18 Mayıs 73’ten işkencenin izleğine bakmak

18 Mayıs 73’de İbrahim Kaypakkaya’nın babasına bir çuval içinde teslim edilen bedenini taşıyan hamal, onun bir insana ait olduğunu öğrenince alacağı 5 lirayı geri verir. Bu kısa ilişki semboliktir.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

İnsanlık tarihinde işkencenin hukuki bir uygulama olarak yasal statüyle sürdürüldüğü uzun bir dönem oldu. Bu uzun dönem boyunca işkence detayları hukuki yaptırım kategorilerine profesyonelce eklenmiş mevzuatlara yaslanıyordu. 500 yıla yakın süren engizisyon, örgütsel gücü nedeniyle bu bahiste sembolleşse de işkence 19. yüzyıla kadar çeşitli devlet iktidarlarında, çeşitli biçimlerde hukuki dayanaklara sahipti. Kuşkusuz, bugünden bakınca düşünme biçimlerimizi zorlaştıran bir paradigma bu. Bu yasal işkence karanlığını dışarıda bırakırsak, işkencenin tüm dünyada insanlık suçu olarak görüldüğü yakın tarihte Türkiye’de devlet tarafından işlenen işkence suçları dünya ölçeğinde öne çıkan düzeydedir.

Özellikle, hem 12 Eylül askeri darbesine içkin bir uygulama olarak, hem de darbenin ardından geliştirilen baskı döneminde işkence nitel ve nicel bir aşama kaydederek, dünyanın yakın tarihteki karanlıklar haritasına kötü bir ünle girdi.

Cumhuriyet tarihinin, sürgünleri, kitlesel kıyımları, tutukevlerindeki, çatışma ortamlarındaki sistematik işkenceleri içine alacak şekilde trajik bir tablodan malul olmasının politik nedenleri dünyanın diğer bölgelerinden farklı değildir, kuşkusuz. Bununla birlikte, işkencenin bu denli yoğun uygulanabilmesinde toplumun devletle ilişkisindeki psikolojik bağlantılar da hesaba katılmalıdır.

Öyle ki, işkence esas olarak işkencenin uygulandığı kişi ya da kişilerin varlıklarını hedeflemez. Esas amacı işkence uyguladığı özne ya da öznelerin zalimane bir şiddet sonucu saf dışı kalması, politik olarak ele geçirilmesi ya da bilgi toplamak değildir. Uluslararası metinlerin işkenceyi daha ziyade fail ile mağdur ve mağdurun yakınları/destekçileri arasında bir ilişki olarak tanımlanması anlaşılır olsa da, işkence esas olarak toplum psikolojisine yerleşmiş bir otorite, bilinçdışı bir motif inşa eder.

Bunu topluma korku ya da olası tehdit edici potansiyele gözdağı vermek olarak tanımlamak yanlış olmasa da, belki üstüne biraz daha düşünülmesi gereken, yasadışı statüdeki işkencenin toplumsal ölçekte bilinçdışı bir form almasıdır. Bu form korkunç bir zalimlik-bastırma-olağanlaştırma hattında klasik bilinçdışı izleği takip eder. Stresörün karşılanamaması ve bastırma izleği olağanlaşma ile sonuçlanır ama işkencenin asıl hedefi olağanlaştırma da değildir. Bir zalimliğin yarattığı stresin bastırılarak işkenceye simgesel düzende alışılması, dahası faille özdeşim kurmak, bireysel bilinçdışı eğiliminde de olduğu gibi, kendini farklı ilişki biçimlerinde semptomize eder.

Eğer bir toplum işkenceyi örtülü şekilde kanıksamış, iktidar biçiminin bir gerçekliği olarak kodlamışsa, bunun tüm kolektif bellek ve becerilerden gelen motiflere sirayet edeceği pekala söylenebilir. Öyle ki, sevgi, merhamet, adalet, öfke, şefkat gibi mefhumlar aynı zamanda ve daha ziyade toplumsallıkla karakterizedir. Yani, işkence gerçekliği, öteki ile ilişkilenme, diğer canlılarla birlikte yaşama, haz, tutku, adillik, birarada yaşama, ortak hareket etme gibi yüzlerce toplumsal ve bireysel görünümlü kolektif nosyonu dolaylı şekilde etkiler. İşkencenin daha karmaşık olan hedefi yalnızca toplumsal adalet, barış gibi açık plandaki kolektif ölçek üzerinde değildir, ikinci planda olan ve bu planda bireyselliklerle de temasta olan toplumsallıklarda elde edeceği girift bozulmadır.

Bu sebeple işkence suçlarından doğrudan etkilenen özne ve grupların işkenceden etkilenme biçimlerinin politik savunma yöntemi ile bireysel terapiler dışında başka bir istasyonda ele alınmasına ihtiyaç var ki, bu konuda bir model geliştirememiş olmamız not edilmelidir.

Türkiye’de öne çıkmış işkence suçları var. Sanırım bunların en bilineni 68 kuşağının komünist portrelerinden olan İbrahim Kaypakkaya’nın 18 Mayıs 1973’de işkence sonucu yaşamını yitirmesidir. Kaypakkaya politik olarak mızrağı herhangi bir çuvala sığmayan sert bir figürdür. Bunun, gördüğü şiddetin görünürlüğü ve adalet arayışında bir dezavantaj oluşturduğu söylenebilir. Ne var ki, radikallik konusunda öne çıkan diğer dönemdaşları olan Deniz Gezmişlerin asılarak ve Mahir Çayanların çatışmada öldürülmesinin troykasını tamamlayacak şekilde işkence ile öldürülmüştür. Çatışma ve idam konuları psikolojik ve kolektif bir tema olarak sonraki yıllarda imgesel bir varlık kazanmıştır, bu varlığın içinde toplumsal iyileşme, savunma dinamiklerini de taşıdığı söylenebilir. Ne var ki, işkence bilgisine, gerçekliğine sahip yaşamanın tahribatları kanımca daha çok yaşam içinde ve kolektif ölçektedir ve işkence üstüne siyasetin imgesel dolaşımına, idam gibi girebilmiş, sembolik manada yapı bozumuna uğratılabilmiş bir tema değildir. Korkutucu yönüyle kalakalmıştır.

12 Eylül sürecindeki işkencelerle ilgili araştırmalar, sözlü tarih çalışmaları yapıldı. 90’lardaki işkenceler örtük de olsa toplum nezdinde çatışmaya içkin olarak kabul edildi. Bu bahiste Manisa davasının deşifrasyonu ve toplumsal karşılıkları belki kolektif güçlenmeyi de içerecek şekilde  daha farklı çalışılabilirdi. Bu, kuşkusuz toplumcu bir psikolojinin zayıflığı ile de ilgili.

2000’lerin başında biçim değiştiren işkenceyi ise hala politik karşı koyuş ile bireysel terapi ölçekleri dışında başka bir istasyonda çalışmaya ihtiyacımız olduğu düşüncesindeyim. İşkencenin ince, etkili, dijital olanakları da kullanarak daha hızlı hareket edecek şekilde organize edildiğini belli belirsiz hissediyor ama üstüne yeteri kadar çalışmıyoruz. Dahası, bazı işkence motiflerini yozlaşma-bozulma olarak isabetsiz bir adreste karşılamaya çalışıyoruz.

18 Mayıs 73’de İbrahim Kaypakkaya’nın babasına bir çuval içinde teslim edilen bedenini taşıyan hamal taşıdığı yükün bir insana ait olduğunu öğrenince alacağı 5 lirayı geri vermeseydi, insanlık onuru bilinçdışı paternde yabancılaşma karşısında bocalayacaktı. Bu kısa ilişki semboliktir. Bu yüzden, hamalın tavrına kabaca erdemli/vicdanlı davranış demekten yana değilim. Birinin suçlu olması, hatta hukuki dayanağı olmasa da suçlu olduğunun kamu otoritelerince beyan edilmesi durumunda o kişinin gördüğü, göreceği yasadışı işkenceyi makul bulanlarının az olmadığını biliyoruz. Bunun toplumsal yaşamın tüm ilişkilenme biçimlerine ve tüm toplumsal imgelere yansıdığı pekala ifade edilebilir. Ayrıca, çalışmamız gereken yer burasıdır.

Toplumsal iyi oluşta kırılmalar oluşturan sembolik günleri, yıl dönümlerini bağlantıya, güçlenmeye, iyi oluşa destek olacak şekilde düşünmek için özellikle psikoloji alan profesyonellerinin daha üretken olması umuduyla. 

*Psikoterapist