Siyaset, soğan kokusu, arabesk

Keyfim kaçıyor. Havayı dağıtmak umuduyla, çırağın hazırladığı dürüm için, “Dürüm de fena acıymış usta” diyorum. Gülerek, “Biz acıların çocuğuyuz abê, dürümün acısı nedir ki” diyor.

Google Haberlere Abone ol

DİYARBAKIR - Diyarbakır’da ev yemekleri yapan birkaç lokanta biliyorum. Bu lokantalar daha çok çevredeki esnafa yemek hazırladığı için, akşamları erkenden kapatıyorlar kepenkleri. Evde yemek hazırlamak gibi bir alışkanlığınız ve beceriniz yoksa, aç kaldınız demektir. Tabi et yemiyorsanız. Et yiyorsanız, en azından bir dürümle açlığınızı bastırmanız her zaman mümkün. Bütün caddelerde gece geç saatlere kadar açık dürümcüler var çünkü.

Dün gece benzer bir durum yaşadım. İki yumurta kırmaya üşenince tanıdığım bir dürümcünün yolunu tuttum, hem böylece yürüyüş de yapmış olurum, diye kendimi moral olarak hazırlayarak.

'SUR'DAKİ İKİ EVİM YIKILDI'

Gittiğim dürümcü ile 7 Haziran 2015 seçiminden önce Sur’da tanışmışız. Kendisi hatırlattı. Çalıştığım televizyon kanalı için seçimle ilgili sokak röportajı yaparken, mikrofonu ona da uzatmışım. Seçim tahmini yaparken, HDP’nin yüzde 17 ile 20 arasında oy alacağını söylemiş. Mikrofon kapalıyken, “Abarttın” demişim ona. Bunları daha önceki gidişimde gülerek anlatmıştı bana. Ayrıca Sur’da iki evi ve bir kebapçı dükkanı olduğunu, sokağa çıkma yasağıyla başlayan yıkım sırasında evlerinin de yıkıldığını, “Sanki orada daha önce hiç ev yokmuş gibi, dümdüz” diyerek anlatmıştı.

Yasaktan sonra Sur’daki dükkanı kapatıp, cadde üstündeki bu küçücük kebapçıyı açmış. “Elimde biraz para vardı, buraya yatırdım” demişti. Sur’dan göç etmek zorunda bırakılan birçok insanın yaşadıklarına benzer sıkıntılar yaşamış aslında. Ev kiralamış, dükkan bulmuş, çocukları gönderecek okul aramış… Mahallesini, komşularını, müşterilerini geride bırakmak zor olmuş dediğine göre. “Burası da Diyarbakır, ama Sur’un havası başka” diyerek, Sur’a duyduğu özlemi dile getirmişti.

'SENİNLE BİR DEFA KONUŞTUK BAŞIMIZA NELER GELDİ'

“Seninle röportaj yapalım” teklifimi, hiç tereddütsüz geri çevirmişti. “Bir defa konuştuk seninle, başımıza neler geldi. Bu dükkan da elimden giderse ben ne yaparım?” sözleriyle endişesini ifade etmişti. Nedense suçluluk duymuştum. Bunu anlayınca teselli etmişti beni, “Ne senin ne de benim suçum var” demişti. Suçlu kim, sorusunu, “Bütün dünya biliyor” şeklinde yanıtlamakla yetinmişti.

Dürümlerin hazırlandığı tezgah dışarıda duruyor. Bunun iki nedeni var: Birincisi, caddeden gelip geçenleri kebabın kokusuna çekmek; ikincisi, dükkan ancak dört masanın sığabileceği bir genişliğe sahip. Dumanı dışarıya tahliye edecek tesisatın olmadığını da eklersek, mangalı içeri kurması mümkün değil.

Bunları ben bilmiyorum elbette, önceki gelişimde dürümcü ustasının kendisi anlatmıştı.

Üç genç çocuk hem mangalın başında, hem de bir teneke kovanın ateşi etrafında ısınmaya çalışıyorlar. Usta ortalıkta görünmüyor. Dürüm siparişim hazırlanıncaya kadar çocuklarla birlikte ateşin etrafında beklemeyi düşünüyorum önce. Ama hava o kadar soğuk ki, az ilerideki dükkanda beklemeye karar veriyorum.

'TÜRKİYE'NİN DURUMU HİÇ İYİ DEĞİL'

İçeride yoğun bir doğranmış soğan kokusu var, tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Dışarı çıkmaya hazırlanırken, “Hoş geldin abê” diyen sesini duyuyorum ustanın. Aralık bir perdenin ardından işaret ederek yanına çağırıyor. Elindeki bıçaktan anlaşılıyor, az önce soğan doğramış usta. Perde, ustanın çalıştığı tezgahla müşterilerin oturduğu bölgeyi ayırıyor.

“Türkiye’nin durumu hiç iyi değil” diyor. Bu kadar doğrudan siyasete girmesini beklemiyordum doğrusu. Aslında şaşıracak bir şey yok. Memleketin siyaset konuşmaya ihtiyacı var, dürümcü ustası da bunu yapıyor aslında.

Büyükçe bir leğenin içine koyduğu birkaç demet maydanozu suyun altında tutuyor. “Dışarıda ne belediye başkanı kaldı ne de milletvekili. Böyle olur mu? Sen hepsini hapse atarsan kiminle konuşacaksın? Kendi kendine mi? Kendi kendine konuşursan, demek durumun hiç iyi değil.”

EKONOMİ NİYE BATTI?

En son gördüğümde, konuşurken daha iyimserdi, “Elbet düzelecek” diyordu. Bunu hatırlattım ona. Türkiye’nin Suriye topraklarında olduğunu ve bunun hiç iyi olmadığını anlatıyor önce. Sonra Olağanüstü Hal’i ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle işten çıkarılan insanları, Sur’un bir yıldır yıkıldığını, milletvekili ve belediye başkanlarının tutuklandığını sıralıyor. En sonunda, sigara ve içkiye gelen zamları hatırlatarak, “Ekonomi battı” diyor, “Ekonomi niye battı? İşte bütün bunlar yüzünden. Şimdi dolar bozdurun diyor, bizde dolar mı var bozduralım? Sen belediye başkanımı, milletvekilimi hapse atmışsın, sonra sen başımıza padişah ol diye dolar mı bozduralım.”

Konuşurken maydanozları unuttu gibi geliyor bana. Ha bire suyunu değiştirip tekrar musluğun altına tutuyor. Ben, “Kayyım geldi, belki hükümet destek vererek iyi şeyler yapabilir” diyorum. Maydanozların suyunu sıkmayı bırakıp bana dönüyor, “He, belediyenin önündeki yazıyı söktü. İlk icraatı bu oldu” diyor. “Bir de yeni geldiğinde Sur’da hızlı bir tur attı, sanki onu kovalayan var. Biliyor adam, seçimle alamadı belediyeyi zorla aldı. Bir çıksa, ‘Senin ne işin var burada, hani benim seçtiğim belediye başkanı’ dese ne cevap verecek? Sen bir daha gördün mü onu sokakta, yok. İnsan belediyenin önünden geçmeye korkuyor, o kadar çok polis var. Hiç işim düşmedi belediyeye, inşallah hiç düşmez.”

'VİCDAN YOKSA ZATEN BATSIN MEMLEKET'

Sesindeki alayı da öfkeyi de fark ediyorum, ama yine de “Şimdi seçim olsa hangi parti kazanır” diye soruyorum.

Biraz duruyor, sonra “Sandığa gideceğiz, elimizi vicdanımıza koyacağız. Eğer vicdan varsa, bu sefer yüzde 20’den fazla oy alırız. Eğer vicdan yoksa zaten batsın memleket.”

O cevap vermeden dürümüm geliyor. Ben yemeğe başlarken o da doğrama tahtasının üstüne koyduğu maydanozları demetler halinde iri iri kesmeye başlıyor. Bir yandan da konuşuyor. “Abê sen ne dediğimi anlamıyorsun, yoksa işine gelmiyor?”

Moralini mi bozdum ustanın, diye düşünürken, o konuşmaya kaldığı yerden devam etti. Arada bıçağı tutan elini bana doğru sallayarak. “Sen benim seçtiğim belediye başkanını hapse atacaksın, sonra bana kaldırım yapacaksın. Tamam, ama benim iradem nerede? Benim milletvekilim nerde? Bunu sormayacak mıyız?”

KİME DOKUNSAN SİYASET KONUŞUYOR

Bir binanın giriş katında, soğan kokusu içinde acılı dürüm yerken siyaset konuştuğumu fark edip garipsiyorum durumu. Ama zaten kime dokunsan siyaset konuşuyorsun. İşinden ihraç edilenler, ihraç edilme korkusu yaşayanlar, hapistekiler, gözaltındakiler, onların yolunu gözleyenler…

7 Haziran seçiminden önce sanat konuştuğumuzu, Kırklar Dağı’nın imara açılmasını eleştirdiğimizi, gençlerin Hevsel Bahçeleri’ni rantçılara karşı korumak için nöbet tuttuğunu, geleceğe dair hayaller kurduğumuzu düşünüyorum. Bir buçuk yıl önceyi düşünüyorum, ama o bir buçuk yıl o kadar uzak geliyor ki bana.

Keyfim kaçıyor. Havayı dağıtmak umuduyla, çırağın hazırladığı dürüm için, “Dürüm de fena acıymış usta” diyorum. Gülerek, “Biz acıların çocuğuyuz abê, dürümün acısı nedir ki” diyor.

Siyaset, soğan kokusu, son arabesk cümle, hepsi ağır geliyor bana.

Bu arada dolaptan büyük bir parça et çıkarıp tezgahın üzerine koyuyor. Dürümü bitirdiğimi görüyor, çay söylemek istiyor. “Başka zaman” diyorum, vedalaşıp dışarı çıkıyorum.

Dışarısı buz gibi. Hızlı adımlarla evin yolunu tutuyorum. Ama sanki siyaset, soğan kokusu ve arabesk cümleler peşimden geliyor.