YAZARLAR

1 Mayıs: Kimdir freelance çalışanlar, nedir gig economy?

Yapılması gereken Türkiye’nin bir üretim ekonomisine geçmesidir. Üretim ekonomisi hem istihdam yaratacağı hem de dışa bağımlılığı azaltacağı için önemlidir. Üretim ekonomisine geçmek kapalı, korumacı ekonomiye dönmek anlamına gelmez, ama ülke ekonomisinin piyasada pazarlık ve takas kapasitesini artırır.

Kutlu olsun 1 Mayıs! Elbette böyle bir günde 1 Mayıs’ın adına ve tarihsel kazanımlarına yakışır bir biçimde bir bayram havasında kutlanması, emekçilerin insana yakışır iş, eşit işe eşit ücret hedeflerine ulaşmış olması, hak mücadelelerinin kazanımlarla sonuçlanması ile mümkün olabilirdi. Oysa bulunduğumuz nokta emekçilerin haklı taleplerinden çok daha uzakta. O yüzden böyle günler büyük sloganlar ve nostaljik anmalar yerine durup düşünmek, bir hesap çıkarmak ve olanla olması gereken arasındaki mesafeyi ölçmek için önemli anlar. Durumun yapısal dinamiklerini anlayabilmek için de dünyada ve Türkiye’de istihdam koşullarında ve çalışma ilişkilerinde nelerin değiştiğini görmek gerek. Madalyonun diğer yüzünde ise söz konusu değişikliklere karşı emeğin ekonomik ve sosyal konumunu güçlendirecek politika seçeneklerine bakmak gerek.

NEDİR BU 'GİG ECONOMY', KİM BU 'FREELANCE' ÇALIŞANLAR? 

Dünyada emeğin durumuna dair değişimlerin bir kısmı kapitalist sistemin yenilenmesinden, yani sisteme yeni metaların, yeni piyasaların ve yeni coğrafyaların dahil olması sonucu üretim sürecinde ve çalışma ilişkilerinde ortaya çıkan değişikliklerden kaynaklanıyor. Küreselleşme sürecinde belirleyici olan hizmetler sektörü, yalnız işletme hizmetleriyle değil aynı zamanda tüketicilere yönelik kişisel hizmetlerin de metalaşması ve yeni biçimlerle piyasaya sürülmesiyle daha önce görülmemiş düzeylerde esnek ve farklı ölçeklerde uzmanlaşmış istihdam alanları yaratıyor.

İnsan kaynakları yönetiminin son mucizesi, neredeyse herkesin, herhangi birinin çalışabileceği niteliksizlikte iş parçaları yaratıp, hemen hemen hiç kimsenin kendini besleyemediği bir düzen kurması oldu. Bilinen adıyla gig economy, Türkçe’deki karşılığıyla esnek ekonomi kişisel hizmetler, bakım hizmetleri, taşımacılık, eğlence sektörü, perakende satış ve benzeri alanlarda kısa süreli, neredeyse parça başı düzeyinde istihdam sözleşmeleriyle tüketicilere yeni hizmet ürünleri sunuyor.

Ancak bu sektörlerde hâkim şirketler, çalışanları bireysel sözleşmelerle istihdam ederek, her birini “kendi işinin patronu” ilan ederek, bir taraftan tam istihdam ya da hayat boyu istihdamın maliyetinden kurtulmuş oluyor, diğer taraftan bu bireysel sözleşmeli emekçilerin kolektif bir talepte bulunmasının önüne geçmiş oluyor. Hemen her sektörde karşımıza çıkan freelance ya da kendi hesabına çalışan emek, bireye nasıl ve ne kadar çalışacağını seçme hakkı veriyor gibi görünse de işverenin sorumluluğundaki çalışma haklarını, sosyal hakları ve işçi sağlığı ve iş güvenliği düzenlemelerini de emekçiye yıkıyor. Gig economy, herkesin çalıştığı kadar kazandığı, ancak kimsenin çalışarak insana yakışır bir yaşam standardına ulaşamadığı bir düzen yaratıyor.

TEKNOLOJİK İŞSİZLİK KİMLERİ NASIL ETKİLİYOR? 

Bu yeni nesil işlerin ve üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan bir başka gelişme de çalışma hayatındaki dijitalleşme oldu. Dijitalleşme bir taraftan üretim süreci üzerindeki denetimi artırdı, diğer taraftan çalışanların dijitalleşmeye dair temel bazı vasıfları olmasını zorunlu kıldı. Dolayısıyla dijital uçuruma maruz kalan, yeni çalışma alanlarına dair temel vasıflardan yoksun kitleler emek piyasasının dışına itilmiş oldular. Bu durum çalışma hayatındaki eşitsizlik içerisinde yeni katmanların ortaya çıkmasına yol açtı. Piyasadaki dijitalleşmenin en somut çıktılarından biri de e-ticaretin yaygınlaşması oldu. Eski tip mağazacılık, kişisel karşılaşmalar içeren satış deneyimi hatta yeme-içme ve eğlence sektörü bile e-ticaretten doğrudan etkilendi. Bu alanlarda istihdam edilenler bir takım teknolojik becerilere sahip oldukları ve yeniliklere uyum sağladıkları ölçüde sistemin içinde kaldılar, ancak piyasadaki dijitalleşme emek piyasasında önemli bir kesimin sistemin dışına itilmesine yol açtı. Bu dönüşümün örneklerini finans sektöründe çalışan beyaz yakalılardan çağrı merkezi çalışanlarına kadar genişletmek mümkün. İnternet bankacılığının gelişmesi, e-ticaretin yaygınlaşması, buna uygun bir lojistik ağının hızlı gelişimi yeni istihdam alanlarının ortaya çıkmasına ve eskilerinin silinmesine neden oluyor.

PANDEMİDEN SONRA HER ŞEY ESKİYE DÖNER Mİ?  

Emeğin dünyadaki durumuna bakarken ister istemez pandeminin etkisini de irdelemek gerekiyor. Pandemi ve kapanma sürecinin en önemli sonuçlarından biri uzaktan çalışma düzeninin yaygınlaşması oldu. Bu durum özellikle hizmetler sektöründe belirleyici oldu. Ancak başlangıçta geçici bir önlem olarak görülen evden çalışma çalışanların bir kısmı için de olsa kalıcı bir pratiğe dönüşecek gibi görünüyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri evden çalışmanın şirketler için maliyetleri azaltan bir unsur olması. Ancak çalışanlar açısından bakıldığında iş-yaşam dengesinin bozulması, hanedeki maliyetlerin artması, üretim süreci üzerindeki denetimin özel hayata yansıması gibi unsurlar uzaktan çalışmanın yalnızca ne giydiğinizle veya evinizin konforuyla ilgili olmadığını düşündürüyor. Pandemiyle ilgili ikinci bir konu ise şirketlerin pandeminin olumsuz etkilerini geri çevirmek ve pandemi öncesi kârlılık oranlarına geri dönmek için yoğun bir çaba sarf etmeleri. Ancak tedarik zincirlerindeki aksaklıklar, yükselen talep, artan fiyatlar nedeniyle enflasyonun küresel ölçekte yükselmesi bir taraftan pandemi ekonomisinden çıkışı zorlaştırırken diğer taraftan kitleleri de daha kırılgan bir konuma itiyor. Şirketlerin pandeminin etkilerini geri çevirme çabası emekçiler üzerinde baskıyı artırıyor. Enflasyonist ortam ve artan fiyatlar en fazla emek piyasasının alt kesimlerini etkiliyor, emekçilerin ekonomik olarak ayakta kalmasını zorlaştırıyor. Sonuç olarak pandeminin yükünü hem üretici hem tüketici hem vergi veren hem de sosyal korumaya muhtaç olan kitleler sırtlanıyor.

TÜRKİYE'DE EMEĞİN DURUMU

Buraya kadar anlatılanlar, gelecekte emeğin yeni ve dinamik koşullara maruz kalacağının bir işareti. Bugünü bu çerçevede okumak, geleceğe yönelik doğru adımlar atmak, doğru taleplerde bulunmak için büyük önem taşıyor. Dünyada yaşanan tüm gelimeler Türkiye’yi de doğrudan etkiliyor. Türkiye’nin küresel ekonomiyle bağımlılık derecesinde bütünleşmiş olması küresel krizlerden, tedarik zincirindeki aksamalardan ve küresel enflasyon artışından da benzer biçimlerde etkilenmesine neden oluyor. Küçük ya da büyük tüm işletmelerde işverenler pandeminin etkisini tersine çevirmek için bir taraftan fiyatları, diğer taraftan emek sömürüsünü artırıyor. Yaklaşık altı aydır yoğun bir biçimde devam eden işçi eylemleri, kurye direnişi, gemi söküm işçilerinin mücadelesi, çorap işçilerinin mücadelesi akla gelen birkaç örnek. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun Mart ayında yayınladığı rapor, emek mücadelesinin seyrek ama yaygın bir biçimde devam ettiğini gösteriyor. Hükümet Türk Lirası’nın değer kaybı ve yüksek enflasyon nedeniyle asgari ücrete zam yapmak, piyasaya ve fiyatlara müdahale etmek zorunda kalıyor. Ama ne yazık ki bütün bu çaba ne makroekonomik göstergeleri düzeltmeye ne de emeğin hakkı olan insana yakışır yaşam standardına ulaşmasına yarıyor; onun yerine bir çalışan yoksullar ordusu yaratıyor.

Türkiye’de emeğin durumuna bakarken dünyayla benzeşen yanları kadar kendine özgü sorunlarını da konuşmak gerekiyor. Her şeyden önce Türkiye’de emeğin üretkenliği çok düşük. Dünyanın en büyük yirmi ekonomisinden biri olmasına rağmen emek üretkenliğindeki sıralaması kırklarda, yani Türkiye’de emek katma değer yaratmıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü ülke göstergelerine göre işgücüne katılım oranı çalışma yaşındaki nüfusun yalnızca yarısına ulaşıyor, bu oranda da kadınlar erkeklerden çok daha az yer alıyor. Sekiz milyon üniversite öğrencisi olmasıyla övünen Türkiye’de üniversite mezunu olmak ne istihdam ne de verimlilik açısından bir şey ifade ediyor; üniversite eğitimi nitelikli işgücü yaratmıyor, yalnızca gençlerin işsizlik rakamlarına dahil olmasını bir süreliğine geciktiriyor. Bütün bu rakamların kesişim noktasında ise genç kadınlar yer alıyor. Ne eğitimde ne de istihdamda yer alan genç kadınların oranı yüzde 36, bu oran genç kadınları nüfusun en kırılgan grubu olarak öne çıkarıyor. Resmi rakamlara yansımayan mülteci emeği de yapısal sorunlardan biri; mültecilerin bir kısmı geçici koruma kapsamında çalışma iznine sahip olsa da daha büyük bir kısmı kayıtdışı istihdamın hatta bazı durumlarda yasadışı çalışma alanlarının içinde yer alıyor.

NE YAPMALI?

İçinde bulunduğumuz ekonomik koşullar ve bunların emekçi kesime yansımaları göz önüne alındığında bir an önce yapılması gereken Türkiye’nin bir üretim ekonomisine geçmesidir. Devletin, ülkedeki yoksulluk, kıtlık, fiyat artışı ve benzeri sorunları çözmesinin yolu eksikleri ithalatla tamamlamak değil, temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik üretim süreçlerini desteklemektir. Üretim ekonomisi hem istihdam yaratacağı hem de dışa bağımlılığı azaltacağı için önemlidir. Üretim ekonomisine geçmek kapalı, korumacı ekonomiye dönmek anlamına gelmez, ama ülke ekonomisinin piyasada pazarlık ve takas kapasitesini artırır. Tedarik zincirlerinin yerelleşmesi, tarıma dayalı sanayi girişimleriyle hem iç piyasaya hem dışarıya yönelik üretim alanlarının geliştirilmesi, bunlara yönelik planlamanın yapılması istihdamı artırır, dolaylı olarak da dışa bağımlı olmayan bir ekonomide emekçi kesimin ekonomik düzeyini yükseltir.

Emeğin üretkenliği, işgücüne katılım ve işsizlik gibi kemikleşmiş sorunlara karşı çok yönlü bir politika yaklaşımı geliştirilmesi gerekir. Kimse bizi sekiz milyon üniversite öğrencimiz olduğu için kıskanmıyor, çünkü bugün bu ülkede üniversiteden mezun olmak bir işe yaramıyor. Küresel işbölümüne vasıfsız ya da yarı-vasıflı ara eleman sağlamak yerine nitelikli işgücü ile dahil olmak gerekir, bunun için de eğitim, istihdam ve sanayi politikaları arasında tamamlayıcılık sağlanmalı. Bunun için kamu- özel sektör işbirliklerinde, kamu satın almalarında, kamu ihalelerinde istihdam politikalarına uygunluk dikkate alınmalı. Aynı şekilde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında teknoloji transferi, vasıf inşasına yönelik düzenlemeler ve istihdamla ilgili öncelikler yatırımcılarla müzakere edilmeli. Aslında sorun ve çözümler ortada, sömürü düzenini ve sosyal eşitsizliği değiştirmek için yapılması gerekenler belli, tekerleği yeniden keşfetmeye gerek yok. Ama bütün bunlar siyasi otoriterinin toplumsal talepleri uzlaştırma isteği ve becerisiyle de doğrudan ilintili. Zihniyet değişikliği yalnızca ekonomik alanda değil, politik alanda da gerekli.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.