Ksipolitas: AB, mültecilere karşı Nazilerin metotlarını benimsiyor

Avrupa’nın hep tek bir mülteci politikası mı var? Yunanistan’da mültecilere yönelik değişen tavırla AB’nin rolü nedir? Emek üzerine çalışan sosyolog Prof. Dr. Nikos Ksipolitas'la konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

MİDİLLİ - ‘Avrupa’da yükselen aşırı-sağ’ manşetleri, uzun bir zamandır karşımıza çıkıyor. Çeşitli ülkelerde yükselen bu hareketler, son olarak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve ardından düzenlenen Fransa erken seçimlerinde bir kez daha güçlendiklerini tüm kıtaya duyurdular. Fakat ‘aşırı sağ’ gerçekten geliyor mu? Yoksa farklı yüzleriyle halihazırda burada mı? Ya da daha farklı bir deyişle neyin yerine geliyor?

İlk aklımıza gelen sorular bunlar. Ancak tüm bu tartışmaların odağındaki ‘mültecilik’ meselesi hem Avrupa Birliği üyesi ülkeleri hem de Türkiye gibi periferisindeki ülkeleri yakından ilgilendiriyor. Öyle ki seçimlerin belki de en çok gündeme gelen konusu mülteciler oldu. Sadece aşırı sağ da değildi bunu gündeme getiren: Kimileri mültecileri bir ‘güvenlik’ sorunu olarak görürken başkaları ‘ucuz emek gücü’ olarak değerlendiriyordu.

Hal böyle olunca durumu daha iyi anlayabilmek adına Yunaninstan’ın Midilli Adası’nı ziyaret etmek doğru bir adres olacaktır. Yakın bir tarihe kadar kötü şöhretli mülteci toplama kampı Moria ile tanınan ada, sadece göç dalgalarını karşıladığı için sembolik bir yer değil; aynı zamanda AB’nin değişen mülteci politikalarına da tanıklık edebileceğimiz bir yer. Burada Midilli’deki Ege Üniversitesi’nde (Aegean University) mültecilik ve emek üzerine çalışan sosyolog Prof. Dr. Nikos Ksipolitas (Xypolytas) ile tüm bu konuları ayrıntılı bir şekilde konuştuk. Avrupa’nın derin bir meşruiyet krizinde olduğunu dile getiren Ksipolitas, “İnsandışılaştırma tüm hızıyla sürüyor: Gazze’de bunu görüyoruz. Maalesef toplumsal eşitsizliğin yeni biçimi bu. Her şey sadece kaynaklara erişimle ilgili değil aynı zamanda hayatta kalabilme becerisiyle de ilgili” ifadelerini kullandı.

Peki Avrupa’nın hep tek bir mülteci politikası mı var? Yunanistan’da mültecilere yönelik değişen tavırla AB’nin rolü nedir? Sol, mülteciliğe dair nasıl bir hat çizmeli? İşte tüm bu soruları ve daha fazlasını öğrenmek, tartışmak üzere sözü daha fazla uzatmadan Ksipolitas’a verelim.

GÖÇ POLİTİKASINI DÖNEMLERE AYIRMAK

Öncelikle Midilli’deki hikayenizle başlamak istiyoruz. Hep burada mı yaşıyordunuz? Midilli’de mülteci konusunun geçirdiği evrimi bize biraz anlatabilir misiniz?

Evet, kısmen. Yaklaşık 2016’dan beri burada üniversitede ders veriyorum. Yani sekiz yıldan beri ve 2018’den itibaren de kalıcı olarak buradayım. Ancak daha önce de buradaydım, kardeşim 2011’de buraya taşındı. Yani 2015’te mülteci krizi yaşandığında, hepimiz burada o zamanlar üzerimize düşen neyse onu yapıyorduk. Maalesef tüm sürecin nasıl geliştiğini gördük. Oldukça hareketli, sürekli değişen bir süreç ve bazı aşamaları var. Şimdi Moria’yı kapattılar, yeni bir kamp açmayı planlıyorlar.

Esasen tüm göç politikası sürecini bir şekilde ayrıştırmak gerekiyor. Tabii bu bir ‘caydırıcı’ göç politikası, yani amaç insanların gelmesini engellemek. Ancak demek istediğim ilk süreç, 2016’daki AB-Türkiye anlaşmasından yaklaşık olarak 2019’da katlanılmaz koşullara sahip bu kampların inşa edilmesiyle insanları caydırmaya dönük bir fikre evrildi. Böylece nihayetinde gönüllü olarak ülkenize geri dönmek zorunda kalacaksınız. Bu elbette Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) bağlıydı çünkü Uluslararası Göç Örgütü (IOM), UNHCR’ın bir parçasıydı. Dolayısıyla UNHCR tüm bu stratejinin bir parçasıydı. Bu dönem de yaklaşık olarak 2019’da sona erdi. Bu tarihten yaklaşık olarak Phylos1’a kadar tamamen geri itme senaryosuna geçtiler.

İşlerin ve Avrupa göç politikasının daha radikalleştiği durum böyle. Bunu aklımızda tutarak, hep şunu söylüyorduk, “Bir noktada bu iş bitecek çünkü sembolik bir olay yaşanacak, başka bir yolu yok”. Diğer uzmanlarla da bunu konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonunda öyle de oldu ve Phylos gibi bir gemi kazası yaşandı. Olaydan sonra böylesi tarcihleri göstere göstere yapmama yönünde bir çaba oldu. Çünkü 2019’dan Phylos’a kadarki süreç rezaletti. Sınır şiddeti, insan kaçırmalar ve işkenceler… tüm bunlar şok ediciydi. Sanırım bu biraz da olsa sona erdi. Hâlâ burada faal olduğunu düşünüyorum ancak eskisi kadar yoğun değil. Sınırda bu tür şiddet uygulamaları var ancak an itibariyle büyük ölçüde Kuzey Afrika’da dışsallaştırılmış durumda. Sanırım yaşananları bazı aşamalara ayıracak olursak kabaca böyle bir sıralama yapabiliriz.

‘ALMANYA İHTİYAÇ DUYULAN EMEK GÜCÜNÜ ALDIKTAN SONRA SINIRLAR KAPANDI’

Bu süreçte Midilli’nin yerine dair neler söyleyebiliriz? Midilli özelinde, 2015-16 sürecinde ‘Dayanışma Adası’ görüntüsü vardı. En azından dışarıya yansıyan görüntü böyleydi. O günden bugüne adanın aşamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne de olsa hala mültecilerin bedenleri kıyıya vuruyor, soruşturmalar olmuyor…

Durum hiç de öyle çizilen imajla örtüşmüyor. Şu an dayanışmaya dair bir şey yok. Tabi buna inanan siyasi grupları dışında bırakıyorum. ‘Dayanışma’ dediğimiz şey ‘olağan şüphelilerden’ geliyordu. Biliyorsunuz kimden bahsettiğimi: Sol, solcular, anarşistler… Bu gruplar, diğer herkesle birlikte 2015’te farklı bir gündemle geldiler. Yani 2015’ten AB-Türkiye anlaşmasına kadarki dayanışma imajı böyle oluştu. Yine de çok büyük bir fark vardı. Mesela pek çok balıkçı denizden insanları teknelerine alıyordu. Ancak bu kurtarma işleminden sonra mültecilerin tekne motorunu kendilerine saklıyorlardı. Yani küçük bir tekne motorunu kendi balıkçı tekneleri için kullanabilirlerdi. Bu, daha o günlerde yaşanan bir olaydı. Garip bir dayanışma türü mü? Evet.

İnsanlar 2016’da kendi yöntemleriyle yardım etmeye çalışıyorlardı. Çünkü gelenler sadece bir hafta on gün kalıp gidiyorlardı. Fakat 2016’ya geldik mi her şey tamamen farklı bir hal aldı. Sonrasında Midilli’de aşırı sağın kesin bir ifadesine rastlıyoruz. O zamana kadar böyle bir ifade Midilli’de yoktu. Kimse böyle şeyler dillendiremezdi bile.

Bunun anlamanın yolu krizin bütünlüklü boyutunu incelemekten geçiyor. Şöyle söyleyelim, 2015 ve 2016’da özellikle Almanya için iş gücü sağlama ihtiyacı vardı. Karşılarında da 1 milyon orta sınıf arkaplana sahip, oldukça vasıflı bir iş gücü buldular. Ayrıca birçok kaynağın doğruladığı üzere bu süreçte bir sicil sorgulama unsuru da vardı, ancak bunu kanıtlamak oldukça zor. Yani tüm bu dayanışma imajı, Alman ekonomisine ihtiyaç duyduğu katkıyı sağlayışı düşünüldüğünde çok elverişli bir söylemdi. Neydi bu katkı? A- Kalifiye iş gücü ve B- Bu demografik sorunu çözmeyip onu bir 20 yıllığına ertelemeye çalışmak -ki bunu yaptılar. Çünkü yaşlanan nüfus sorunu bakımından İtalya’dan sonra geliyorlardı. Şimdi bu sıralamayı aşağıya çektiler, beşinci ya da altıncı sıradalar. Yani Avrupalı bir ‘dayanışma’ söyleminin ardında yatan iki kilit unsur bu, sadece Midilli ile sınırlı değil.

İhtiyaç duyulan emek gücü oraya gidince Macaristan meseleyi devraldı ve hepimiz orada yaşanan olayları hatırlıyoruz. Bu olaylar, sınırların kapanmasıyla sonuçlanan AB-Türkiye anlaşması ile hemen hemen aynı zamana denk geliyor. Bu anlamda konunun sadece Midilli ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Midilli istisnai bir yer değil, Avrupa bağlamı ile bu söylemi konumlandırmalıyız.

‘AVRUPA’NIN MEŞRUİYETİNİ KORUYABİLMESİ İMKANSIZ’

O halde belki bizim de sorularımızda Avrupa bağlamına odaklanmamız gerekebilir. Bu süreç sizce Avrupa Birliği fikrini, onun tavrını nasıl etkiledi? Avrupa’daki siyasi durumda ne gibi değişimler gözlendi?

Çoğu insan için bir şok ya da bir sürpriz değildi yaşananlar. Zorluk, üç farklı mücadele alanında meşruiyeti koruyabilmekti. Buna ‘mücadele’ demek korkunç bir şey farkındayım. Mülteci durumu var, bu birincisi. Ukrayna üzerinden giden Amerikan-Rus savaşın var, bu ikincisi. Ve de Gazze’deki soykırım var. Tüm bu üç olayda da Avrupa oldukça spesifik bir geri adım attı. Hatta sadece geri adım atmakla da kalmadı; insanların çektikleri eziyetleri yoğunlaştırma yönünde çalıştı. Bu anlamda an itibariyle Avrupa’nın meşruiyetini koruyabilmesi fiilen imkansız. Ekonomik güç hariç! Kendi yurttaşlarına, tebaasına sağladığı ekonomik güç. Yani bizim ekonomik ve siyasi gücümüz var, o halde bizi sorgulayamazsın.

Ve bu sadece bir Avrupalı referansı çünkü küresel ölçekte Avrupa kilit önemdeki oyunculardan biri değil. Kilit oyuncular: ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, BRICS… Küresel güç anlamında Avrupa olsa olsa bir parantez olur. Bu üç ahlaki konuya dair şu anki konumu bu. Çünkü bunlar ekseriyetiyle ahlaki konular, insanların çektikleri eziyetler var, insan hayatlarının kayıpları söz konusu ve Avrupa her türlü ahlaki standartlarla bağını her geçen gün biraz daha kopartıyor. Bu erdemle ilgili bir konu değil. Avrupa fikrinin değerleri çok zorlu -ki diğer kıtalarda benzerine rastlamıyoruz: Kimse Afrika değerlerinden, Asya değerlerinden Amerika değerlerinden bahsetmiyor ancak Avrupa değerleri var. Ve sahada erdem ile ahlak ile bağını kesen tek oyuncu Avrupa. Bu paradoksla onların baş etmesi gerekiyor, bu onların meselesi.

‘AVRUPA’NIN SİYASİ ELİTİ, AHLAKLA OLAN BAĞINI KESTİ’

Pylos katliamına geri dönecek olursak, sembolik bir olay olduğunu söylemiştiniz…

Evet, aslında bu kadar fazla hayatın kaybedildiği bir yerde kalkıp ‘sembolik’ demek çok zor. Ancak Avrupa’nın siyasi ve ekonomik elitlerinin bu durumdan şok olduklarını zannetmiyorum. Bu anlamda bir şokun varlığı, ahlaki ve etik bir omurganın var olduğu anlamına gelir. Ancak herkes için oldukça açık olan şey, Avrupalı siyasi ve ekonomik elitlerin akıllara gelebilecek her anlamda ahlak ile olan bağlarını kestiler. Bu da Pylos gemi kazasının insanları şok eden bir şey olmadığı anlamına gelir. Bu onların cevaplaması gereken bir soru. Aşağı yukarı aynı şey 2014’te Lampedusa’da yaşanmıştı, böylesi gemi kazalarının hemen hemen ilkiydi.

Bu, iletişim anlamında nasıl yaklaştığınla ilgili bir durum. Karakterini korumakla ilgili bir durum. Etik, ahlaki karakterini – her ne kadar bariz bir şekilde orada olmasa da. Bu anlamda bunun bir sorun olduğunu düşünüyorum; başka bir anlamda değil. Kimse bunu umursamadı. Eğer herhangi bir ahlaki düşüncen varsa Yunanistan’da toplama kampları kurmazsın.

TOPLUMSAL EŞİTSİZLİĞİN YENİ BİÇİMİ: İNSANDIŞILAŞTIRMA

Bunun sınırların dışsallaştırılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyor musunuz? Çünkü o gemi, AB’nin yaptığı anlaşmalar doğrultusundan bir yerden diğerini terk etmesi gerekiyordu. Ya da mülteciliğe bir ‘güvenlik’ meselesi olarak bakan ‘sınır güvenliği’ söylemiyle ilişkili olabilir mi?

Her ikisinin de bir kombinasyonu. Sınır dışsallaştırmasından bahsettiğimiz zaman şunu hesaba katmalıyız, önce aklımızda canlandıracağımız spesifik bir Avrupa sınırı fikrini görmeliyiz. Ki bu da mesela Yunanistan ile Türkiye sınırına, Yunanistan ile Libya sınırına vs tekabül ediyor. Gerçekte, 2016’dan itibaren kampların kurulmasıyla birlikte dışsallaştırmanın ilk sürecini yaşıyorduk.

Kimileri burada “Hayır, sonuçta Avrupa sınırları içerisinde” diyebilir. Ancak finansal kriz nedeniyle gündeme gelen Yunanistan, 2010’dan beri çeşitli şekillerde ekonomik anlamda batık bir devlet. Evet, görünürde bir egemenliği var ancak bu egemenlik fazlasıyla baltalanmış durumda. Çünkü egemenliğin ‘dereceleri’ var. Yani ‘egemenliğin ya vardır, ya yoktur’ gibi bir durum yok. Yunanistan ise pazarlık gücü yetisinin büyük bir kısmını kaybetti. Bu konularda bir sözü olma yetisinin büyük bir kısmını kaybetti.

Yani eğer bu perspektiften bakacak olursak 2016’dan itibaren kamplarla ve 20 bin kişilik Moria Kampı ile birlikte gelen süreç, sınır dışsallaştırılmasının esası. Çünkü AB ‘birleşmiş’ bir grup ülkeden oluşmuyor. Yunanistan ‘besin zincirinin’ dibinde yer alıyor. Yaşananlar işte böyle oldu. Pylos gibi bir katliamda da AB’nin mültecilikle baş etmek için elindeki tüm araçları kullandığını görüyoruz. Bu araçlar, sadece birlikteyken çalışırlar: Frontex var, Yunan Sahil Güvenliği var, Geri itme-ileriye itme vb. gibi fikirler var… Bu ‘normal’ bir anlatı, özellikle de Türkiye ve Yunanistan arasında. ‘Geri itme’ ya da ‘ileriye itme’ süregelen bir suçlama. Bu herkes geri itmelerden bahsediyor. Resmi makamlar, başbakan bile çıkıp ‘Türkiye mültecileri ileriye itiyor’ diyor. Gelgelelim Pylos Gemi Kazası, Yunanistan’dan İtalya’ya doğru bir ‘ileriye itme’ydi.

Garip bir insandışılaştırma var ortada. “Bu insanlar gerçek anlamda insan değil” diye düşünüyor siyasi elit ve ‘onların diğer insanlarla aynı derece saygıyı hak etmedikleri’ kanısını taşıyor. Herhangi bir Avrupa ülkesinde 600 insanın ölmesi hem o ülkeyi hem de muhtemelen diğer başka ülkeleri çekirdeğine kadar şoka uğratır. Ama Pylos’a gelince, ne ki? İnsandışılaştırma tüm hızıyla sürüyor: Gazze’de bunu görüyoruz. Maalesef toplumsal eşitsizliğin yeni biçimi bu. Her şey sadece kaynaklara erişimle ilgili değil aynı zamanda hayatta kalabilme becerisiyle de ilgili. Bu da oldukça hileli bir durum.

‘MÜLTECİLERLE BİR BAĞ KURULMUŞ DEĞİL’

Peki bu durumda mülteci meselesine gerçek anlamda siyasi bir yaklaşım nasıl örgütlenmeli? Düşmanca yaklaşımlar kadar apolitik yaklaşımlara da tanıklık ediyoruz. Sizce bu noktada işin eksik unsurları neler?

Bence çok zor. Çünkü bir taraftan ekonomiyi, kapitalizmi yapış biçimimiz –‘biz’ diyorum ama her neyse- toprak yakma politikasıyla sonuç verdi: Bir merkeziniz bir de periferiniz var -şimdilerde buna küresel kuzey ve küresel güney de deniyor. Şimdilik küresel güneyde durum insanlar için ulaşılamaz durumda. Ve bu kalıcı olacak, öyle değiştirebileceğimiz bir şey değil.

Şimdi apolitik yaklaşım çok önemli. Apolitik dediğimiz zaman, meseleyi bireyselleştirmek olarak algılamalıyız. Avrupa’ya gelmek isteyen bireyler var, -diyelim- Muhammed Avrupa’ya gelmek istiyor. Bir kez daha dev büyüklükte bir meşruiyet krizin var ve sen nasıl binlerce Muhammed’in yer aldığı anlatıyı devam ettireceksin? Bu durumla başa çıkma yönündeki her siyasi olmayan çaba bunu bir çevresel sorun olarak görüyor, iklim krizinin mültecileri yönlendirdiği düşünülüyor. Çok iyi gittiğini düşünmesem de bu meseleyi siyasileştirme anlamında bir çaba var.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde mültecilik hakkında alternatif söylemlere rastladınız mı? Güvenlik politikası olarak görenler var, emek gücünden kâr elde etme fırsatı olarak görenler var… Bu anlamda sizin alternatif eksikliği hissediyor musunuz?

Çok büyük bir alternatif boşluğu var. Bunun nedeni bence kendilerini göçmenlerle ve mültecilerle ilişkilendiren insanların açıklayıcı araçları tükendi. Küresel ekonomi ya da emek gücünün sömürüsü gibi konuları hakkında herhangi bir açıklama söz konusu olduğunda Fazla efektif olmayan bir anlatıları var. Bu durum atıl bir hal aldı. Bunun temel nedenlerinden biri, mülteci nüfusu pek çok sebepten dolayı söz bu siyasi sürece dahil olmadı. Yunanistan’da, Midilli’de bir şekilde dayanışmasını gösteren çok fazla insanımız var. Ancak küçük çaplı çabaların haricinde mültecilerle bir bağ kurulmuş değil.

Mülteciliğin yeni iskeleti, ancak mülteciler bu siyasi sürecin parçası olursa oluşturulabileceği kanısındayım. Mülteci politikası mimarisinin bir parçası da mültecileri depolitize etmeyi kapsıyor. Eğer anlatınızda “Bakın, Avrupa’da sadece birkaç müsait sandalye var” derseniz, girdiğiniz 20 bin kişilik kampta göreceğiniz insanlar sizinle aynı gemide değil demektir; bunlar rekabet ettiğiniz 20 bin kişi oluverirler. Tabii daha başka yollar da var: Herhangi bir ayaklanmada polis gelip çatır çatır sizi ezecektir.

Yani uygulanan çok farklı yol var. Kabul etmeliyiz ki temel sebeplerden biri, eleştirel analiz etmek gerekirse bizim Batılı yaklaşımımız. Marksizmi bile aynı şekilde ele alabiliriz: Marksizm, Latin Amerika’ya geçtiği zaman yeni bir hayat formu kazanmıştı. Bunun haricinde bir şekilde Avrupa topraklarında sıkışmış, durağanlaşmış, sorunlu hale gelmiş gibiydi. Bu ‘aydınlanmacı’ Avrupalı bakış açısıyla ancak bir yere kadar ulaşabiliriz. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. Bizim akılcı, hesaplamacı düşünce yolumuz bize ancak Sovyetler Birliği gibi sonuçlar verir, yapabileceğimizin en iyisi bu. Başka bir şey arıyorsak eğer limitlerimizin farkına varmamız ve mültecilerle birlikte çalışmamız gerekiyor. Söylemesi yapmasından kolay tabii. Ancak bence anlamlı alternatif bir anlatıya ancak bu yolla ulaşabiliriz.

‘AB, TOPLAMA KAMPLARI KURDUĞU ANDAN BERİ ZATEN AŞIRI SAĞCI’

Mülteci meselesinin geride bıraktığımız Avrupa seçimlerinde en önemli gündemlerinden bir olduğunu düşünecek olursak eğer, son dönemde sıkça dile getirilen ‘aşırı sağın’ yükselişini hangi açıdan okumamız gerekir?

Sonuçlar hiçbir açıdan sürpriz değil. Pek çok kişi ‘aşırı sağın’ ya da ‘faşizmin’ yükselişi hakkında konuşuyor. Şunu anlamamız gerekiyor: AB’nin toplama kampı çözümüne bağlandığı andan itibaren aşırı sağın, alışılagelmiş uygulamalarını benimsemiş oldu. Nazizmin alışılagelmiş uygulamalarını benimseyerek geri getirdi. Pek çok insanın, Almanların bile buna tepkileri var “Nasıl bunları kıyaslayabilirsiniz” diyorlar ve ekliyorlar “Bir tarafta imha kampları var diğer tarafta -örneğin- Moria”. Bunun yanıtı gayet tarihi olacaktır; kamplar ‘imha kampları’ olarak başlamadı.

Varşova Gettosu2 gibi örneklerle başladı bilebiliriz belki?

Kesinlikle! Devamında ‘Nihai Çözüm’e ulaşıldı ve böylece kitle imhayla karşılaşıldı. Bundan önce sermaye için ücretsiz emeğin sömürüldüğü yerler vardı. Bu gruplardan büyük kazançlar elde eden şirketlerin isimlerini sizler de sayabilirsiniz. Yani bunun bir parçasıydı.

AB işte bu duruşu benimseyince aslında aşırı sağa göz kırpmadı, şöyle söyledi: “Şimdi bizim de böyle bir seçeneğimiz var ve bu seçeneğe açığız. Ve bu seçenek insanları radikalleştirdi (aşırı sağ anlamında). Dolayısıyla aşırı sağı anlama noktasında bunun kilit önemde olduğunu düşünüyorum. Yoksa mesele Meloni değil. Aslında bakarsanız Yunanistan’da aşırı sağ ile ‘aşırı-sol’ bir hükümet olması gereken SYRIZA ve Çipras döneminde yüzleşti. Kampları kuran hükümet işte bu hükümetti!

Görmemiz gereken şey işte bu. Örneğin İspanya’da hükümette sosyalistler var, Türkiye’de de yıllar içerisinde bir gün olabilir, biliyorum kulağa biraz acayip geliyor ama sadece varsayalım. İşte bu yüzden bizim bu durumu deşifre edebiliyor olmamız gerekli. Çünkü aşırı sağın yükselirken mülteci meselesini yönetiyor oluşu, Avrupa’da son 30 yılın en önemli gelişmesiydi, krizden bile önemli. Ya da tartışılabilir bir şekilde tarihsel önem olarak Berlin Duvar’ının bile önüne koyabilirsiniz. Bu yeni bir durum, yeni bir şey yaşanmakta.

1 Yunanistan’ın Pylos (Navarin) kasabası açıklarında yüzlerce mülteciyi taşıyan ‘Adriana’ isimli tekne geçtiğimiz yıl uluslararası sularda batmıştı. Balıkçı teknesinin batmasıyla birlikte 600’ü aşkın mülteci hayatını kaybederken Avrupa Birliği (AB) ve Yunanistan makamları ‘erken müdahale şansını değerlendirmediği’ için eleştirilerin hedefinde.