14 yıldır teknede yaşayan Yeşim Büber anlatıyor: En belirgin fark, tüketiminin farkında olmak
“Doğa önceden ziyaret ettiğim bir yerdi, şimdi ise benim yaşam alanım.” Oyuncu Yeşim Büber, bir yol hikâyesi olarak başlayan ve 14 yıldır süren tekne yaşamını bu sözlerle anlatıyor.
DUVAR - Takip ettiğimiz toprak yol, etrafı ağaçlarla kaplı masmavi bir koya çıkıyor. Koyda bizi turuncu bir bot bekliyor. Kaptanımız Yeşim Büber, sıcak bir karşılamadan sonra bizi yaşadığı tekneye yani evine götürüyor. Kısa bir yolculuğun ardından Göcek’in en sakin koylarından birinde bağlı olan tekneye varıyoruz. Yeşim Büber’in görüntü yönetmeni eşi Mehmet Aksın ve ikiz çocukları karşılıyor, bizi. Güvenlikle ilgili birkaç hatırlatmadan sonra Keyf Teknesi’ne misafir olup muhabbete koyuluyoruz.
14 yıldır teknede yaşıyorsunuz. Bu hikâye nasıl başladı?
İlk başta bir yol hikâyesiydi, yolda olma arzusuydu. Hayalimiz bir tekneye taşınmak ve tekneyle beraber gezmekti. Bunu gerçekleştirmek için denizciliği öğrenmek, uygun olan tekneyi belirlemek ve o tekneyi alıp uzun yol için donatmak gerekiyordu. Bütün bunlar için yaptığımız okumalar, araştırmalar 6 yıl kadar sürdü. 6 yılın sonunda biz yola çıkmak için hazır olduğumuzda eş zamanlı olarak İstanbul da çok değişti. Beyoğlu’nda ikamet ediyorduk. Sokaklar değişti, mekanlar değişti, sinemalar değişti. Şehrin tarihi ve kültürel dokusu tahrip olmaya başlamıştı artık. Günün sonunda benim şehirde yaşamak için çok fazla bir motivasyonum kalmadı. Evimizi boşalttık, eşyalarımızdan kurtulduk -kurtulduk diyorum çünkü ihtiyacımız olmayan her şey gerçekten bir ağırlık hayatımızda- ve teknemizle yola çıktık. Yolculuk böyle başladı. 14 yıldır da denizdeyiz.
İlk zamanlar nasıl bir rota izlediniz?
Nereye gideceğimizi bilmiyorduk ama batıya doğru ilerlemek istiyorduk. Büyük ihtimalle okyanusu geçecektik, dünya turu gibi bir planımız vardı. Ama yol hazırlığı çok uzun sürdü ve bizi yordu. Güneye gittik, Gökova’ya. Bir kışı orada geçirdik. Sonra yola çıktık, batıya doğru ilerledik. Akdeniz seyri gayet keyifli geçti. Fas’a geldik, orada kısa bir süre kalacaktık ama ayrılamadık Fas’tan. Plansızlığımız orada başladı. 4 ay kaldık, artık vizemiz bitti ve çıkmamız gerekti ülkeden. O sırada çocuk yapmaya karar verdik. İki kişi için ancak yeterli küçük bir teknede yaşıyorduk. Daha büyük bir tekneye ihtiyacımız olacağı için “Hadi dönelim” dedik. Biraz çalıştık. Sonra bu teknemizi bulduk, almak için Finlandiya’ya gittik. 3-4 ay kadar süren bir yolculukla buraya getirdik. Sonra da artık buralarda dolanmaya başladık ve çocuklar geldi, dört kişilik bir aile olarak devam ettik.
'DESTEKLEYENLER DE OLDU KARŞI ÇIKANLAR DA'
Toplumda mevcut normların korunduğu, risk almaya mesafeli bir anlayış var. Kararınızı radikal bulup eleştirenler oldu mu? Olduysa bununla nasıl başa çıktınız?
Destekleyenler de oldu, karşı çıkanlar da. “Mesleğini nasıl bırakırsın, her şey çok yolunda, şahane bir hayatın var, nasıl bırakıp gidiyorsun?” diye soranlar oldu. Çocuk yapacağımız zamansa “Çocuklar teknede yaşayamaz. Öyle bir şey mümkün değil” denildi. Zaten sürekli bir “olmaz” var. Ne yapmaya çalışsak “Öyle olmaz böyle olur” var. Bir taraftan da anlamaya çalışıyorum ve anlıyorum da. Çünkü insanın en temel motivasyonu güvenlik duygusunu oluşturmak. İnsan kendini güvende hissedecek ki üstüne başka şeyler koyabilsin. Yeni bir hayat ise belirsizliklerle dolu ve elbette insanın güvenlik duygusunu derinden sarsabilir. Onlar benim bu kararıma eleştirilerini sunarken, güvenliği onlarla aynı yerde aramadığımı, önceliklerimin onlardan çok daha farklı olduğunu fark ediyordum. Koptuğumuzu görüyordum açıkçası. Benim kararımı etkileyen bir şey olmadı. Çünkü hayalime sadık kalmak istedim, kendime ihanet etmek istemedim.
Teknede yaşayan bir insan doğanın hangi hâllerine tanık oluyor?
Bunu aslında denizde yaşamak değil de doğada yaşamak gibi yorumluyorum. Farklı olan şey şu ki; şehirdeyken zamanın akışının çok farkında olmuyorsunuz. Ama doğadayken güneş doğuyor, yeni bir gün başlıyor, o gün devam ediyor, güneş alçalmaya başlıyor, gün bitiyor. Mevsimleri ve günleri fark ediyorsun. O döngünün farkında olunca kendindeki döngünün de farkında oluyorsun. Bu genel olarak insanın hayata bakışını da çok değiştiriyor.
‘ÖNCEDEN BEN VE DOĞA VARDI, ŞİMDİYSE BEN DOĞAYA EKLEMLENMİŞ DURUMDAYIM’
Denizde yaşadığınız 14 yılda, doğayla olan ilişkiniz nasıl değişti? Güneş, rüzgâr, ay sizin için başka anlamlar ifade ediyordur diye düşünüyorum.
Şehirde yaşarken diyelim ki bir fırtına oldu, benim düşündüğüm tek şey “Vapurla karşıya geçebilecek miyim, geçemeyecek miyim?” olurdu. Ama şimdi fırtına çıktığı zaman teknemi, evimi güvende tutmam gerekiyor, bu mesela çok başka. Deniz, önceden tatil zamanlarında gittiğim, seyre daldığım, dinlediğim, ayağımı soktuğum, yüzdüğüm bir şeyken şimdi benim yaşam alanım. Çok ciddi bir fark var. En belirgin şeylerden bir tanesi de şu: Önceden ben ve doğa vardı, şimdiyse ben doğaya eklemlenmiş durumdayım. Doğa benden ayrı bir şey değil, bir parçasıyım. Bu farklı bir his, farklı bir algı yaratıyor tabii ki.
Teknede bir gün nasıl geçer?
Her günümüz bir öncekinden farklı. Çok büyük, keskin rutinlerimiz yok. Genel olarak “Canımız ne istiyor?” diye bir soruyla başlıyoruz o güne. Mevsimine göre de çok değişiyor o gün ne yaptığımız. Genel olarak bir şey çizecek olursak; sabah 06.00- 08.00 arasında uyanıyoruz. Erken başlıyoruz güne. Uyandığımızda herkesin kendine ait bir vakte ihtiyacı oluyor. Bu kendiliğinden oldu. Çocuklar lego oynamayı tercih ediyor. Mehmet uyanmaya çalışıyor, okumalarını, yazışmalarını yapıyor, haberleri takip ediyor. Benim sabahları hareket etmeye ihtiyacım oluyor. Ya dans ediyorum ya yoga yapıyorum. Sonra kahvaltıda buluşuyoruz. Beraber kahvaltıyı hazırlıyoruz. Muhakkak bir yürüyüşümüz oluyor. Bazen bir saat bazen 5 saat, değişiyor. Sonra akşam yemeği, beraber geçirilen saatler ve gün bitiyor.
'HER ŞEY İHTİYACA YÖNELİK TÜKETİLİYOR'
Karadaki ev hayatıyla tekne hayatının ne gibi farkları var? Ev hayatında düşünmek zorunda olmayıp teknede düşünmek zorunda olduğunuz şeyler var mı?
En belirgin fark, tüketiminin farkında olmak… Karadaki gibi “Musluğu açtın sonsuza kadar su akacak” algısı burada yok. Su depolarımız var. Su ihtiyacımızı oradan karşılıyoruz. Elektrik ihtiyacımızı güneş panellerimizle karşılıyoruz. Bütün bunların belli bir kapasitesi var ve hepsine dikkat etmemiz gerekiyor. Haliyle tükettiğimiz her şeyin farkında oluyoruz. Bu çok ciddi bir ayrım. Şehirde sanki bütün bu kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanıyor ama burada öyle bir şey yok. Kaynakların sınırlı olduğunu görüyoruz. Zaten bizim kaynaklarımız çok sınırlı. Dolayısıyla her şey ihtiyaca yönelik yaşanıyor, tüketiliyor. Tekneye aldığın herhangi bir şey yer işgal edecek, dolayısıyla bir şey alırken “Gerçekten ihtiyacım var mı?” diye soruyorsun ve bu soru bir yaşam biçimi oluyor artık.
Bir ayda tahminen ne kadar su tüketiyorsunuz?
Karadaki yaşantıya göre oldukça az. Mesela bulaşık yıkamak için deniz suyunu kullanıyoruz. Önce bulaşığımızı deniz suyuyla yıkıyoruz, en son bir tatlı suyla duruluyoruz. Onu da tuzu gitsin diye yapıyoruz. Bir ton bir su depomuz var, o 1 tonla biz bir ay yaşıyoruz. Bunun içine içme suyu dahil. Şehirdeki gibi şişelerde içme suyu almıyoruz. Eğer bir marinaya ya da iskeleye yanaşıp şebekeden su alıyorsak klorunu arındırıp içiyoruz. Buralarda, seyir halinde olduğumuz yerlerdeki avantajımız doğal kaynak suları, onları tüketiyoruz. Tadı çok farklı. İçme sularına alışmış bir insan için sert gelebiliyor. Bir de çok titiz bir hayat sürdürmüyoruz. Temiz miyiz? Bence temiziz, pislikten hastalanmıyoruz. Siz de farkındasınızdır muhakkak, son derece pompalanan bir hijyen hastalığı var. İnsanlar çıldırmış gibi her yeri hem çevreye hem sağlıklarına zararlı temizlik malzemeleri ile temizliyorlar. Korkunç bir su tüketimi var.
Bahsettiğiniz hijyenik olma takıntısı, çocuklar üzerinden de yaygınlaştırılıyor değil mi?
Sanki çocuk dediğin şey hayatın genel akışının dışında bir şey. Çocuk, ayrı bir hijyen, ayrı bir bakım gerektiren, çok çok başka bir şeymiş gibi davranılıyor. Tabii ki çocuğun büyümesi için bir destek gerekiyor. Ama böyle temizlenecek, paklanacak, mikroplardan korunacak bir şey değil çocuk. Sonuçta o da bir canlı. Tam tersine bu kadar çok korunduğu için bağışıklık sistemi bu kadar düşük oluyor. Mesela ormanın içinde yürüyüşe çıktığımızda çocuklar emekliyordu, biz de yürüyorduk. Bir kaya parçası, bir taş, bir salyangoz ne gelirse ağızlarındaydı, tanıyorlardı. Bunların hiçbiri mikrobik değil. Hiçbiri sağlıksız değil. Haliyle böyle baktığınız zaman çoğu insana göre evet belki pis bir hayat sürdürüyoruz ama çok sağlıklıyız (gülüyor).
'ÇOCUKLAR ERTESİ GÜN TEKNEYE GELDİ'
Hamilelik döneminizi teknede geçirdiniz. Nasıl bir dönemdi, zor oldu mu?
Tam tersine çok kolay oldu. Çünkü benim hamileliğim yaz aylarına denk geldi. Haliyle bol bol yüzüyordum. Bir hamile için şahane fırsat bu. Zorluk yaşamadım. Evet kara yaşantısına göre zorlukları var. Ama ben uzun yıllardır bu hayatı yaşayıp benimsediğim için zor olmadı. Hareket alanım hiç kısıtlanmadı. Kocaman bir karnım vardı, tekneye inip biniyordum, bota inip biniyordum. Sancılar başlayınca hastaneye gittik. Doğum 22 saat sürdü. Ertesi gün öğleye doğru tekneye geldik. Doğada yaşamak çocuklarla geçirdiğimiz kaliteli bir zaman sundu bize. Dolayısıyla avantajları var, zorlukları değil.
Onlar doğduktan sonra teknedeki hayat nasıl değişti? Hangi yönleriyle zorlaştı ve kolaylaştı?
Çocuklar geldikten sonra kimse “Hayatım değişmedi” diyemez. Kökten değişiyor her şey. Yeni bir hayat kuruluyor. Çoğalmak çok güzel oldu, biz çok keyif aldık. Teknenin yanında fileler var, çocuklar düşmesin diye. Öyle bir güvenli alan oluşturmaya çalıştık. İçerideki basamaklara ahşaptan bariyerler yaptık bir süre. Onlara her zaman ne yapmaları gerektiğini, nerede dikkat etmeleri gerektiğini, tehlikeli olabilecek her şeyi açıkladık. Daha konuşamazlarken bile neyin tehlikeli olup neyin olmadığının, alanı nasıl kullanacaklarının çok farkındaydılar. Dolayısıyla bu güvenlik meselelerini hallettikten sonra çok büyük bir değişiklik yapmamıza gerek kalmadı. Yatağımız var bir de… Çocuklar oldu, ben sürekli çocukları emziriyorum ve onlarla beraberim yatakta. Emdikleri için benimle uyuyorlar. Mehmet yataktan uzakta uyumaya başladı. Bir süre sonra bu hoşumuza gitmedi. Yatağa dördümüzün sığması mümkün değildi. Mehmet sağ olsun yatağı neredeyse bütün kabini kaplayacak şekilde büyüttü, altına destekler yapıp yeni bir yatak daha ekledi. Koca bir kabin bizim yatağımız oldu. Orada uyuyarak vakit geçirdik.
Çocuklarınızın tekneyle ilişkisi nasıl? Denizde yaşamaktan memnunlar mı?
Tekneyi çok seviyorlar. Bütün gün dışarıda olduğumuz zaman döndüğümüzde mutlaka tekneyi bir öperler, “Keyf seni çok özledim” diye. Sürekli yeni yerlere gidiyor olmaktan çok mutlular. Seyir yapmayı seviyorlar. Göçebe bir hayat sürdürmenin avantajları oldu onlar için. Normalde yerleşik bir hayat sürdürdüğünüzde genelde sınırlar içinde geçer hayat, dünya orasıdır. Ama göçebe olunca o sınır genişledi. Dünyaları büyüdü ve bu çok iyi geliyor. Her yerde arkadaşları var. Bozcaada’da, Kaş’ta, Yunan Adaları’nda… Bence onların hayatını çok zenginleştiren bir şey oldu, denizde yaşamak ve göçebe olmak. Onun dışında doğada yaşamak ve şehirde yaşamak arasında haliyle çok büyük bir fark var. Şehirdeki çocuklarda adım atarken bile sanki bir ürkeklik var. Bedenlerinin çok farkında değillermiş, daha çok savruluyorlarmış gibi geliyor bana. Doğada yaşayan çocukların ayakları daha yere basıyor. Duruşları bile daha dik sanki, daha hakimler hayata. Daha müdahalesiz büyüyorlar. “Koşma düşersin” diye bir cümleyle karşılaşmıyorlar. Dolayısıyla koşuyorlar. Bedenen de ruhen de gelişirken çok özgürler, sınırları yok.
'KARADA EVİMİZ YOK'
Yanıtı bilsem de kayda geçmesi bakımından sormak istiyorum. Karada bir eviniz yok değil mi?
Karada evimiz yok. Denizdeyiz sadece. Gerçekten anlamıyor insanlar. “Muhakkak karada bir evleri vardır, evleri olmasa bir depoları vardır” diye düşünülüyor. Ama yok. Bizim her şeyimiz bu. Ne başka yerde eşyalarımız var ne de konaklayabilecek bir yerimiz. Denizde yaşıyoruz tam zamanlı.
Teknede yaşamak bir yanıyla göçebe olmak demek. Bu durum mesleğinizi nasıl etkiledi, etkiliyor? Uzakta olduğunuz için yeni prodüksiyonlara daha az dahil edildiğiniz durumlarla karşılaşıyor musunuz?
Göçebe olmamız mesleğimi çok etkilemiyor açıkçası. Denizde yaşıyoruz diye işlerin azalması gibi bir şey olmadı. Mesleğimi etkileyen asıl önemli şey şu: Genelde bütün işler İstanbul’da gerçekleştiriliyor ve ben artık İstanbul’da yaşamak istemiyorum. Dolayısıyla çok keyifli ve sevdiğim bir şey karşıma çıkmadığı sürece ya da maddi olarak paraya ihtiyacım olmadığı sürece çalışmayı tercih etmiyorum.
'ÖZLEDİĞİMİZ İSTANBUL ARTIK KALMADI'
İstanbul’u ve oradaki hayatınızı özlediğiniz oluyor mu?
İstanbul’u özlüyoruz. İstanbul’da güzel bir yaşantımız vardı. Beyoğlu’nda ikamet ediyorduk. Arkadaşlarımız vardı. Gittiğimiz meyhanemiz, yemek yiyip çay içtiğimiz yerlerimiz vardı. Yürüdüğümüz sokaklar vardı. Özlediğimiz, yaşamaktan keyif aldığımız İstanbul artık kalmadı. Dolayısıyla olmayan bir şeyi özlüyoruz. Bu çok acı veriyor. Epey bir süre bunun yasını tuttuk. Ben en son 2011 yılında gittim Beyoğlu’na. Sonraki İstanbul ziyaretlerimde gitmedim, görmek istemiyorum o halini. Üzerine beton döktüklerini gördüm onun dışında içerilere gitmiyorum.
Kapandığında "içim cız etti" dediğiniz mekanlar var mı?
Emek Sineması kapandığında içim cız etti, ilk zaten onunla başladı gibi. Kaktüs’ün kapandığını öğrendiğimde, Hayal Kahvesi’nin kapandığını öğrendiğimde içim cız etti. Bir yaşam alanımız vardı ve hep beraber orada yaşıyorduk biz. İki üssümüz vardı: Kadıköy ve Beyoğlu... Artık mekanlarımız elimizden alınınca sadece evlerde buluşur olduk. Sokaktan evlere kapanmaya başladık. Bu çok önemli bir şey. Hayatlarımız sokakta sürerken artık evlerimizde daha küçük alanlarımızda sürdürmeye başladık hayatımızı.
Bir yıldır hayatımızın bir parçası haline gelen Covid-19 salgını sistemsel sorgulamaları beraberinde getirdi. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmeye, sağlıksız metropollerde yaşamaya ve doğayla kurduğumuz ilişkiye kafa yorduğumuz bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Pandemi sizi nasıl etkiledi ve neler düşündürdü?
Bizim genel hayat akışımızda çok fazla bir değişiklik olmadı. Tek değişiklik artık birbirimizin evinde uzun sofralar kuramaz olduk, kapalı alanlarda görüşemez olduk. Evet ama insanlar, “Gerçekten neye ihtiyacım var, benim bu gıdam nereden geliyor, bu kaynaklar sınırlı mı?” diye sorgulamaya başladılar. Çünkü eve kapandığın zaman artık tamamen dışarıya muhtaçsın. Çok da sürdürülebilir hayatlar yaşamadığımızı fark ettik. Tamam küçük bir hayatım var. Ama bu hayat da belli bir maddi rahatlıkla sürülebilecek bir hayat. Evet bunun için yıllarca çalıştım ve bu birikimi yaptım. Küçük de olsa bu hayatı sürdürebiliyorum. Böyle bir yerden gayet rahat konuşabilirim. Ama gündelik çalışıp da yaşayan insanlar için bu pandemi bambaşka bir gerçeklik. Öyle romantik aydınlanmalar falan çok can acıtıcı cümleler bile olabilir. Başlarda bir cümle vardı ya, “Çok adil bir virüs. Herkese eşit yaklaşıyor.” Öyle değil. İhtiyacın varsa çalışmak zorundaysan bütün risklere rağmen toplu taşımaya da biniyorsun, işe de gidiyorsun. Ama eğer paran varsa rahatsan hayatına devam edebiliyorsun. Dolayısıyla hiç de adil bir virüs değil.
'BURADA YAŞARIZ DEDİĞİMİZ BİR TOPRAK BULDUK'
İleride karada bir hayat kurmayı düşünüyor musunuz?
Benim toprakla ilişkim her zaman çok yakın oldu. Küçüklüğümde bir dönem Aydın’ın bir köyünde yaşadık. Ailem orada çiftçilik yaptı. Toprağa karşı aşk, o dönemlerde başladı. Her zaman böyle bir hayalim vardı. Bir zaman gelecek ve ben toprakla uğraşacağım diye. Pandemi galiba bunu biraz hızlandırdı. Çünkü her ne kadar sürdürülebilir, otonom bir hayatımız olsa da gıdamızı dışarıdan temin ediyoruz. Başkaları yetiştirip de bize sunmadığı sürece açız. Bu gerçekle tekrar yüz yüze kalınca bunu biraz hızlandırdık. Çok yeni bir haber olarak bir ay kadar önce “Burada yaşarız” dediğimiz bir toprak bulduk. İçinde bir sürü meyve ağacının olduğu ormana sırtını yaslamış çok güzel bir toprak. Şimdi nihayet bir ayağımız da orada olacak. Denizdeki yaşantımız da devam edecek. Zaten denizden çok çok uzak bir yer değil. Yarı zamanlı kara yarı zamanlı deniz şeklinde bir hayata geçiyoruz ve hepimiz çok heyecanlıyız. Kendi gıdamızı yetiştirmek istiyoruz. Fazlamız olacaktır muhakkak. En büyük hayalim onları da paketler yapıp eşime dostuma göndermek.
Bir ev inşa edecek misiniz?
Evet bir ev olacak. Çocukların ağaç evi de olacak. Onlar da çok heyecanlı şu an. İnşallah bol bol misafirlerimiz olacak. Sofralar kuracağız. Orada da güzel bir hayatımız olacak umarım.
Önümüzdeki dönemlerde sizi yeni prodüksiyonlarda görecek miyiz? Yer almayı planladığınız bir dizi ya da sinema filmi var mı?
Pandemi koşullarında çalışmayı hiç düşünmüyorum. Bu aralar İstanbul’a gitmeyi de düşünmüyorum. Çok heyecan verici bir şey olmadığı sürece çalışmak istemiyorum. Öyle bir şey gelirse o zaman bakarız. Şu an için gündemimde yok.