PRD operasyonu: 2 ölü." Olay Bağlar semtinde geçiyor. Valilik açıklamasındaki cümlelerden biri şöyle: "Hücre evinde bulunan şahıslara uzun süre Kürtçe ve Türkçe olarak megafonla 'teslim ol' çağrısında bulunuldu."

BAKIŞ AÇILARI: YİNELENENLER VE YENİLER [7]

Okulda öğrendiklerini evdeki yakınlarıyla sınamak küçük öğrencilerin en önemli yaşantılarından değil midir? Babaanneme Hazreti Muhammed'in Türk olmadığını söylediğimde gösterdiği tepki benim bu tür yaşantılarımdandır.

Babaannem hiç okula gitmemişti. Yüz kere hatim indirmişti ama, Kuran dışı metinleri okuyamamaktan hiç rahatsız değildi. Yeni şeyler karşısındaki en olumlu tavrı ise görmezden gelmekten ibaretti.

Burada babaannemin tavrını açıklama çabasına girişecek değilim. Bu tavrın, okumuşlarda, hatta başta Türkologlar olmak üzere akademisyenlerde görülen çeşitlemelerini ise, yola babaannemin bulunduğu noktadan çıkılmış olması kadar, "ulus yaratma" sürecinde açıklı koyulu faşizan dönemlerden kurtulamayan ülkemiz arazisine uyum gösterilmesiyle de açıklamak eğilimindeyim.

Döngünün dışına bakmayı ya da çıkmayı başaranlar da oluyor neyse ki. Dil alanında da, biri çok yeni olmak üzere iki eleştirel çalışma var artık elimizde.

Tuğrul Şavkay'ın Dil Devrimi adlı kitabı[8], adının düzlüğü nedeniyle kolay fark edilmeme tehlikesi taşıyor. Nitekim, onun adını Hüseyin Sadoğlu'nun kaynakçasında göremiyoruz. Belki bunun nedeni iki kitabın yayımlanma tarihleri arasındaki sürenin kısalığıdır. Şavkay'ın kitabının Boğaziçi Üniversitesi'nde tez olarak hazırlanmış olan İngilizce çeşitlemesinin adı, hem daha ilgi çekici, hem daha uygun: "Kemalist Dil Devriminin Siyasal ve İdeolojik Boyutu."

Mehmet Aydın'ın bu kitapla Uriel Heid'in Türkiye'de Dil Devrimi adlı kitabını birlikte incelediği "Dil Devrimi'ne dışarıdan da bakabilmek" başlıklı yazısında[9] belirttiği üzere "Şavkay'ın Türk Dil Devrimi'ne hem dışarıdan hem de eleştirel bir açıdan bakabilmesi gerçekten başarıdır", çünkü bu çalışma öncesinde dil devrimine böyle bakabilen metinler bulunsa da, kitap boyu olanı yoktu.

Şimdi ise elimizde eleştirel bakışın ikinci bir ürünü daha var: Hüseyin Sadoğlu'nun Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları başlıklı, adı iyi seçilmiş, kendisi iyi düzenlenmiş çalışması.[10] Sadoğlu'nun kitabında yer alan veriler aynı zamanda şimdiye değin dil devrimine yeterince geniş ve eleştirel bir açıdan neden bakılamamış olduğu sorusuna yanıt niteliğinde.

Prof. Dr. Füsun Üstel'in insana "hele şükür" dedirten bir sunuş yazdığı kitap dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm kuramsal ve tarihsel açıklamalara, diğer üç bölüm ise, "Tanzimat", "Jön Türk Dönemi" ve "Cumhuriyet Dönemi" dil politikalarının incelenmesine ayırılmış. Geniş kaynakçalı, sağlam donanımlı bir çalışma.

Siyasal bilimler okumuşları ve meraklıları, kitaptaki başlıca bilgilerin önemli bir bölümüne parça bölük de olsa rastlamıştır. Eski imparatorlukların ardından kurulan ulus devletlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin tıpkı diğerleri gibi baştan beri tekdilci, asimilasyoncu bir dil politikası yürütmüş ama bunu tam olarak tutturamamış olduğunu, bu süreç boyunca anadili kavramının bile bulanıklaştırıldığını, şimdi dünyada izlenmekte olan iki zıt uca, yani bir yanda ulusüstü bütünleşmeciliğe diğer yanda kavmiyete yönelme eğilimlerinin bizim toplumumuzda da ortaya çıktığını, tüm anadillerinin önem kazandığını vb. yazıp duran benim gibi birisi için ise bir zihinsel refah öğesi denebilir bu kitap için.

Çoktan ortaya konmuş olmalıydı böyle bir çalışma. Dil politikalarının nereden nasıl geldiğini göremeden, bu politikaların bugün saplandığı çıkmazı anlamak da olanaksız. Sadoğlu'nun kitabı, ilgilenen herkese anlamak için yeterli malzeme sunuyor, üstünde durduğumuz zemini daha iyi tanıyıp nasıl yol alabileceğimize ilişkin düşünsel olanaklar sağlıyor. Asimilasyonun ve ırkçılığın türleri, çokdilci politikaların bile devletler tarafından belirli amaçlarla nasıl çekilip çevrilebildiği gibi, göz açıcı bilgiler bulabiliyoruz kitapta.

Sadoğlu, dil politikalarının temelindeki olgulara, ben olsam vazgeçilmez bulacağım, "kapitalizmin/ sanayinin gelişme(me)si, sınıfsal zorlama" gibi terimlerden çok, "modernleşme süreçlerinin dayattığı nesnel zorunluluklar" terimleriyle göndermede bulunuyor. İncelemesinde öncelikli olan, siyasal yapılar. Sanayi meseleleri daha çok dipnotlarda ya da aktarmalarda yer buluyor.

Bu arada, günümüzde düşünsel torunlarına yeniden rastlamaya başladığımız, Marksizmle belirli ölçülerde haşır neşir olmuş "sol milliyetçi" Akçuraoğlu Yusuf Bey'in (Yusuf Akçura), "sorunun temelde bir ekonomik bütünleşme sorunu olduğunu dile getir"diğini ekleyeyim (s.282). Sadoğlu, Akçuraoğlu'nun bunları söylediği sıralar siyasal iktidarın da iktisadi işleyişi Türkçeleştirmekte olduğunu yazıyor: "Nitekim TBMM, 10 Nisan 1926'da kabul ettiği 805 sayılı yasayla ticari işletmelerin bütün işlemlerini Türkçe yapmaları yolunda bir zorunluluk getirmişti." (s.283)

Bu alıntıların da yer aldığı bölümün başlığı, "Vatandaş, Türkçe konuş!" Yine iyi seçilmiş bir başlık. Bütün bir cumhuriyet dönemine egemen olan asimilasyon politikasının sloganı ya da simgesi denebilir bu söz için. Bölümü okurken, günümüze ait bazı tavırların cumhuriyetin kuruluş dönemindeki çabalarla nasıl kötü bir yinelenme ilişkisi içinde olduğunu görmemek olanaksız. Daha çok, "ilki trajedi, yineleneni komedi" denen türden bir yineleme. İşin kötüsü, yineleyenlerden çoğunun, arka planda yatanları göremediği bir yineleme. Kitabın erdemlerinden biri, bu yönde bir uyanıklık sağlama gizilgücü taşıması.

Sözgelimi, 1920'li yılların sonlarıyla 1930'lu yılların başlarında belediyeler dille ilgili bir dizi karar alıyor. İstanbul'da, İzmir'de, satıcıların Türkçeden başka bir dil kullanması yasaklanıp cezaya bağlanıyor. Son zamanlarda dil deyince aklına önce tabelalar, sonra yine tabelalar gelen yasakçı belediye pohpohçularını anımsamamak olanaksız. Oysa "dil barışı" gibi ne güzel kavramlar dolaşıyor dünyada, sahip çıkılabilecek.

Hüseyin Sadoğlu'nun kitabı bize, günümüzde fazlasıyla utanılacak boyutlara varmış olan bir alışkanlığın, "anadili" sözcüğünü yalnızca Türkçe yerine kullanma alışkanlığının o dönemlerde yerleştirilmiş olduğunu da gösteriyor: "Eğitimde anadil konusunun kapsamlı bir şekilde ele alındığı 1943'teki II. Maarif Şurası'nda 'anadil eğitimi'yle ifade edilen şey, Türkçeden başka bir şey değildi." (s.289)

Aradan geçen elli küflenmiş yıldan sonra resmî söyleme en olmayacak koşullarda bile hâlâ nasıl bir çifte standardın egemen olduğunu görmek isteyenlere, “Avrupa'da Yaşayan Türk Çocuklarının Ana Dili Sorunları Toplantısı” adlı yayını öneririm.[11] Almanya'da yaşayıp anadili Türkçe olan çocuklar için Alman devletine yöneltilen tüm haklı eleştirilerin, anadili Türkçe olmayan Türkiyeli çocuklar için de geçerli olup olmadığı sorusu, bu yayında yer alan uzmanlık bulgularındaki o kara boşlukları görmemize yetip artıyor. Uzmanlık bulgularında, "asimilasyon, saygınlığı yüksek olan Avrupa dilleri" vb. kavramlar (s.31), tam bir 1928 ruhu içinde; bilimin kapsayıcılık ilkesinden fersah fersah uzak. Yukarıda "ilki trajedi, yineleneni komedi" demiştim ama, bu toplumun özellikle son yirmi küsur yıldır yaşadıklarını düşündüğümüzde, komedi demeye de dili varmıyor insanın.

Yine de, dediğim gibi iyimserlik edersek, günümüz 1928'cilerinin hiç değilse bir bölümü Sadoğlu'nun kitabını okuduktan sonra artık farklı türden bir toplumun kurucusu olma esinini edinebilirler diye umabiliriz.

Irkçı milliyetçilere gelince, cumhuriyet döneminde dikkat çeken noktalardan biri, "Türkçü-Turancı" denilen kişilerin asimilasyoncu politikalara karşı çıkmış olmaları. Onlar, safkan Türk aradıkları için, Fransız esinli bir politika olan Türkleştirme politikasını yanlış bulmuşlar. Devlet ise, yine Türk ırkından olan/ olmayan ayrımı yapmakla birlikte, bunu Türk ırkından olmayanların açıkça düşman ilan edilmesi amacıyla değil, üstlerinde Türkleştirme politikasının uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla yapıyor belli ki. Sonuçta, başka yazarlarca da değinildiği üzere, yurttaşların bazıları "ecnebi" sıfatıyla damgalanıp sürgit öyle muamele görmekten kurtulamıyor elbette bu politika yüzünden.

Sadoğlu'nun kitabındaki "Ekler" bölümünde yer alan belgelerden biri var ki, "ecnebi" sıfatı orada da yurttaşlarımız için kullanılmış olmakla birlikte, içerdiği bazı sezgiler kadar, açık sözlülüğüyle de dikkat çekiyor: Ayaz İshakî'nin, Ek 7'deki, "Gayr-ı Türkler Nasıl Türkleştirilebilir?" başlıklı yazısı. 28 Nisan 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış.

İshakî de Türkleştirme davasını benimsiyor ama, "Türk harsı"nın başkalarına çekici gelecek güçte olmadığını yazabilecek kadar da "medeni cesaret" sahibi. Kendi asimilasyon yöntemini önerirken kullandığı cümlelerden biri şöyle: "Bu da gençlerin bağırması, çağırması, vapurda şunun bunun elinden gazeteyi almasıyla olacak meselelerden değildir." (s.325) Bugün olsa, İshakî belki "Taksim Meydanı'nda asarız diye tehdit etmesiyle," diye eklerdi; ya da, daha iyisi, tekdilciliğin çıkar yol olmadığını çoktan anlamış olurdu.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve egemen ideolojinin bugün Türkçe dışındaki anadilleri konusunda sürüp giden tepkici tavrı herhalde cumhuriyet dönemindeki "ulus inşa etme" sürecinde her anadilinin ayrı bir ulus üretmeye yarayacak hammadde olduğu fikrinin fazlaca içselleştirilmiş olmasıyla ilgilidir.

Bu nokta, dil haklarından yana olanların ya da olması beklenebileceklerin, yalnızca egemen ideolojiyle olan gerilim açısından değil, kendi içlerindeki, haydi gerilim demeyeyim, ilişkiler açısından da önem taşıyor.

Gerçekten de, ulusçuluk ile dil politikaları arasındaki ilişki, bu toplumun tarihi açısından bir başına da önemli olmakla birlikte, aynı zamanda anadilleri çerçevesinde güncel olan ve uzun süreler güncel kalacağa benzeyen şu sorunsalı ortaya koyuyor: Anadilleriyle ilgili tavırlar ille de ulus ya da ulusçuluk çerçevesinde dönüp dolaşmak zorunda mıdır?

Dünyada yaşayan anadillerinden bir bölümü, bir ulus devletin de resmî dili aynı zamanda. Almanca, İtalyanca, Rusça, Danca vb. Bir bölümü, birkaç ulus devletin resmî dili: Türkçe[12], İngilizce, Arapça vb. Ama dünyadaki altı bin küsur dilden çok büyük bir bölümü modern anlamıyla herhangi bir "ulus"un dili değil. Çoğu, Osmanlı'daki anlamıyla bir "millet"in ya da kavmin dili. Başka bir deyişle, her dünya diline bir ulus düşmüyor, bir ulus devlet de düşmüyor. Modern zamanlarda çizilmiş ulusal sınırlar içinde, birer ulus şantiyesine dönmüş o alanlarda, İngiltere'si, İtalya'sı, Fransa'sı da içinde, hâlâ çok sayıda dil konuşuluyor. Bu da, en azından barış kültürü açısından en değerli varlıklardan biri.

Her durumda, Hüseyin Sadoğlu'nun kitabı bu sorunsal üstüne düşünmek isteyenler için de bir kavramsal çerçeve ile, Türkiye'nin tarihsel deneyimine yakın plandan ve geniş açıdan bir bakış sunuyor.

Bir iki nokta daha: Kavim aidiyetini anlatan "Türk, Rum" vb. sıfatların çoğul kullanımı da bağlamına göre toptanlaştırıcı ve yanıltıcı olmakla birlikte, çoğul içerikli tekil kullanımlarının neredeyse her zaman dolaysız bir ırkçı çağrışımı olduğunu bir kez daha belirtmeliyim. Sadoğlu'nun aktardığı metinlerde bu tekil kullanımlardan epey var. "Türk" dendiğinde övünmeci bir çağrışım, Rauf Denktaş'ın dilindeki gibi "Rum" dendiğinde ("Rum'u içimize almamızı istiyorlar" vb.) bir düşmanlık çağrışımıyla.

"Temsil" sözcüğüne de dikkat: Bu sözcüğün yaygın olarak kullanılan anlamlarından başka, Arapçadan gelmiş bir anlamı daha var: Asimilasyon. Sadoğlu'nun kitabında aktarılan metinlerde bolca örneklenen bir kullanım bu. Temsilin bin bir türünden kimse kurtulamadığı için söylüyorum.

Yazı ilk olarak 2001 yılının Mayıs ayında Kızılcık dergisinde yayımlandı. 

Kaynakça

[1] Mayıs 2001 tarihli Kızılcık dergisi.

[2] 5.5.2002 tarihli Radikal İki.

[3] Eğitim-Sen Diyarbakır şubesinin düzenlediği "Anadilinde Eğitim" konulu panel, 30.11.2003. Anadili konusunda bu tarihten daha önce yayımlanmış olan yazılarım için, bkz. Dilimiz, Dillerimiz adlı kitabım, s.198 vd.

[4] Bu konuşmadan sonraki günlerin gazeteleri, Urfa, Batman gibi kentlerde Kürtçe kursu için yapılan başvurulara, bazı kurs binalarında yangın merdiveni bulunmamasına karşın izin verildiğini yazıyordu.

[5] Demirtaş sonradan Diyarbakır Sur Belediyesi’nin başkanlığına seçildi, çokdilli belediyecilik ilkesini uygulamaya koyduğu için hakkında davalar açıldı, hastalığı gerektirdiği halde yurtdışına çıkışı engellendi, KCK tutuklularını uzun bir kuyruk halinde gösteren ünlü fotoğrafta onu da görmek mümkündür.

[6] 12.12.2003 tarihli Radikal Kitap.

[7] Aralık 2003 tarihli Virgül dergisi.

[8] Tuğrul Şavkay, Dil Devrimi, Gelenek Yay., 2002, 110 sayfa.

[9] Virgül dergisi, sayı 68, s. 26 vd.

[10] Hüseyin Sadoğlu, Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., Ekim 2003, 383 sayfa.

[11] AKDTYKTDK Yay., Ankara, 2000, 100 sayfa.

[12] Türkçe diyorum ama, bu nokta tartışmalı: Bazı bilimciler, Türkiye Türkçesinin bir lehçe değil, bağımsız bir dil olduğu görüşünde. Böyle bakınca Türkçe bir anadil, yani dil doğuran dil oluyor: Aralarında Türkiye Türkçesinin de bulunduğu yirmi sekiz dili doğuran anadil.

Yeri gelmişken, anadil/ anadili ayrımına Hüseyin Sadoğlu'nun da dikkat etmediğine, anadilini kastederek "anadil" dediğine dikkat çekeyim.

NOT: (Ekim 2014). Kavram bugün artık gündelik kullanımda “anadil” biçimiyle galatımeşhur olarak yerleşmiş görünüyor. Ben yine de, dilbilim kaynaklarına sadık kalarak ‘anadili’ biçimini yeğliyorum.