Walter Benjamin'in evrenine yolculuk
Anita Sezgener’in kaleminde imge kavramı sanki kendi kuramını ilan ediyor. Walter Benjamin’in çeşitli kitaplarından, anlatılarından ve hayatından esinlenerek yazılmış "Tikkun Olam" adlı şiir kitabında biyografik birçok gönderme var...
Melih Levi
İmgenin şiirde kazandığı egemenliği ve şiire kazandırdığı egemenliği birbirinden bağımsız incelemek oldukça zor. Belki de imkansız. Tıpkı insanın kendini sürekli bir toplumsal düzenin dışında hayal etmeye çalışmasındaki çaresizlik, olanaksızlık gibi. Fakat şunu da belirtmek gerekir: İnsan kendini sürekli olarak toplumsal düzen tarafından koşullandırılmış olarak hayal ederse eğer, o zaman kendi hayatından soğur ve uzaklaşır. Kendi inandırıcılığını kaybeder, yabancılaşır.
“Gecem, bir orman gibi hırsla yaşar, tabiatı,” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca “Geceleyin Varlığım” şiirinde. Benzetme her ne kadar güçlü bir imge sunuyor olsa da tam olarak istediğine ulaşamıyor sanki. Benzetme olduğunu bir hayli farkında olarak şiire giriyor orman fikri. Şiir içinde hayati bir önemi yokmuşçasına, bir süs gibi geziniyor. İçinde bin bir türlü canlı barındıran, rüzgarları çığlıklara çeviren, huzuru huzur, felaketi felaket olan bir ormana benzetiyor gecesini. Fakat bu benzetmenin etkili olabilmesi için şiirin genelinde bir mevcudiyet kazanması gerekir. Sadece isimlendirilerek değil de çağrışımlar yaparak, ses düzenekleri oluşturarak, şiirin her manevrasına öyle ya da böyle kendini yayarak hissedilmesi gerekir. Şiirin her titreşiminde orman imgesinin bir mevcudiyet kazanmayı arzulaması gerekir. Bunu başarabilen imge ve hayat verdiği şiir kafamızda hemencecik yer edinir. Örneğin, yine Dağlarca’nın “Dal” şiirindeki son dörtlüğe bakalım:
Saklar çoğaltır seni
Şu küçücük nar
Bir tanesiydi sevmek
Şimdi bin tanesi var
Bir gereksinim gibi insan zihnine oturan bir imge söz konusu. Bu şiirdeki nar için benzetme diyebilir miyiz? Hayır. Sanki haber vermeden gelip şiirin merkezine yerleşmiş ve şiirin onsuz yaşamayı göz alamayacağı bir ihtiyaca dönüşmüştür. Şiirin sonunda kazanılan uyakla da çoğalma hissi dil yoluyla okuyucuya hissettiriliyor. Eşine kavuşan bir sesin yaratabileceği çokluk, genişlik duygusu. Nar öylesine zahmetsiz bir şekilde şiire girmiş ki ne azı ne de fazlası böyle tatmin ederdi bizi. İmge şiirde egemenliğine kavuşmuş, bizi kendi gerçeğine ikna edebiliyor. Şiir de imge ile egemenliğine kavuşmuş, yaşamak, yaşamanın tadına varmak istiyor. İmge gücünü şiire verir ve gücünü şiirden alır. Bir imgenin düşünce dünyamızdaki cereyanları ve gerilimleri hakkıyla aktarabilmesi için şiirin içine en derinden nüfuz etmesi gerekir.
Hep böyle düşünmüşümdür. Fakat Anita Sezgener’in nod’dan çıkan altıncı kitabı Tikkun Olam’ı okuduğumda kayboldum, daha farklı düşünmeye başladım. Sezgener’in kaleminde imge kavramı sanki kendi kuramını ilan ediyor. Walter Benjamin’in çeşitli kitaplarından, anlatılarından ve hayatından esinlenerek yazılmış bu şiir kitabında biyografik birçok gönderme var. Kimi şiirleri hakkını vererek okumak için, okumuşların yeniden henüz okumamışlarınsa ilk defa Walter Benjamin’in dünyasına adım atmaları gerekiyor. Bu asla pişman ettirecek bir adım değildir! 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden ve en güzel kalemlerinden biri olan Benjamin’i okumanın insan zihninde yaratacağı coşkuları ve açılımları yaşamak eşi benzeri bulunmayan bir deneyim.
Sezgener’in kitabını okurken Benjamin’in evreni bütün fizikselliğiyle kafamda canlandı durdu. Yer yer nostalji dolu bir anı dünyasında hüzünlenir oldum, yer yer telaşlandım, yer yer suçluluk duydum ve yer yer kendimi devasa bir tuvalin önünde oturup demir atacak bir renk, bir şekil, bir desen arıyor gibi hissettim.
Kitabın ikinci şiiri “yeni doğan” şöyle başlıyor:
insanın adlandırıcılığı. çocukluğun merdiven boşluklarında.
rüyadan inen sabır ile. eşitleniyoruz gözlerimizi
kapadığımızda. çiçek tozları tutmaya. kadın ağlamasın!
deniz kabuklarını büyücek suya salıyoruz. aradığımız şey.
bir yere doğurgan. ağzımız da. sıradağın herhangi bir tilkiye
sorduğunu. iyelik eki düşünce.
Ne kadar kalabalık! Ne kadar çok imge ardı ardına bir düşünceyi söylemek istiyor gibi dizilmişler. Her cümlecik dilin farklı yapılarını kullanarak oluşturulmuş. İlk cümle bir isim tamlaması, ardından –de hali ile bir konum, sonra “ile”nin yarattığı bir birliktelik, eşlik etme duygusu, en sonunda tuttuğu bir sonraki dizeye taşan bir eylem, “eşitleniyoruz.” Muhteşem bir cümle hissiyatı oluşuyor insanın kafasında. Olmayan bir bütünlük hayal edilmek için zihnimizin kapısına vurup duruyor. Ne zaman onu içeri almak istesek cümlecikler yeniden bağlanmayı, hazmedilmeyi, asimile olmayı reddediyorlar. Her cümlecik, her düşünce anlık bir parlama gibi beliriveriyor (bu benzetmeye Benjamin de sık sık başvururdu). Yeni doğan, henüz etrafındaki şeyleri isimlendirme yetisinden yoksun olan çocukluk fikrini şiirin başında her çocuğun trajik yazgısı karşılıyor – dil ile tanışıp evreni kategorilere indirgeme zorunluluğu.
Kısa cümleler, söz grupları hep durağan bir telaş içindeler. Bir sıçrama arzusu ile dolular. Sanki diğer cümlelerde tutunabilecek bir şey bulup bir genişliğe, bir başlangıca ulaşmak istiyorlar. Belki de bu Sezgener’in dilin farklı imkanlarını ustalıkla tertiplemesinden kaynaklanıyordur. Sözcükler demir parmaklıkların arasından uzanıp yeni ilişkilere biçim vermek istiyor. “ölüleri kim uyandırabilir” şiirinde şöyle diyor şair:
vergegenwartigung. ilerisi. edebi montaj. ilerisi.
bahçeye açılan demir kapı. kalp yetmezi. uçumsuzu.
bir savaşın.
İlk kelime Almanca’da görüntüleme, farkına varma anlamına geliyor. Benjamin bu kelimeyi Proust’un anlatım yönetimini tanımlamak için kullanıyor. Düşünmenin aksine farkına varma, bir mevcudiyet yaratma... Yukarıdaki dizelerde, cümlelerin hiç bitmeyen ayrılığına rağmen bir yönelme arzusu söz konusu. Belki de dilbilgisi düzeyinde birbiri ile hiç alakası olmayan sesler, iç-uyaklar örtbas edilmiş, hep yatıştırılmış ilişkileri ortaya çıkarıyorlar. Düşünceler birbirine yaslanmış, biri eğilince diğeri de eğiliyor. Biri doğrulunca diğeri de doğruluyor.
Kitabın genelinde seslerin imgelerle birlikte hareket etmeyi reddettiğine şahit oluyoruz. İki ayrı faaliyet yürütüyorlar. İster istemez hep bir durak sorunsalı ile karşı karşıya kalıyoruz. Okuduğumuz her cümlecikten sonra ne kadar duraksamalı? Bir sonraki kelimeye elimizi ne zaman uzatmalı, bir sonraki cümleye kucak mı açmalı yoksa iki ayrı hadise olarak mı kabul etmeli?
Bütün bu sorunsalları yaşarken bu iç içe geçmemiş iki faaliyet, sesin ve imgenin faaliyetleri, irade konusunu gündeme getiriyorlar. Okuyucunun iradesi sanki somut bir şekilde şiirin bir parçası, hatta bir koşulu haline geliyor. Harmoni, doğallık, uyum gibi hevesleri kovalamak yerine sürekli olarak öznellik talep eden ve öznelliği muhtaç olduklarının farkında olan şiirler bunlar.
Hal böyle olunca, okurken arşivsel bir bilinç oluşturuyoruz. Kararlarımız, tereddütlerimiz, cüret etmelerimiz, hepsini şiirin içine serpiştirip duruyoruz. Geçmişle ilişkimizi gözden geçirmek acil bir gereksinim olup şiirin her köşesine yerleşiyor. Kurguladığımız tarih ışığında kendimizi sorguya çekmek kaçınılmaz bir hal alıyor.
Ahmet Cemal’in çevirisi ile YKY’den yayınlanan “Tarih Kavramı Üzerine” tezlerinde, Benjamin şöyle diyor: “Geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gider. Geçmiş, ancak göze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir.” Sezgener’in “hortlaklar ve davetler” başlıklı şiiri bu düşünceleri yankılar gibi:
geleceğe ait olanı. şimdiki zamanda. göründüğü çarpık
biçim içinde. tanıyarak kurtarmak.
bir titreme numarası bu. düşüncenin taşıyıcı toprağında.
“kusurlu köşelerde alımlılık” şiiri işe şöyle başlıyor:
çocuk nesnesini seçti. bir makara. bir boş ip.
dere yatağı temizlenirken.
ipi açması. büyüklere göstermesi alacalı bulacalı.
Bütün bu imgeleri okurken, yine Benjamin’in benzetmelerinden birine başvurmak gerekirse, bir takımyıldızı oluşturuyoruz. Sunulan nesnelerin, çözümlenen anların, kurulan bağlantıların hepsini belirli bir zaman bilinci etrafında kurguluyoruz. Birçok başka olasılığı dışarıda bıraktığımızı bilerek. Sezgener’in şiirinde, bir imge habersizce bütün şiire yayılıp doğal bir duyumsallık iddia etmiyor. Birçok imge sürekli olarak okuyucuyu seçmek zorunda bırakıp, tarihsel bir aktör pozisyonuna sokuyor.
“geleceğe ait olanı.” Henüz tam anlamıyla oluşmamış, oluşmakta olan, oluştukça da kendine bir geçmiş yaratanı. “şimdiki zamanda. göründüğü çarpık / biçim içimde. tanıyarak kurtarmak.” Mümkün mü? Bir anıyı yaşarken tanıyabilir miyiz? Yaşadıklarımızın bir anı olacağını hissedip, bizi gelecekte avlamaya geleceklerini hesaplayıp hareket edebilir miyiz? Bir şiirin yığın yığın, topyekûn bir anlama yaklaştığını fark edip anlamı veya anlamdan kendimizi kurtarabilir miyiz? Anlam bir hegemonyaya dönüşmeden tehlikeyi farkına varıp imgeleri kurtarabilir miyiz? Bu endişe de bir hegemonya yaratmaz mı, eğer şiiri onun etkisinde kalarak okuyorsak?
Şiirler bir türlü rahat bırakmıyor. Yukarıdaki okumayı yaptıktan sona şiire döndüğümüzde aniden imge kalabalığından kaynaklanan kaos kaybolmuş gibi duruyor. Bulutlar dağıldığında bizi kolayca ikna eden gökyüzü ortaya çıkıyor. Bir an için. Tarih nasıl da kolaylaştırıyor onu yazan için her şeyi!
Nasıl da haritaya bakmak gibi; bütün engebeler fikirden ibaret, kolayca aşılıyorlar. Elimizi haritanın üzerinde gezdirerek aşabiliyoruz Toros’ları. Hele hele ikna olmuşsak şiirin kavuştuğu anlama, nasıl da bir kolaylık hükmediyor imgelerin akışına. Fakat Sezgener’in kaleminden böyle bir müsamaha bekliyorsanız, çok beklersiniz. İmgeler o kadar derin, o kadar otobiyografik, o kadar sahiplenilemez, o kadar dirençliler ki, bir an için anlam ifade eden tarih her tekrarda elinde kalıyor insanın. Bir katman gibi. Katman katman. Boza gibi. Madde madde.
“bir makara. bir boş ip.” Boş olan makara mı, yoksa ip mi boşta? İpi mi boşta? Bir öncelik sonralık ilişkisi var mı ki? Belki de yok, biz dayatıyoruz bu ilişkiyi. Şiir de böyle değil mi? Tarih de böyle değil mi?