YAZARLAR

Portre asla bitmez!

Oyuncu olarak tanıdığımız Stanley Tucci bu kez kamera arkasına geçiyor ve 20. yüzyılın önemsi sanatçılarından Alberto Giacometti’nin son dönemine ve en büyük eserlerinden birinin yaratım sürecine götürüyor seyirciyi.

Stanley Tucci muhteşem bir oyuncu olmasının yanı sıra (kendisine yakın zamanda Feud dizisinde Jack Warner’ı canlandırırken hayran olmuştuk) kamera arkasına geçmeyi de seviyor. 1996 tarihli “Big Night”ı, iki yıl sonra “The Impostors” takip etmişti. Sonra 2007’de “Blind Date” geldi. Şimdi de “Son Portre” ile bir kez daha karşımızda.

20. yüzyılın 2. Dünya Savaşı öncesi dönemi özellikle de resim, heykel gibi sanat dallarında birçok dehanın aynı anda ortaya çıkmasına vesile olmuş görünüyor. Dali’den Picasso’ya, Frida’dan Rivera’ya Miro’dan Balthus’a liste uzayıp gidebilir. Nasıl çıkmasın ki, koca bir dünya savaşı geride bırakılmış, üzerine Sovyetler Birliği’nde devrim olmuş, Almanya devrimin eşiğinden dönmüş, Avrupa İkinci Bir Dünya Savaşı’na doğru hızla ilerliyor… Bu ahval ve şerait içinde dünyanın gidişatını anlamaya çalışan bu parlak beyinler, diğer yandan da bu gidişatı ifade edecek yol ve yöntemler arıyorlar kendilerine. Boşuna değil, birçok akımın ortaya çıkması bu dönemde. Stanley Tucci de dönemin önemli ressam ve heykeltıraşlarından Alberto Giacometti üzerine bir hikaye anlatmaya karar vermiş.

f22 .

Ancak hikayenin odağında Giacometti’nin hem eğitimi sürdürdüğü hem de kendisini ifade edecek yollar aradığı savaş öncesi değil, ömrünün son demlerini yaşadığı 60’lı yılların ortası yer alıyor. Amerikalı yazar James Lord için yaptığı portrenin hikayesini izliyoruz. Film, Giacometti’nin bir türlü tatmin olamadığı, hiçbir eserini bitmiş kabul etmediği ve bu yüzden fazla gün yüzüne çıkarmadığı bir döneminde geçiyor.

ABD’li yazar James Lord’un hakkında yazdığı eleştirileri beğenen Giacometti, kendisini portre yapmak için stüdyosuna davet ediyor. Birkaç gün sürmesi planlanan bu yaratım süreci haftalara yayılıyor. İkilinin ayrılışından bir süre sonra da Giacometti ölüyor. Lord’un 1965 yılında çıkan “A Giacometti Portrait” isimli kitabından esinlenerek çekilen film, bir yandan resim sanatı hakkında fikirler verirken, diğer yandan da bir dehanın iç dünyasına davet ediyor izleyiciyi.

‘BEN OLDUM’ DEMEMEK LAZIM

Film, bir yandan kendisini yüzyılın ilk yarısında var etmiş bir dehanın, savaş sonrası dünyasını seriyor gözler önüne. En iyi eserlerini yaptığını düşünen, hayatı boyunca gerçekleştirdiği arayışların bir türlü tamama eremeyeceğine ikna olmuş, para-pul derdi (ve talebi) olmayan bir tür ‘arıza’ ile karşı karşıya kalıyor seyirci. Dönemin önemli sanat insanlarına dair yazılan kitaplardan ve özellikle de çekilen filmlerden anlıyoruz ki, delilik ile dehalık arasındaki çizgi çok ince ve bu karakterler ikisi arasında gidip gelebiliyor bazen.

Lord’un portresinin yapılmasına dair teklifle okşanan gururu, zaman ilerledikçe ve ABD’ye dönüş planları ertelendikçe yerini sıkıntıya bırakıyor. Kendisini Giaconetti tarafından esir alınmış hisseden yazar, bir yandan da ortaya çıkacak eseri merak ettiği için kendisini sürecin dışına atamıyor.

Lord’un Giacometti ve onun kardeşi Diego ile sohbetlerinden yalnızca bir yaratıcının hezeyanlarına dair değil aynı zamanda yaratımın kendisine dair de fikirler edinmek mümkün oluyor. Giacometti, bir eserin bitmiş olmasının, yaratıcının bittiğini düşünmesinin en büyük hata olduğunu söylüyor örneğin. Eğer bir sanatçı “ben oldum” diyorsa artık bir şey üretemez demeye getiriyor adeta. Sanki son portresi olacağını sezmiş gibi tekrar tekrar ele alıyor önündeki eseri. Her defasında baştan başlıyor. Ki eser bittiğinde Giacometti’nin başyapıtlarından birisi olarak geçiyor kayıtlara.

DIŞ DÜNYAYA KAPALI BİR EVREN

Filmin geçtiği dönemin ve kentin (Paris) dış dünyasına kapalı olması dikkat çekici yanlarında. Bu 60’lı yılların ortası gibi oldukça hareketli bir dönemin filmin kahramanları üzerinde nasıl bir etki yarattığına dair fikir edinmemizin önüne geçiyor bir yandan. Karakterleri daha çok stüdyo ve restoran/barlarda görüyoruz. Ancak buradaki sohbetlerde de kişisel meseleler öne çıkıyor. Giacometti’nin hem karısı hem de metresiyle kurduğu ilişkiler, kendi döneminin ressamlarına dair söyledikleri vs. Bu durum bir yandan karakterlerin hangi toplumsal konuşlar içinde olduklarını, Giacometti’nin kendisini böylesine soyutlamasının ‘dışarıdaki’ etkilerini görmemizin önüne geçiyor. Ancak öte yandan da aynı tercih nedeniyle kendisi dışındaki dünyayı fazla önemsemeyen, kendi eserine ve dünyasına odaklanmış ve başkasıyla değil kendisiyle rekabet eden bir yaratıcıyı yakından tanıma olanağı da sunuyor.

Geoffrey Rush’ın Giacometti’ye hayat verdiği filmde James Lord’ta Armie Hammer, Diego’da Tony Shalhoub ona başarıyla eşlik ediyor. Filmin iki kadın karakterine hayat veren Clémence Poésy ve Sylvie Testud’u anmadan geçmeyelim. “Son Portre” haftanın en iyi seçeneği olmasının yanı sıra, sanatla, sanat tarihiyle ve her türden yaratıcı süreçlerle ilgilenen sinemaseverler için biçilmiş kaftan…

ORİJİNAL ADI: Final Portrait

YÖNETMEN: Stanley Tucci

OYUNCULAR: Geoffrey Rush, Armie Hammer, Tony Shalhoub, Sylvie Testud, Clémence Poésy

YAPIM: 2017 İngiltere- Fransa

SÜRE: 94 dk.