100 yılın yok sayılanları: Sinemada Aleviler

Devlet erkleri onların inançlarını, ibadet biçimlerini tanımlama ve sınırlarını çizme merakını sürdürürken Alevi yapıları görselliğin yaygın ve dönüştürücü etkilerini daha fazla önemsemeli.

Google Haberlere Abone ol

Cumhuriyet’in ilk yüzyılını geride bırakırken 100 yazıda Cumhuriyet'in 100 yılı serisi için sinemada Aleviliğin 100 yılına odaklandığımızda karşımıza baskılanmış bir inancın gösterilemeyen tarihi çıkıyor.

Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi inanç ve millet zenginliği Cumhuriyet’in hiçbir döneminde bir zenginlik olarak görülmedi. Devlet bürokratları, hükümetler her dönemde bu çoğulculuğu dönüştürülmesi gereken bir ayrıksılık, tek tipleştirilmesi gereken bir karmaşa olarak gördüler. Bu yaklaşımın izlerini sinema tarihinde de görmek olasıdır.

CUMHURİYET ÖNCESİNDEN KÖTÜ BİR BAŞLANGIÇ: NUR BABA

Alevi-Bektaşilerin varlığının ulusal sinemaya ilk yansıması ya da başka bir deyişle ilk tahribatı Cumhuriyet öncesine dayanıyor. Yakup Kadri’nin 1921'de gazetede tefrika edilen, ancak gelen tepkilerden ötürü yarım kalıp 1922’de doğrudan kitap olarak basılan "Nur Baba" romanı, dejenere bir Bektaşi babasını anlatıyordu. Yakup Kadri’nin kişisel ilişkilerinden hareketle kötüleyerek anlattığı Bektaşi şeyhinin hikayesi aynı yıl Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya uyarlanmaya başlandı. Filmin çekimleri, o dönem canlı bir Bektaşi tekkesinin de bulunduğu Eyüp’te yapılıyordu. Çekimlerden haberdar olan Bektaşiler sete gelip tepki göstermiş, malzemelere zarar verip filmin çekimini durdurmuşlardı. Ancak aynı yıl Muhsin Ertuğrul bu hikayeyi "Boğaziçi'nin Esrarı" ismiyle, değişmiş oyuncularla filme çekmişti. Film günümüze ulaşamadı. Zira film, 1959’da İstanbul Belediyesi Film Deposu'nda çıkan yangında yok olan yüzlerce filmden biriydi. Bu Alevi ve Bektaşi ruhunu yansıtmaktan ziyade Yakup Kadri’nin -iddialara göre- kişisel hırsından ötürü olumsuz bir tablo içinde anlattığı dejenere Bektaşi şeyhiyle başlayan ilişki, uzun yıllar Türk sinemasının tek örneği olarak varlığını devam ettirdi.

DAR-I MANSUR SAHNESİYLE KIZILIRMAK-KARAKOYUN

Ulusal sinemamız 1950 sonrasında önemli bir gelişim gösterdi. Tiyatrocular Dönemi ve Geçiş Dönemi’nin sonunda nihayet gerçek bir sinema atmosferinin oluştuğu Sinemacılar Dönemi 1950’lerin başıyla başlatılır. Bu başlangıçta karşımıza çıkan isim ustasız usta lakaplı yönetmen Lütfi Ömer Akat’tır. Özellikle 1960 sonrasında sinemamız büyük gelişme gösterdi. Hem çekilen film sayıları arttı hem de konular çeşitlendi. 1960-69 arasındaki 10 yıllık dönemde yılda ortalama 171 film çekildi. 1966 yılında Türk sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırayı aldı. Türk sineması ilk uluslararası ödülünü de bu dönemde aldı. 1963 yapımı Metin Erksan’ı "Susuz Yaz" filmi Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü kazandı. Tam da bu dönemde Lütfi Akat 1967’de "Kızılırmak Karakoyun" filmini çekti. Yılmaz Güney’in başrolde oynadığı filmde, ilk defa bir Dar-ı Mansur mahkemesi kurulmasıyla Alevilik inancının temel dayanaklarından biri olan Alevi inanç önderlerinin yürüttüğü açık mahkeme kültürü sinemaya taşınmış oldu. Adalet kavramını kendi mahkemelerinde kendi din önderleriyle sağlayan bu kapalı inanç, ilk defa bu filmde kendini dışı vurur. Göçebe bir grup içinde geçen hikâyede, oba beyinin kızına sevdalanan çobana kızını vermek istememesiyle, oba beyi ile çoban arasında Dar-ı Mansur mahkemesi kurulur. Taraflar dinlenilir ve zor bir şartla çobanın oba beyinin kızıyla evlenmesine müsaade verilir. Filmin sonunda mahkemenin hükmünün bağlayıcılığı da ortaya koyulur. Oba beyi sözünde durmadığında oba halkı ayaklanıp çobanın yanında yer alır. Filmde isimler de Alevilik terminolojisine uygundur. Çobanın adı Ali Haydar, Oba beyinin adı Hüseyin’dir. Müziklerse o dönem henüz bağlamayı elinden bırakmamış olan Orhan Gencebay’dan duyulur.

KAFASI KARIŞIK BİR ALİ FİLMİ: ALİ’YE GÖNÜL VERDİK

Asaf Tengiz’in yönettiği "Ali’ye Gönül Verdik" filmi oldukça enteresan bir kültür karmaşası örneği. Arap coğrafyasında Arap elbiseleri içinde son İslam halifesi Ali’yi anlatan bir yapım. Ancak buradaki Ali karakteri gerçek Ali’nin yaşamından hareketle oluşturulmamış. Bir Anadolu ozanı olarak karşımıza çıkıyor. Kendisine karşı gelen bir putperest liderine, elinde sazıyla; "Dalaşma benim gibi bir hak aşığıyla var git yoluna", diyerek karşı çıkıyor. Kılıcı yok. Elinde sazıyla deyiş okuyan, sazıyla dolaşan, sevdiği için gerekirse sazıyla dövüşen bir kültür ve söylenceler karışımı karaktere dönüştürülmüş. Film bağlama çalınıp semah dönülmesiyle başlarken sazı çalan Ali’nin kendisi ve semah dönenler de Arap elbiseli bir kitle. Yönetmen, Anadolu Alevi kültürüyle Arap coğrafyasının klasik hikayelerini gerçekliğin dışında bir deformasyonla bir araya getirmiş. Film bu karmaşık senaryosuyla değil ama içindeki Ali yansımalarından ötürür sansüre takılan filmlerden biri.

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, 1932 ile 1988 yılları arasındaki Film Denetleme Kurulları’nın aldığı sansür kararlarını içeren 3 ciltlik eseri yayınlamasıyla ulusal sinemamızın sansür tarihini görmüş olduk. Akademisyen Ali Karadoğan ile Semire Ruken Öztürk’ün derlediği “Sansür Karar Defterleri Üzerine Bir İnceleme: Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi 1932-1988” adlı eser, 3 cilt olarak 500 bin sayfadan oluşan 96 defter, 26 bin 273 sansür kararı incelenerek 500 filme ait kararı bünyesinde taşıyor. Kitapta halkın ilgiyle izlediği ulusal sinemanın klasik filmleri dahil çok sayıda filmin hayatın doğal akışına aykırı bir zihin çalışmasıyla sansürlendiğini, anlam bütünlüğüne ve filmlerin inandırıcılığına zarar verecek ölçüde müdahale edildiğini öğreniyoruz. Örneklerden anlıyoruz ki Alevilik ve Aleviler de bu sansür yaklaşımından nasibini almış. "Aliye Gönül Verdik" filmiyle ilgili de tutanak tutulmuş:

" Ali’ye Gönül Verdik / Ali İle Gül (1973/309) filmi hakkında verilen kararda filmin Merkez Film Kontrol Komisyonu tarafından görülmüş olduğu ve Diyanet İşleri Başkanlığınca görülmesine oybirliği ile karar verildiği belirtilir. 1973/322 no’lu kararda ise filmin komisyonca görüldüğü, 'şarkılarda geçen ‘Gül Muhammed Ali midir?', '12 İmamın başı idim ben', 'rehberim Muhammed mürşidim Ali' sözlerinin çıkarılması şartı ile halka gösterilmesinde ve yurtdışına çıkarılmasında bir sakınca bulunmadığına ancak isminin 'Aliye Gönül Verdik' olarak değiştirilmesinin ise reddine oybirliği ile karar verildiği belirtilir."

Bu karardan anlıyoruz ki Ali’ye gönül vermek yasak. Bir film ismi olarak bile Ali’ye gönül verenlerin varlığı devlet erki tarafından kabul edilmemiş. Alevi nefeslerinde sıklıkla karşımıza çıkan "Mürşidim Muhammed rehberim Ali" dizesinin de bir film içinde geçmesi sakıncalı bulunmuş.

1973: PİR SULTAN'DAN NESİMİ'YE ALEVİ OZANLARI SİNEMADA

1973 yapımı Remzi Jöntürk’ün çektiği "Pir Sultan Abdal" filmi 1970’lerin isyankar ruhunu temsil eden, klasik Pir Sultan Abdal söylencelerini bünyesinde barındıran bir çalışmadır. Aynı yıl Sovyet Azerbaycan’ında da "Nesimi" filminin çekilmiş olması ise büyük bir tesadüf eseri olarak tarihteki yerini aldı. Ali Ekber Çiçek’in deyişleriyle ve Fikret Hakan’ın oyunculuğuyla uyumlu bir profil yaratan "Pir Sultan Abdal" filmi, iyi niyetli bir çabanın görsel hali sayılabilir. Memleketin televizyon çalışanlarının filmleri sınıflandırırken “dini film” diye sınıflandırmasından ötürü yıllarca Ramazan ayında sahur vakti yayınlandığını da hatırlatmakta fayda var. Pir Sultan’ın hoşgörüsü, Hızır Paşa’nın aymazlığı, aç gözlülüğü, hırsı, koparamadığı gülü, Pir’in kızı Sanem’e talip olan gence verdiği öğüt olan dünya gözüyle sevdiği Sanem’i gönül gözüyle sevmeyi öğrenip gene gelmesini istemesi gibi ayrıntılarla dönemin sinemasal düzeyi içinde Pir Sultan’ın yaşamını vermeye çalışan bir çalışma olarak görülebilir. Bu film de sansür kurulunun taleplerinden kurtulamayıp sansüre takılan bir çalışma. Pir Sultan Abdal’ın 16.yy’da yazdığı şiirler sansür kurulundakiler için tehlikeli bulunmuş. Sansür defterlerinde bu film için şu ifadeler yer alıyor:

"Pir Sultan Abdal (1973/225) filmi, filmin başındaki üst sesin söylediği 'Şah dedik diye astılar bizi' sözünün, Hızır Paşa’nın Pir Sultan Abdal’ı divana çağırıp ‘Şah sözünün geçmediği üç deyiş söyle’ demesi üzerine Pir Sultan’ın söylediği şahla ilgili üç deyişi gösteren sahnelerin tümünün, 'Mezhep tefrikası meydana gelebileceği mülahazasıyla, gerek konuşmalarda gerekse türkülerde geçen Şah, Kızılbaş, Hazreti Ali, Hu ve Gidi Yezit' kelimelerinin, 'Dergahın odasında, divanda asılı Zülfikar resminin göründüğü' sahnelerin, 'Askerin köyleri yaktığı ve insanları öldürdüğü sahnelerin', 'filmin sonunda Pir Sultan’ın söylediği ‘Vur, vur ki, biz ölelim, biz dirilelim’ sözünün' çıkarılması şartı ile kabul edilmiştir. "

Bu dönemde bir filmin daha sansüre takılarak tahrip edildiğini öğreniyoruz sansür defterlerinden. Atıf Yılmaz’ın "Adak" ismiyle çektiği Tarık Akan’ın oynadığı filmde yer alan Dersim Katliamı’nı hatırlatan ifade de sildirilmiş:

"Bir Cinayetin Anatomisi (Atıf Yılmaz, 1979/53, Dosya No: 91134/372) adlı senaryodan 'Beşir’in ‘Dersim’den kılıç artığı mıdır?’ sözünün çıkarılması” istenir.

1990 SONRASI SABAHATTİN ALİ UYARLAMASINDA ALEVİLİK

1973’teki "Pir Sultan Abdal" filminin dışında yetmişlerde bu çerçeveye sokabileceğimiz bir filmle karşılaşmıyoruz. Seksenlerde Türk sineması daha bireysel konulara eğilmişti. Aleviliğin odak ya da yan bir unsur olarak yer aldığı bir filmi bu dönemde de göremiyoruz. 1990’da Orhan Aksoy, Sabahattin Ali’nin "Hasan Boğuldu" öyküsünü aynı isimle sinemaya taşıdı. Tahtacı köylülerinden bir kızla evlenmek isteyen kasabalı bir gencin yaşadıklarını beyaz perdeyle buluşturmuştu. Obanın en güzel kızı Emine ile evlenmesi için töreler gereği sırtına 40 okkalık tuzla kasabadan obaya çıkması istenen Hasan bunu başaramayıp yolun orta yerinde nehre düşüp can verir. Kısa bir öyküden uzun metraj bir sinema filmi çıkaran yönetmen, oldukça sade ve abartısız bir uyarlama örneği ortaya koymuştu. Film, öyküye sadık bir uyarlamadır. Öykünün omurgasını oluşturan obalı-kasabalı ayrımı ve Tahtacı(Alevi)-Sünni ayrımı da filmde diyaloglar arasında kendini belli eder.

1990’da çekilen "Umuda Yolculuk" da Alevi kimliğini içinde taşıyan yapımlardan biriydi. Cem töreniyle başlayan film, Türkiye’de yaşayan Maraşlı Alevi bir ailenin yasadışı yollarla hiç bilmedikleri İsviçre’ye girmeye çalışmasını anlatıyordu. Oscar yarışında İsviçre’yi temsil eden film En İyi Yabancı Film dalında Oscar almıştı. Umuda Yolculuk filmi, Xavier Koller yönetiminde çekilmiş, İngiltere, İsviçre ve Türkiye’nin ortaklığında yapılmıştı. Senaryosunu Feride Çiçekoğlu’nun yazdığı yapım Oscar başarısını bir Anadolu hikâyesiyle Xavier Koller’in kariyerine yazdırmasını sağlamıştı.

2000 SONRASI ALEVİLİK KEŞFEDİLİYOR

2000 sonrasında sinema hem konu hem de yönetmen olarak çeşitlenmeye başlamıştı. 2000’e kadar bir elin parmağı kadar bile yapım ortada yokken bu dönemde Aleviliğin temel alındığı yapımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 2001 yapımı Barış Pirhasan’ın "O da Beni Seviyor", 2000 sonrasının bu çerçevedeki ilk yapımı. Ailesi tarafından karnesi kötü gelince Malatya’da uzak bir kasabada babasının bir dostunun evine yaz tatilini geçirmeye yollanan Esra’nın burada hem ilk aşkı hem de Alevi kültürünü tanımasının hikâyesi resmedilir. Esra’nın “Onlar da Müslüman değil mi? Allah Allah diye yeri göğü inletiyorlar,” repliği Alevilik ve İslam tartışmaları için fikir verir mi karar vermek zor ama dönemin önemli yapımlarından biri olarak daha fazla ilgiyi hak eden bir yapımdı O da Beni Seviyor.

Aydın Bulut’un 2008 yapımı filmi "Başka Semtin Çocukları", İstanbul’da Alevilerin toplu olarak yaşadıkları semtlerden biri olan Gazi Mahallesi’nde geçen bir filmdi. Yönetmen birden çok hikayeyi semt üzerinden birbirine eklemlemeyi seçmişti. Temelde Alevi bir gencin Alevi olmayan bir kızla evlenmesine izin verilmemesi üstünden gelişen olaylar anlatılsa da kentleşme, gelenek-modernizm çatışması, politik dönüşümler, gençlerin dejenere odaklara kapılması, Güneydoğuda askerlik yapanların yaşadıkları tahribat gibi farklı konu ve kavramlar filmin içine yedirilmeye çalışılmıştı.

A.Haluk Ünal’ın 2011 yapımı filmi "Saklı Hayatlar" ise üstünde çok durulmayan bir katliam olan Çorum Katliamı’ndan hareketle 1980’de geçen bir çalışmaydı. 1980’de Çorum Katliamı’ndan sağ kurtulup İstanbul’a göç eden bir Alevi ailenin hikâyesinin anlatıldığı yapım, hem Alevi bir ailenin kentte tutunma çabasını resmediyorken hem de dönemin politik atmosferinin fotoğrafını çekmeye çalışır. Günümüzde adının dahi anılmadığı 12 Eylül öncesinin kitlesel katliamlarından biri olan Çorum’da Alevilerin kitlesel olarak öldürülmesinden hareketle bir sinema filminin çekilmiş olması filmi türünün ilk örneği haline getiriyor. Ne yazık ki sinemamızın temel problemlerinden biri olan dönem filmi çekerken yaşanılan atmosfer yaratamama problemi bu filmde de karşımıza çıkar.

Ahmet Ümit’in romanından uyarlanan 2012 yapımı "Bir Ses Böler Geceyi" odağına Alevileri alan filmlerden başka bir örnek. Yönetmen Ersan Arsever “Bir Ses Böler Geceyi" filmini çekmek için maddi olarak zorlandık. Eldeki maddi olanaklar da yetmeyince evimi satıp filme yatırdım” diyerek bireysel çabalarla sinema yapmanın bedelini dile getirmiş. Filmde çevresindeki dedelerin kendisinin derinlikli sorularına cevap veremeyen genç bir Alevinin kafasındaki sorulara cevap bulamayıp intihar etmesinden sonra Alevi ritüelleriyle gömülüp gömülememesinin tartışması yapılırken, tesadüfen arabası bozulan bir üniversite hocasının bu olanları uzaktan izleyip kendi geçmişini sorgulaması çift yönlü kurguyla izleyicilere sunulur. Üniversite hocasının gençliğinin geçtiği sahneler 12 Eylül’ün öncesindeki politik haraketlilik dönemlerini de filme dahil eder. Ne var ki bu bölümlerde dönem filmi çekmenin yarattığı handikaplar karşımızda belirir. Aleviliğin felsefi tartışmalarını görsel dünyaya taşıyan film bu özelliğiyle anılmalı.

2012’de Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan'ın yönetmenliğini üstlendiği "Babamın Sesi" filmi de çekilmişti. Oldukça orijinal bir çalışma olan "Babamın Sesi", yönetmen Zeynel Doğan’ın aile hikayesinden hareketle ortaya çıkan bir çalışma. Maraşlı Base Doğan’ın Kocası Suudi Arabistan’a çalışmaya gitmiş, ailesiyle ses kasetleriyle iletişim kurmuş ancak geri dönemeyip orada ölmüştür. Base Doğan’ın evindeki hayatına odaklanan film, Arka planda Maraş Katliamı'ndan da bahseder. Aile, Alevilerin kitlesel olarak katledildiği bu katliamdan kurtulmuştur. Kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği "Babamın Sesi", ülkenin toplumsal tarihinin görsel bir hafızaya kavuşması adına oldukça önemli bir örnek.

2017 yapımı Kazım Öz’ün yönettiği "Zer" filmi Aleviliğin odak olduğu bir yolculuk hikayesi. Babaannesi Dersim Katliamı’na maruz kalmış Amerika’da yaşayan bir gencin, kökenlerine doğru yaptığı yolculuğun filmi. Babaanne Zarife tedavi olmak için geldiği New York’ta hastane odasında torunu Jan için Kürtçe bir türkü mırıldanıp devamını getiremeden hayatını kaybedince müzik öğrencisi Jan bu parçanın peşine düşer. Yolu Dersim’e kadar geldiğinde hem yeni bir doğa hem de yeni insan profilleriyle tanışır. Güçlü bir görselliği olan "Zer", yerel hikayelere yaslanan sinema namına önemli bir çalışma.

Şükrü Alaçam’ın 2018 yapımı filmi "Locman", Aleviliğin yansıdığı filmlerden biri. 12 Eylül öncesinde demiryollarında çalışan bir makinistin ailesiyle Samsun’dan Divriği’ne atanmasından sonra buradaki Alevi komşularıyla deneyimlerini bir aile trajedisi ekseninde anlatır. Alevilerin kapalı inançlarından haberdar olmayan geniş toplum kesimlerinin kulaktan dolma bilgilerinin yaşanmış gerçeklerle birlikte tersyüz olmasına odaklanır. Televizyon estetiğinde çekilen "Locman", tren çalışanları ve Divriği’deki yaygın Alevi kültürünü yansıtma gayreti açısından değerli ama başarılı olamamış bir örnek.

2022 yapımı Semir Aslanyürek ve Kazım Öz’ün birlikte yönettikleri "Elif Ana" filmi, Maraş’ta ermiş bir kadın olarak tanınan geleceği gördüğüne inanılan mistik bir Alevi kadın önderi olan Elif Ana hakkında. Filmde hem bu kültürel yapı hem de 1978’de Alevilerin maruz kaldıkları Maraş Katliamı karşımıza çıkar.

2021 yapımı Levent Çetin'in yönettiği  "Ali’nin Tabiatı", 2023 yapımı Orçun Köksal’ın yönettiği "Bars" ve 2023 yapımı Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği "Kuru Otlar Üzerinde" filmlerinde Alevi karakterler Alevi oldukları belirginleştirilerek yer alırlar. Bu yapımlar arasında İstanbul Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü’nü alan Orçun Köksal’ın "Bars" filmi benzerlerinden ayrılır. Soyu tükenmiş olan Anadolu parsını arayan iki genç zoolog olan Emre ve Veysel’in Anadolu’ya yaptığı yolculuğu resmeden filmde; Emre daha çok görünür olanın merakıyla parsın fotoğrafına odaklıyken köylü bir Alevi genci olan Veysel pars üzerinden bir varlık ve kaybolan kültürel geçmişin arayışındadır. Filmde Veysel’in köyüne de gidilerek Alevilerin yaşam coğrafyası ve maruz kaldıkları bürokratik yaşam engelleri de incelikle gösterilir. Memuriyet mülakatlarında elenmek de bunlardan biridir. Şiirsel bir cem töreni de barındıran film için yönetmen Orçun Köksal Birgün TV’ye verdiği röportajda şu ifadeleri kullanıyor:

"Bu bir Alevi Bektaşi filmi değil ama bir Anadolu kültürünün karşılığı olarak benim önermem bu oldu. Çünkü artık azınlık haline gelmiş git gide gözden düşürülmeye çalışılan, asimile edilmeye çalışılan ama bizimle çok fazla bağı olan, şu anki inanç coğrafyasında, bize çok daha ait olan bir kültürü gün ışığına çıkarmak istedim çünkü bunun kaygısını ben de yaşıyorum."

Yakın dönemde sinemada Aleviliği olan ilginin arttığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in 90 yılındaki üretilen filmlerde sadece bir iki filmden bahsedebiliyorken son 10 yıl içinde 10’a yakın film karşımıza çıktı.

KISA FİLMLERDE ALEVİ GÖRÜNÜRLÜĞÜ

Alevi karaktere odaklanan kısa filmler de çekilmeye başlandı. Bunların içinde bir başarılı bir başarısız örnek sunabiliriz. 2016 yılında çekilen ve internet ortamında dolaşıma sokulan "Mum Sönmedi" bu filmlerden biri. Serdar Yıldırım’ın yönettiği, İlknur Bektaş’ın senaryosunu yazdığı "Mum Sönmedi", farklı mezhepten iki ailenin “kız isteme” seremonisi için bir araya geldiğinde yaşananlara odaklanmış. Kız tarafı ailenin Alevi olduğunu öğrendiklerinde bu durumdan hoşnut olmadıklarını belli ederler. Kız “haberim yoktu”, der. Gençler yıllardır birliktedirler ama bu denli canlılığını koruyan, sürekli ülke gündemini meşgul eden bir ayrımı aralarında hiç mevzu yapmamışlardır. Ta ki aileler tanışana kadar… Kız sevgilisinin Alevi olduğunu o an öğrenmiştir. Kadın-erkek ilişkisini geçtim, insanlar birbirine “merhaba” derken bile kimin hangi aidiyetten geldiğini biliyor. Hâlâ insanların isminden sonra sorduğu ilk soru, “Nerelisin?” olmayı sürdürüyor. Bu çerçevede filmdeki bütün dinamikler yanlış oluşturulmuş. Derinlikli bir anlatımdan yoksun bir kısa film "Mum Sönmedi". Sinemanın temel dayanakları olan kamera kullanımı, renkler, ışık seçimi ve müzikal altyapının bütünü televizyon projeleri düzeyinde. Öldüren eğlence televizyonun artık uzun metraj filmleri haklayıp gözünü daha estetik bir meşgale olmasını beklediğimiz kısa filmlere de dikmiş olduğunu görüyoruz. Kısa film çekenlerin televizyonun estetik yaklaşımlarını Tv setlerinde bırakıp kısa film çekecekleri zaman yeni beslenme kaynakları edinmelerini temenni ediyorum.

Deniz Telek’in 2018 yapımı "Gümüş" filmi, bol ödüllü bir kısa film örneği. Babası ölünce annesini şehre getirmek zorunda kalan ve köpeklerini bir yere bırakmaya çalışan gencin gelenekle çatışmasını oldukça başarılı bir görsellikle sunan "Gümüş", kısa filmin olması gereken bütün çerçevesini çizmiş. Ailenin Alevi kökenini mümkün olan en doğal halle gösteren "Gümüş", umut veren bir çalışma.

Kurgu projeler için en genel ifadeyle sayıları çoğalsa da hem arşivleme çalışmaları için hem de üretimin niteliği için sistematik olarak bireysel çabalardan ziyade kurumsal bir çalışmaya muhtaç olunduğunu söyleyebiliriz. Alevi yapıları bu süreci daha fazla ciddiye almalı. Görselliğin hafızasında kendilerine yer açmalılar. Devlet erkleri onların inançlarını, ibadet biçimlerini tanımlama ve sınırlarını çizme merakını sürdürürken Alevi yapıları görselliğin yaygın ve dönüştürücü etkilerini daha fazla önemsemeli. Umarım Cumhuriyet’in 2. yüzyılında bu alanda daha sistemli çalışmalar kurumsal yapılar tarafından daha fazla ciddiye alınır. İlk yüzyılda basit goller yedik, iyi bir sınav veremedik kısmet ikinci yarıya diyelim.