‘Trendeki Kız’: Banliyö öldürür!
“Trendeki Kız”, New York’un banliyölerinde yaşayan üç kadının birbiriyle kesişen hikayesine odaklanıyor. Filmin, Rachel’i canlandıran Emily Blunt’a Oscar adaylığı getirebileceği konuşuluyor.
Amerikan ‘orta sınıfı’nın alametifarikası olarak banliyö hayatı sinemada tekinsizliğin, yabancılaşmanın, mutsuzluğun ve tatminsizliğin hüküm sürdüğü alan olarak anlatıla geldi. Hatta bütün bunların birleştiği noktada işin cinayete kadar vardığına tanıklık bile ettik. Çoğunlukla iki kat ve bir terastan oluşan, önü bahçeli, ağaçlık içinde, önünde park alanı, arkasında barbekü seti ve havuz bulunan bu evlerden mürekkep mahallelerde yaşayanlar hep tuhaftır. Erkekler, tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız garip işlerde çalışır ve çok para kazanırlar. Kadınlar güzel elbiseleri içinde yemek yapıp, kocalarını bekler, bebek bakarlar. Erkekler işyerinden kadınlarla, kadınlar da çoğunlukla alt sınıftan adamlarla eşlerini aldatırlar. Gerilim de çoğunlukla bundan sonra çıkar.
Bu atmosferin karakterlerinin en ayırt edici özelliklerinden birisi de kendi mutsuzluğu içinde giderek dibe doğru yuvarlanırken, başkalarının mutlu olduğunu düşünmek ve onu kıskanmaktır. “Amerikan Güzeli”, “Tutku Oyunları”, “Hayallerin Peşinde”, “Kayıp Kız”, “Stepford Kadınları” bir çırpıda sayabileceğimiz filmler. Bu hafta gösterime giren “The Girl on the Train” (Trendeki Kız) de bu halkaya eklenecek yapıtlardan. Yukarıda anılanlar kadar güçlü bir film mi? Bize göre değil.
ÜÇ KADIN, KESİŞEN YOLLAR
“Trendeki Kız”, New York’un banliyölerinde yaşayan üç kadının birbiriyle kesişen hikayesine odaklanıyor. Kocası tarafından terk edildikten sonra kendisini alkole vermiş, gerçeklikle bağlarını koparmış ve kafasındaki kurgulara inanmaya meyilli Rachel hikayenin odağındaki isim. Her gün trenle New York’a giderken geçtiği banliyödeki ‘muhteşem’ hayatlara bakarak öfkesini büyütüyor. Öfkeli olmasının nedeni sınıfsal değil. Çünkü bir süre öncesine kadar parçası olduğu o hayatı, kocasıyla birlikte aldığı evi bırakmak zorunda kalmış. Şimdi o evde kocasının yeni eşi, küçük çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Rachel bir yandan bu ‘mutlu’ hayata öfke duyarken, eski evinin yanındaki komşularının saadetine ise imrenerek bakıyor. Hikayenin diğer iki kadının ise Rachel’in eski eşiyle evlenen Anna ve imrenerek baktığı çiftin kadın olanı Megan.
Paula Hawkins'in ses getiren romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda oturan Tate Taylor’u 2011’de Oscar’a da aday olan “Duyguların Rengi” filminden hatırlıyoruz. Film, üç kadının ‘ideal’ gibi görünen bu hayata karşı bağlılıklarını ve uzaklıklarını anlatmakta belli bir noktaya kadar etkili. Rachel’in yalnızca âşık olduğu adamı değil, bir hayat formunu kaybettiğini anlıyoruz her halinden. Anna’nın ‘konforlu aile’nin ayrıcalıklarını kaybetmemek için içine düştüğü sessizliği ve çıkışsızlığı da görebiliyoruz. Megan’ın geçmişindeki arızalarla birlikte yaşadığı hayattaki tatminsizliği giderme yolları da ikna edici sayılabilir.
İŞİN İÇİNE KAN BULAŞINCA…
Ancak film, ana eksenini bir cinayet üzerine oturtuyor ve asıl olarak bunu yaparken çuvallıyor. İşin bu kısmında Rachel’in motivasyonunu anlayamadığımız gibi, kim olduğunu hemen anladığımız katilin kişiliğine dair çok söz söyleniyor da bu seyirciye bir türlü geçmiyor. İşin entrika kısmı ağır aksak gidince filmin temposu düşüyor, kendini tekrar etmeye, aynı yerlerde dolanmaya başlıyor ve 45 dakika önce anladığımız sürpriz olmayan finale doğru yavan bir şekilde akıp gidiyor. Üstelik beyazperde.com sitesindeki habere göre Lisa Kudrow'un canlandırdığı Monica karakteri filmde yer alsa da aslında romanda böyle bir karakter bulunmuyor. Bu kitabı senaryoya aktaran Erin Cressida Wilson’in hikayenin düğüm noktasını çözmekte ne kadar zorlandığını da anlatıyor bizlere. Çünkü çok da işlevsel olmayan bu karakterin bir tane diyaloglu sahnesi var ve orada da Rachel’in dertleri ve filmin düğümü çözülüyor. Bir hikayeye karakter eklemekte sorun yok tabii ama karakterin iki cümle ile bütün hikayeyi bir anda özetlemesi senaryonun da gücünü büyük oranda kırdığı gibi, işin kolayına kaçmak oluyor haliyle.
“Trendeki Kız”, çok iddialı geldi gelmesine de bu iddianın altından kalktığını söylemek çok zor. Rachel’i canlandıran Emily Blunt’a Oscar adaylığı getirebileceği konuşuluyor. Mümkündür çünkü zor bir karakterin altından kalkmayı başarıyor oyuncu. Ama asıl dikkat çekici olan birkaç hafta önce “Muhteşem Yedili”de de karşımıza çıkan Haley Bennett’in performansı. 2016 onun yılı olmuşa benziyor.
ORİJİNAL ADI: The Girl on the Train
YÖNETMEN: Tate Taylor
OYUNCULAR: Emily Blunt, Rebecca Ferguson, Haley Bennett, Justin Theroux, Luke Evans
YAPIM: 2016, ABD
SÜRE: 105 dk.
VİZYON TARİHİ: 7 Ekim 2016