12 Eylül’ün hayaletleri
Kenan Evren hayaletini ufkumuzdan kovmak, 12 Eylül travmasını aşmak, kolektif bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Cephede büyük kayıplar verilmiş olsa da Raci Tetik’in şuursuz ama doğru ifadesiyle o “savaş” hala kaybedilmiş değil. Metris, Mamak ya da Diyarbakır: şiddetin dozu farklılaşsa da kaderleri ve direnişleri ortaklaşan mağdurları ortak bir gelecek tahayyülünün imkânları üzerine bir anlatıda buluşturan köprü oralarda inşa edildi.
“Binbaşı Esat Oktay Yıldıran kendisine verilen görevleri kanun, yönetmelik ve diğer yasal mevzuat içinde en iyi şekilde yapmak için çaba gösteren, her görevde komutan ve amirlerinin takdirini kazanmış, Atatürk ilke ve inkılaplarına yürekten bağlı, Türk vatanının bölünmezliğine inanmış çok kıymetli bir subay olarak isim yapmıştır ve daima da böyle anılacaktır.”
Genelkurmay Başkanlığı, 1988 tarihli bu açıklamasında ve Yıldıran hakkındaki fikrinde herhangi bir değişikliğe gitmiş değil. Yıldıran’ın azılı bir işkenceci olarak Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ndeki icraatı o gün de şimdi olduğu gibi iyi biliniyordu; en çok da “kendisine görevler veren” Genelkurmay tarafından. 1980’ler ve 1990’lar boyunca benzer şahsiyetlere benzer ‘görevlerin’ verilmesi sürmüş olmalı ki, Sezgin Tanrıkulu’nun bir kısmını listelediği işkence, cinayet ve toplu katliam suçları işlenmeye devam etmiş, ediyor. Dahası, 2020’li yıllarda bunları dillendirmek Tanrıkulu’nun durumunda görüldüğü üzere ‘suç’ olmayı sürdürüyor ve hem yargı tacizi hem de ‘vatandaş tepkisi’, yani linç nedeni olabiliyor. Daha da vahim olarak bu linç, Tanrıkulu’nun mensup olduğu siyasal parti CHP içinden başlatılıyor; parti organları ve liderliği tarafından sürdürülebiliyor.
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, Mamak ve Metris askeri cezaevlerinde on binlerce devrimciyi hedef alan iğrenç zulmü bile gölgede bırakıyordu. Hesap vermeden ölen Mamak ve Metris komutanlarının ardından da Genelkurmay kurumsal methiyeler yayınlamışsa kimse şaşırmayacaktır. Bunlardan Mamak komutanı Raci Tetik, usulen yargılandı ve ‘zamanaşımı’ nedeniyle dava düştü. Resmi ifadelerinde sorumluluğunu ısrarla inkâr eden Tetik, 1988’de Milliyet gazetesinde bazı itiraflarda bulunacaktı:
“Ben bir işkenceciyim … Yukarısı öyle uygun bulmuş, beni tayin ettiler … Başa geçtim, örnek oldum … Disipline sokmak için … Astlarıma inisiyatif vermeye mecburdum. Verince anormal işler olmadı değil, oldu … Ama bu bir savaştır. Savaşta her zaman iyi şeyler olmaz.”
Raci Tetik, ‘itiraflarında’ bile her ihtimale karşı suçu astlarına yüklemeyi ihmal etmiyor. Ama en azından İlhan Erdost’u elleriyle öldürdüğü hakkında tanık ifadeleri mevcut.
RESMİ FAİLLER, TERFİLER VE ‘ZAMAN AŞIMLARI’
Tanrıkulu’na yönelen linç kapsamında partisi CHP’nin Türk ordusunu “gözbebeği” ilan etmesi hiç şaşırtıcı değil. Bu linçin 12 Eylül darbesinin 43’üncü yıldönümüyle çakışması ise anlamlı bir rastlantı. 12 Eylül’ün asker failleri ‘görevlerini’ tamamladıktan sonra pek sahnede olmama taktiği izlerken polis failler için tersi bir durum gözleniyor. Gayrettepe Siyasi Şube’nin Mehmet Ağar’ı, adı Ankara Dal’la özdeş Kemal Yazıcıoğlu ve Mersin Kapalı Spor Salonu’nun Hanefi Avcısı gibi sistematik işkence sanıkları, darbe sürecinin ardından da emniyet müdürü, vali, bakan gibi önemli devlet görevleri aldılar ve kamuoyu önünde görünmelerine pek itiraz eden olmadı. 12 Eylül yıldönümünde Hanefi Avcı’ya hükümetle düştüğü bir ihtilaf sonucu el koyulan beylik tabancasının iadesi ‘muhalif’ medyada da haber olurken işkence kariyeri konu edilmiyor.
Polis müdürlerinin, subaylardan daha çok ‘dokunulmaz’ olması, devletin şiddet aygıtları arasında bir denge değiş-tokuşunun göstergesi. Ama sonuçta esas olanın ‘devlet-i âli’ zihniyeti, ‘devlet aklı’ ya da ‘devlette süreklilik’ gibi isimlerle anılan bir ‘şey’ olduğu görülüyor. Bu ‘şey’, apolitik kriminallerin işkencecisi olarak ünlendikten sonra 28 siyasi tutuklunun ölümüyle sonuçlanan 1999 Hayata Dönüş Operasyonu sırasında İçişleri Bakanı koltuğunda bulunan Sadettin Tantan’ın Fatih Belediye Başkanı sıfatıyla gerçekleştirdiği bir icraatında cisme bürünmüştü. Aksaray’a diktirdiği bir anıta Esat Oktay Yıldıran’ın adını da ‘şehit’ olarak yazdırmıştı. AKP iktidarı döneminde anıt ‘devlette devamlılık’ nişanesi olarak 2008’de yenilenecek ancak çevredeki esnafın ısrarlı itirazları sonucu 2010’da o isim anıttan silinecekti. Devletin bir gözbebeği, öteki gözbebeğini anıtlaştırma eğilimi gösteriyordu.
Aynı dönemde gerçekleşen benzer bir zorunlu isim değiştirme vakası, devlette devamlılığın ne kadar uzun vadeli olduğunu gösterecekti. 2004 yılında Genelkurmay, Van’ın Özalp ilçesindeki bir kışlaya 1943’te 33 Kürt yurttaşı kurşuna dizmek suçundan dolayı mahkûm edilerek hapiste ölen General Mustafa Muğlalı’nın adını verdi. Kurbanlarının yakınları tarafından yürütülen imza kampanyası sonucu kışlanın adı 2011’de değiştirildi. 1951’de ölen Muğlalı, Edirnekapı Şehitliği’ne gömülmüş ve bedeni, 1988’de ‘terfi’ ettirilerek Devlet Mezarlığı’na nakledilmişti. 1998 yılında Harp Akademisi bahçesindeki “Kahramanlar Geçidi”ne dikilmiş olan büstü ise muhtemelen yerinde duruyor.
12 Eylül’ün 43’üncü yılında devlet-i âli aklının devamlılığı, yalnızca ‘gözbebeği linçi’ nedeniyle hatırlatılmadı; otuzuncu yılında Sivas Katliamı davası da ‘zamanaşımı’ nedeniyle kapatıldı. ‘Tehcirin’ baş faili Talat’ı Şişli Abide-i Hürriyet Şehitliği’nde şan ve şerefle yatıran devlet aklı tarafından yönetilen bir ülkede bunların hepsi aslında ‘teferruat’.
12 EYLÜL ÖNCESİNE DÖNMEK
12 Mart 1971 Muhtırasıyla nihai şeklini alan anti-komünist devlet aklı tarafından 11 Eylül 1973 Şili darbesinin bir tekrarı olarak sahnelenen 12 Eylül darbesi, Türkiye toplumuna yaşatılan en şiddetli kolektif travmaydı. Faili; ordusu, polisi, mazisi ve her türlü kurumsal varlığıyla bir bütün olarak devletin ta kendisiydi. Ülkeyi 1990’ların beyaz toros karanlığına ve sistematik Kürt kıyımına müsait yeni bir zemine taşıdı; kolektif zihniyeti Türk-İslam ideolojisiyle yeniden-yoğurarak 2000’li yıllarda ‘Tek Başkan’ idealini hayata geçirmek de o zemin üzerinde mümkün olacaktı.
Kenan Evren ve suç ortakları, ‘yıkıcı ve bölücü’ yani demokrat eleştiride bulunan kişileri ‘12 Eylül öncesine dönmek istiyorlar’ diye suçlarlardı. Bu, yanlış ve hastalıklı nedenlerle de olsa doğru bir tespitti. Devletin 12 Eylül öncesi portresi, ‘anarşi ve terör’ kabusundan ibaretken solun 12 Eylül’ü aşma tahayyülü, on binlerce siyasi tutsağın özgürlüğüne kavuştuğu, DİSK, TÖB-DER ve Dev-Genç gibi sendikal ve kitlesel hareketlerin örgütlü toplumu sürekli ileriye taşıdığı bir ülkeydi. Darbeyle kesintiye uğrayan tarihsel kolektif hikâyenin, kaldığı yerden devamı kaçınılmazdı. Bu anlatı, özellikle Sovyet bloğunun dağılışının küresel etkisiyle sarsıldı ve giderek yerini zincirleme hayal kırıklıklarına bıraktı. AKP hükümeti 2010’lu yıllarda 12 Eylül yargılamalarını başlattığında, çok sınırlı bir kesim dışında bu davadan bir sonuç beklentisi içinde olan kalmamıştı. 12 Eylül öncesine dönme hayali bitmişti.
O hayali yeniden canlandırmak imkânsız da olsa, o zulümle hesaplaşarak Kenan Evren hayaletini ufkumuzdan kovmak, 12 Eylül travmasını aşmak, kolektif bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Cephede büyük kayıplar verilmiş olsa da Raci Tetik’in şuursuz ama doğru ifadesiyle o “savaş” hala kaybedilmiş değil. Aslında cuntanın icraatı, farkında olmadan doğru bir yol haritasının kapılarını da açıyordu. Metris, Mamak ya da Diyarbakır: şiddetin dozu farklılaşsa da kaderleri ve direnişleri ortaklaşan mağdurları ortak bir gelecek tahayyülünün imkânları üzerine bir anlatıda buluşturan köprü oralarda inşa edildi. 12 Eylül’le hesaplaşmanın Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim olgularıyla hesaplaşmaksızın mümkün olmayacağı bilinci, bu anlatının omurgasıdır. Dahası, aradan geçen 43 yılda iyice anlaşıldı ki 12 Eylül öncesine dönmek, 6-7 Eylül ve 24 Nisan öncesine dönüş tahayyülleriyle birleşmeksizin boş bir hayal olarak kalmaya mahkûmdur.