10 Kasım, iki olay, iki Anıtkabir
Mimar Ahmet Vefik Alp, kendi eseri olan Türkiye'nin Riyad Büyükelçiliği binasına 20 yıl sonra gidince şaşırtıcı bir sürprizle karşılaştı. Alp, Büyükelçilik binasındaki havuzun taş ile doldurulduğunu gördü. Kadir-kıymet bilmezlikle mimari estetik ve mesajının havuz temizlik masrafı bahanesiyle değer yıkımına uğratılması ne acı değil mi? Önceki gün İsveç Başbakanı Ulf Kristersson Anıtkabir’i ziyaret etti. Ve devlet geleneğine yakışmayan bir protokol ayıbı vardı orada.
"Suudiler resmi ziyaret için geldikleri Ankara’da Anıtkabir’i ziyarete gitmiyorlar. Ben de Anıtkabir’in yavrusunu başkentlerine getirdim.”
Mimar Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp’e ait olduğu iddia edilen bu söz üzerine tartışmalar, şaibeler yüklenir yıllardır. Kent Akademisi isimli sitede yayınlanan yazısı ile mimarımız Riyad Büyükelçiliğimizin Anıtkabir’i anımsatan kançılarya binasını ve yapım aşamasını anlatmış.
80’lerde Suudi Kralı, Cidde şehrinde toplanmış olan elçilik binalarını başkentine taşıma kararı verdiğinde Riyad’ın batısında taşlı bir çöl olan araziyi imara açar. Bölgeyi iki yılda kuşların ötüştüğü yeşil alana dönüştürür ve akredite yüz ülkeyle birlikte Türk Büyükelçiliği de inşa edilir. Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde proje, öğretim üyesi olarak Suudi Arabistan’da bulunan dünyaca ünlü mimar Ahmet Vefik Alp’e verilir.
Mimar eserini nasıl bir duygu ve düşünce haliyle tasarladığını da farklı zaman ve mekanlarda az çok artıp eksilen cümlelerle ifade etmiş. Öz haliyle yazıya giriş cümlesi yaptığım ifadesi, bence düşünce dünyasının en çarpıcı anlatımı. Projenin bu haliyle kabulü Türk yöneticileri arasında kolaylıkla mümkün olsa da Suud yönetimini ikna faslı da ayrıca bir diplomasi trafiği gerektirmiş.
Kançılarya binasının Anıtkabir mimarisini yansıtan tasarımı keşke İran başta olmak üzere dış temsilciliklerimizde uygulansa ama tabii ki kullanım süresince eser sahibinin tasarımına sadık kalınması şartıyla. Zira Riyad’daki Anıtkabir anımsatmalı kançılarya binasını sanatçı, bölge mimari geleneğiyle de uyumlaştırarak, su içinde yüzen bir adacık izlenimi verecek şeklide tasarlamış. İçinde fıskiyeler bulunan sığ havuzlarla çevrili ve şeref kapısına minik bir köprüden geçilerek ulaşılan havuz ve fıskiyelerin aydınlatılmasıyla geceleri görsel şölen de sunuyor. Sanatçı inceliği büyükelçilik yerleşkesinin tabii ki en önemli yapısı olan Kançılarya binasını Osmanlı, Türk, İslam ve Cumhuriyet mimari üsluplarının kokusunu, dokusunu içeren harmoniyle yaratmış. Yerel mimarinin vazgeçilmezi ve iklimin temel ihtiyacı olan su serinliğiyle de bütünleştirmiş. Politik mesajını da en güçlü ve kalıcı şekilde ve üstelik tam bir diplomatik nezaketle vermiş. Daha ne istenir? Kıymeti bilinsin yeter.
Bilinmiş mi derseniz kıymeti, yazık ki bilinmemiş. 2011 Eylülü'nden bir Odatv haberine bakalım: “Mimar Ahmet Vefik Alp, kendi eseri olan Türkiye'nin Riyad Büyükelçiliği binasına 20 yıl sonra gidince şaşırtıcı bir sürprizle karşılaştı. Alp, Büyükelçilik binasındaki havuzun taş ile doldurulduğunu gördü.” Eser sahibi mimar Ahmet Vefik Alp’in sözlerine yer veriliyor haberin devamında. Ünlü mimarın havuza temizlik zorluğu bahanesiyle taş doldurulmasına itirazının Dışişleri Bakanlığı tarafından bir yıldır cevaplanmadığı bilgisi yer alıyor. Ahmet Vefik Alp’in itirazı ise demokrasi, hukuk, etik dersi niteliğinde. “Büyükelçiliğimizin dekoratif havuzlarını taş ile doldurarak mimari mesajı ve estetiği bozmak yerine daha zarif başka çözümler bulunabilir. Ve ayrıca, havuzlar taş doldurulmadan evvel eser sahibinin görüşüne başvurulması çağdaş hukuk devletlerinde tartışılmaz bir yasal ve etik gerekliliktir.”
Şahane mimari eserin kadir-kıymet bilmezlik, hak-hukuk tanımazlık, usulsüzlük usulüyle mimari estetik ve mesajının havuz temizlik masrafı bahanesiyle değer yıkımına uğratılmasının hikayesi. Acı değil mi? Ne yandan baksak acı. Ülkenin itibarı Cumhurbaşkanının uçak sayısıyla mı ölçülür yoksa dış temsilciliklerin politik mesaj da içeren estetik mimarisiyle mi?
Cumhuriyetin ilk yüzyılının son 10 Kasım’ında çok güzel ve özel bir eserin, yolu hüzne çıkan hikayesini anlatmak değildi niyetim. Güya iki gün önce yaşanan Anıtkabir ziyaretinden söz edecektim. Cumhuriyetin 99 yıllık devlet geleneğine yakışır bulmadığım bir protokol ayıbı vardı orada. Usulsüzlüğün usul haline getirildiği düzende benim ayıp görüp rahatsız olduğum protokol düzeni belki yeni ihdas edilen usullere uygun olabilir ancak yine de Türkiye’ye yakışmayan bir görüntüydü.
İsveç Başbakanı Ulf Kristersson, Cumhurbaşkanının davetiyle resmi görüşmeler için geldiği Ankara’da 8 Kasım günü Anıtkabir’i ziyaret etti. İsveç Başbakanı'na Türkiye’nin Stockholm Büyükelçisi Yönet Can Tezel ile İsveç’in Ankara Büyükelçisi Staffan Herrström refakat ediyordu. Türkiye devleti olarak resmi ziyaretlerin en önemli ve gerekli diplomatik adımı olarak gördüğümüz Anıtkabir ziyaretinde bir başbakanla birlikte onun mevkidaşı konumundaki bir yönetici yer almalıydı. Gördük ki sadece Ankara Vali Yardımcısı İlhan Turgut ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Vekili Sait Atalay eşlik etti. Bırakınız başbakan konumuna dek düşebilecek tek makam sayılan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın katılımını, valinin ve belediye başkanının kendisi bile yok, birinin vekili birinin yardımcısı, İsveç Başbakanı ayarında görülmüş.
Bu da politik mesaj niyetine yapılmış bir düzenlemeyse kimse kusura bakmasın son derece çiğ ve sakil bir anlayışa sahip olunduğu, diplomatik nezaketin yanına yaklaşmaktan bile uzak olunduğu karşı tarafa iletilmiş sayılır. Geçmişiyle birlikte iki bin yıllık dediğimiz ve Cumhuriyet tarihiyle sınırlarsak doksan dokuz yıllık devlet geleneği yerle bir edilmiş. Yazık gerçekten çok yazık…
Ama tabii ki şaşırmadık. Bilindik ve beklenen hareketler bunlar, kendini açık eden hareketler. Diplomatik misyon şeflerini ve yabancı ülke liderlerini zorunlu kıldığımız Anıtkabir ziyaretine kendi yöneticilerimizin gitmesini sağlayamıyoruz. Yıllardır her milli günde ve 10 Kasımlarda ne hikmetse hastalanıp raporlu olan sayısız yönetici görürüz. Havuza taş dolduran akıl ile sağlık raporu sayesinde saygı duruşuna itirazını üstü örtülü gösterdiğini zanneden akıl aynı yarım akıl.
Anıtkabir ziyaretini ve saygı duruşunu şirk kabul eden bu çiğ, düşünceden yoksun dincilik hali türbelere gidip saygıyla el açma arasında fark olmadığını da düşünmez. Heykellere put diyerek itiraz ettiğini açıklayamaz ama “ucube” ithamıyla yıktırır. Diğer yandan Kâbe resmini bile putlaştırıp yere serildiği bahanesiyle öğrencilere kan kusturur. Yani Mahir Ünal istisna olmadığı gibi istifa da kusurlu görülmesinden değil.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına doğru cumhuriyetle meselesi olan siyasi güçlerin yönetiminde yol almanın ağır yüküyle geçilecek o Aslanlı Yol. İyi ki yaşadın sevgili Atatürk. Rahmet, minnet ve şükranla… 10 Kasımlar hüzün günü olamaz derdim her zaman. Atatürk’ü coşkuyla yâd etmeli derdim. Fakat olmadı mı olmuyor işte… Bu yıl ölümünden sonraki ilk yılları andıran derin bir teessür içindeyim.