Borç krizi kapıda
Dünya ekonomisinde kriz eğilimleri giderek derinleşiyor ve süregelen kriz farklı alanlarda yeniden üretilebiliyor. Borç krizi ve bunun potansiyel bileşeni olarak firma borçluluğu, önümüzdeki dönemde giderek daha önem kazanacak. Özellikle döviz biçiminde firma borçlarının yüksek olduğu bir ortamda döviz kuru yükseliyorsa!
2016, kapitalizmin tarihi boyunca finans kapitalin en güçlü olduğu yıl olarak tarihe geçecek. Bunun nedeni, dünyadaki finansal olmayan borcun, yani firma borcu, bireysel borç ve devlet borcunun toplamının 152 trilyon dolar ile şu anki dünya milli gelirinin 2 katını aşması. Finansal olmayan firmaların da karlarını finansal alandan elde etmeye başlamasından beri, finans kapitali alışılageldiği gibi bankaların sanayiciler üzerindeki hakimiyeti olarak tanımlamak zor. Ancak dünya genelinde borcun gelirin iki katını aşmasının, kreditörlerin mutlak egemenliği anlamına geldiği açık. Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından geçtiğimiz hafta açıklanan Mali İzleme Raporu’na (Fiscal Monitor, MİR) göre, bu borcun 3’te 2’si firma borcu (s. 1). Yani özel sektör borcu kaynaklı sorunlar, önümüzdeki dönemde olası bir borç krizinin temel dinamiği olabilir. Dolardaki yükselmeyi bir de bu açıdan düşünün.
BORÇLAR NEDEN ARTIYOR?
1970’li yıllardaki kriz sonrası “paranın üretimden özgürleşmesi”, sınıf mücadelesinin bir uğrağıydı. Sınıf mücadelesi şiddetlenince kredi genişlemesi, çalışanların taleplerini karşılıyor gibi görünüp aslında onları borçlandırarak disipline etmenin bir yolu olarak uygulandı. 1970’lerden 2008 krizine kadar gelen süreçte, özellikle bireysel borçlanmanın artışı geliri harcamalarından daha az kesimler için bir zorunluluk, genel ekonomi açısından ise özel kanallarla talep yaratma mekanizmasının işlemesi anlamına geliyordu.
Şimdi ise borçlanma dinamikleri açsından özel bir konjonktürdeyiz. Süreklilik içerisinde farklılaşmayı yaratan, 2008 krizi sonrası önemli kapitalist merkezlerde geliştirilen politika tepkisidir. Geçtiğimiz haftalarda yine bu köşede, 2008 sonrası politika tepkisinin para politikası odaklı geliştiğine, 2016 itibariyle ise bunun sınırlarına gelmeye başladığımıza işaret etmiştim. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde faizin sıfırlanması ve parasal genişleme hamleleri, krizden kredi genişlemesi yani borçlanmayla çıkma çabası anlamına geliyordu. Beklenen ekonomik toparlanmanın bir türlü yakalanamaması negatif faizi gündeme getirdi ve halen dünyada negatif faize yatırılan fonların miktarı giderek artıyor.
Erken kapitalistleşen ülkelerde uygulanan bu politikalar, firma borçlarının artmasında katalizör işlevi gördü. Ayrıca, aynı politikalar, aralarında Türkiye’nin de olduğu geç kapitalistleşen ülkeler açsından da benzer sonuçları doğurdu. Merkez ülkelerdeki politika tepkisine paralel olarak şekillenen sermaye akımları bollaştığında, “yükselen piyasalar” olarak adlandırılan ülkelerde döviz biçiminde borçlanmak giderek daha cazip hale geldiğinden, firma borçları, özellikle de bu borçlar içindeki döviz biçiminde olan borçlar hızla arttı.
KREDİNİN İŞLEVLERİ
Bir ödeme vaadinin oluşturulması ve bunun alınıp satılabilmesi anlamındaki kredi ilişkisi, alım-satım ilişkisinin tabi olduğu zaman-mekan bağımlılığını ortadan kaldırdı. Özellikle kredi paranın gelişimi, üretimin meta-paraya bağımlı deflasyonist sınırlarını aştı ve kredi, kapitalist ekonominin eski kalıpları kırmasında ve sermaye birikiminin hızlanmasında kritik bir işlev gördü.
Krediye farklı açılardan bakabiliriz. Kreditörler açısından kredi, sermayenin metalaşması, alınıp satılır hale gelmesi anlamına gelir. Sermayeleşen bir meta olarak kredinin kreditör açısından anlamı açıktır. Kreditör faiz gelirinin peşindedir. Borçlu ise, kendine özgü olan bu metaya sahip olarak faklı işlevleri yerine getirebilir. Eğer borçlu bir özel firma ise burada kredi, mal ya da hizmet üretimi için kullanılacak bir meta, yani sermaye işlevi görecektir. Burada firmanın artı değer üretimindeki başarısı, kreditörün verdiği kredinin sosyal geçerlilik kazanmasına neden olacaktır.
Eğer borçlu bireyler ise, kredinin işlevi ihtiyaçların karşılanması olacaktır. Ancak buradaki ihtiyaç karşılama, kişiler için gelecekte elde edecekleri gelirleri şimdiden harcamak anlamına geldiği için, gelirinin artmadığı durumda borç alan için ilk borç, bir borç sarmalının başlangıcı anlamına gelecektir. Eğer borçlu devlet ise, buradaki borcun işlevi öncekilerden farklıdır. Borç devlet açısından gündelik işlerin yürütülmesinde kullanılabileceği gibi gelir açığının kapatılmasında da kullanılabilir. Ancak borcun devlet için esas anlamı onun bir ekonomi politikası aracı olmasıdır.
REEL SEKTÖR KRİZİ NEYE BENZER?
Dünyadaki borcun büyük kısmı özel sektör borcu, yani ticari kredi. O zaman bu kredi ilişkisi üzerinde biraz daha detaylı düşünmekte fayda var. Zira önümüzdeki dönemde borç krizinin alabileceği biçimlerin başında bu geliyor. Ticari kredide bankanın verdiği kredinin, gerçekten para işlevini görebilmesi için geçerlilik testinden geçmesi gerekir. Zira bankanın verdiği kredi, yaygın kanının aksine, mevduat gibi herhangi bir varlığın karşılığı değildir. Kredi, bankanın çıkardığı özel paradır. Ex-nihilo olarak yaratılır. Bu parayı kullanan üretici, üretim sürecini sorunsuz tamamlayıp üretilen metaları sattığında, bankanın çıkardığı özel para, gerçek paraya dönüşür, sosyal geçerlilik kazanır. Banka burada, üretilen artı değerden faiz biçiminde payını alır.
Ticari kredilerden bazılar başarılı bazıları da başarısız olabilir. Başarısız olanlardan kaynaklanan kayıplar enflasyon yoluyla sosyalleştirilir. Ancak geçerlilik testinden geçemeyen birimler çoğaldığında, kredinin ex-nihilo niteliği belirginleşir ve banka likidite sıkışıklığı yaşayarak iflasın eşiğine gelir. Pek çok bankanın iflası sistemi kilitler ve çöküş kaçınılmaz olur. Ta ki merkez bankası gelip bu kilidi açana kadar. Merkez bankası, özel zararı sosyalleştirerek kilidi açar. Devalüasyon, enflasyon ya da reel ücretlerin azaltılması (internal devaluation) bunun biçimlerindendir.
Kredi para, yani borç ilişkisi sadece bankalar tarafından yaratılmaz. Özellikle ABD gibi banka temelli olmayan finansal sistemlerde finansal olmayan firmaların bizatihi kendileri, birer finansal aktör gibi ödeme vaatleri ile borçlanabilmektedir. Bu model, ticari kredide olduğunun aksine, yani bankacılık sistemi dolayımı olmayan bir modeldir ancak finansal aracılar kullanılabilir. Firmanın aldığı kredinin geçerliliği bizzat üretimin başarısına bağlıdır. Karlılıktaki azalma, hem borçların artmasına hem de gelecekteki borçlanmanın daha da güçleşmesine neden olur. Sonunda özel kredi sosyal geçerlilik kazanmadığında, finansal bir aktör olarak hareket eden finansal olmayan firmanın piyasa değeri hızla düşer ve iflasın eşiğine gelir.
KREDİ KUMARI TUTACAK MI?
Holloway ve W. Bonefeld* (2007, s. 7), kredi genişlemesini, yani firma borçlarındaki artışı şöyle açıklamışlardı:
“Kredi, her zaman, gelecek üzerine oynanan bir kumardır, olmayan bir şey üzerine girilen bir bahistir: Emeğin gelecekteki sömürüsü, halihazırda varolan sömürü gibi işlem görür. Eğer kapitalist, işçilerini gelecekte yeterince sömürme işinde başarılı olursa, bahsi kazanır; ama olamazsa hem kapitalist hem de banker kaybeder”.
Holloway ve Bonefeld’in “gelecek üzerine kumar” olarak tanımladığı kredideki risk, yazının başında sözünü ettiğim IMF raporunda da önemli bir tehdit olarak görülüyor. IMF’in (MİR, s. 9) tanımına göre borçlunun borç servisi, gelecekteki ödeme kapasitesini aştığında, borçlar tehdit haline gelmeye başlamıştır (debt overhang), borç krizi kapıdadır. Borç temerrüdü durumunda firmalar yatırımlarını ve tüketimlerini azaltacaklar, bu ise karları da azaltacağından, yeni borçlanmayı zorlaştıracaktır.
Kısacası, dünya ekonomisinde kriz eğilimleri giderek derinleşiyor ve süregelen kriz farklı alanlarda yeniden üretilebiliyor. Borç krizi ve bunun potansiyel bileşeni olarak firma borçluluğu, önümüzdeki dönemde giderek daha önem kazanacak. Özellikle döviz biçiminde firma borçlarının yüksek olduğu bir ortamda döviz kuru yükseliyorsa!
* J. Holloway ve W. Bonefeld (2007) “Para ve Sınıf Mücadelesi”, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi (içinde), Çev. Münevver Çelik, İstanbul: Otonom Yayınları, s. 13.34.
Ümit Akçay Kimdir?
Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Akçay lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme programında almıştır. Güncel olarak, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma, yeni otoriterliğin ekonomi politiği konularıyla ilgilenmektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl: Türkiye'de Kriz, Devlet ve Siyaset (İstanbul, Doğan Yayınları, 2024), Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV Yayınları, 2007) kitaplarının yazarı; Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene Yayınları, 2016) kitabının ortak yazarıdır. Akçay’ın Cambridge Journal of Economics, Contemporary Politics, Globalizations, Internaltional Journal of Political Economy, European Journal of Economics and Economic Policies ve Journal of Balkan and Near Eastern Studies gibi dergilerde uluslararası yayınları bulunmaktadır.
İlerici neoliberallerin otoriter popülistlerle imtihanı 14 Kasım 2024
Ekolojik emperyalizm 07 Kasım 2024
IMF, çoklu kriz konjonktüründe ne öneriyor? 31 Ekim 2024
Almanya’nın ekonomik modeli krizde mi? 24 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI