19 Aralık: Bellek yitimi... Acı…
Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması.
“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” sorusuyla geçmişe yolculuğumuz başlar, bazen de bugüne bakarız- ne olduğuna, acı anları birer ikişer belirir. Bir kısmının artık acı olmadığını fark ederiz, kabuk bağladıklarını, kabuğu kaldırsan, kanatsan bile acı vermediklerini, belli belirsiz izlerin kaldığını. Bu izleri silmek gerekir mi diye düşünürsün ya da deneyim olarak kalmalı mı? Sonra bazı acıların ne yapsan bir türlü geçmediğini hissedersin. Birdenbire ansızın ortaya çıktıklarını, beklenmedik şeylerin altından göründüklerini, yüzeye çıkmak için bir yol bulduklarını, korkunç bir dirence sahip olduklarını, geçmişe ait bir deneyim olmayı reddettiklerini, yaşadıklarını. Buradadırlar, hep burada olacaklarmış gibi.
“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” Döneme ve mevsime göre verilen yanıtlar değişiyor. Mevsim kış ve aylardan Aralık ise “Bir insanın-yetişkin bir insanın çocuklaşması, gözlerini sana yöneltmesi, ne olduğunu bilmeden bakışlarının etrafta dolanmasıdır” derim. Olan biteni anlamakta zorluk çekmesi, sürekli aynı cümleleri kurması onların etrafında dönmesi, her gün yeniden hatırlamasıdır. Neyi niçin yaptığını unutması, bilmemesi; ne olduğunu, ne büyük zorluklar atlattığını, dayandığını, üstesinden geldiğini, bunların hepsini unutması, kendisiyle gurur duymaması, unutkanlık-bilinç kaybı… Bu dünyadaki en kötü şey unutmaktır, bellek yitimi. Yaşayan için olduğu kadar belki de ondan daha çok tanık olan için bu böyledir. Tanığa dair her şeyin unutulmasıdır, geçmişin silinmesi- yok olmasıdır.
Bu dünyadaki en acı şey yolda selam vereni hatırlamamak, geçmişe dair anlatıları bir hikayeyi dinler gibi dinlemektir. Hafızanı zorlamak, kim-neresi-ne zaman diye sormak ve cevap bulamamaktır. “Yabancı sandığın” birine gülümsemektir. Tanışların, yakın olanın yabancıya dönüşmesidir. Yakınlığı onların söyledikleri üzerinden kabuldür. “Ben senin arkadaşınım” cümlesine güven duymaktır. Düşüncenin geçmişte olanı, biteni buraya taşımayı reddetmesidir. Unutmaktır, ancak unutarak tahammül edebileceğini düşünmektir. Bedenin az çok konuşanı, selam vereni tanısa bile, yürek sıkışmasından bunu anlarsın-hissedersin, beynin bunu reddetmesidir. Hayatın bir bölümünün boşluklardan ibaret olmasıdır. Uzun süreli bir oruç ya da sonrasında gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durum değildir bu, istemsiz unutmanın-beynin işlevlerinin yıpranmasının dışında iradi bir unutuştur.
Bu dünyadaki en büyük acı 2000 yılının Aralık ayında soğuk bir Ankara gününde evsizliği iliklerine kadar hissetmektir. Gidecek yerin olmaması, onlarca insanın, çoğu yaşlı olan kadınların bakışlarının sokakta dolanması, kapıların açılmamasıdır. Korkunun bulaşıcı olduğunu anımsamaktır, unutmamak üzere. Bu dünyadaki en korkunç şey çaresizliğin soğuk gibi iliklere işlemesidir. Soğuğun ne olduğunun ayırdına varmaktır: ısınamamak, kirden arınamamak, temizlenememek,… ve buz kesmiş sokakların sana yabancılaşmasıdır. Bu dünyadaki en acı şey, 19 Aralıkta korkunç bir şokla uykudan uyanmaktır. Ve yabancı bir dünyaya gözlerini açmaktır.
Acının dili olmadığı söylenir. Var, gözlerde dolanan çaresizlik, ellerin tutmaması, bedenin dinlememesi, ayaklarının ne yapacağını, nereye gideceğini bilmemesi, dökülen cümlelerin belirsizliği ve anlamdan uzaklaşması.
Acının dili çaresizliktir, belki de acının kendisi çaresizliktir, nedeni çaresizliktir. Kabullenememek, olanı biteni olduğu gibi görmeyi reddetmektir. Özenle kurduğun, öyle sandığın, dünyanın var olmadığını hissetmek ve herkes gibi olduğunun ayırdına varmaktır. Elinin kolunun bağlanmasıdır. Yapamamaktır, etkisizliğindir, değiştirme gücünün olmamasıdır. Gecenin ortasında yüreğinde bir ağırlıkla kalkıp neden diye sormaktır, nasılın cevabını hayal bile edememektir.
Bu dünyadaki en korkunç şey, bir kurban ayini içinde olduğunu hissetmektir. Dini ritüelleri yeniden hatırlamaktır. Çoğunlukla gece anlatılan, güven duyulanın kucağına sığınılarak dinlenilen masalların yardıma koşmasıdır. “Neden kurban ediliyordu?” Olası felaketleri önlemek, onlara karşı önlem almak, kendisine yönelen tehdidi savuşturmak, büyük güçleri yatıştırmak için; Allaha onun adına hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacağını göstermek, gerektiğinde en fazla sevileni bile feda edebilmek… çoğumuzun bildiği İbrahim’in öyküsü... Bergman’ın Persona filmi kurban ayiniyle başlar. Önce bir kuzunun kurban edilişini görürüz, ardından İsa’nın, kurban eden ellerin kendilerine güvenleri göze çarpar, tereddüt etmeyen eller ve kan. İnanışa göre İsa işlenen günahların bedelini ödemek, insanlığı kurtarmak için kurban edilirken/olurken, fedakarlığın göstergesi iken; kuzu insanın Tanrıya olan bağlılığını gösterir. Kurban, ya gazaptan korunmak ya da bağlılığın-sevginin gücünü göstermek için bir vazgeçiş. Kimi zaman gönüllü olabilen; kendinden, kendi varoluşundan geçmek. Tarkovsky’i de bunun üzerine düşünür, Kurban (Offret) filmi Leonardo Vinci’nin bitmemiş resmi “The Adoration of the Magi” ile başlar, kamera resmin üzerinden geçer. Üç kralın İsa’yı ziyareti aktarılır, hediyeler sunması. Bitmemiş bir resimdir, etkisi de buradan gelir. Biten şeylerin tamlığına sahip değildir. Resme özenirsin, yarım kalmış bir öykün olsun istersin, tamamlanmamış; böylelikle umudun süreceğini bilirsin. “Her hediye, verilen her şey bir kurban etmedir” der Tarkovsky. Karakterimiz de dua ederken kurban etmeye hazır olduğunu söyler. Sevdiklerini koruması karşılığında feda edebileceği şeyleri sıralar, vazgeçebileceklerini. Neden her elde ediş bir vazgeçişi zorunlu kılıyor. Her şeyin yaratıcısı olduğu düşünülen Tanrıyla bile böylesi bir pazarlığa girişilmesini ve bu pazarlığın neden kabul gördüğünü bilmezsin. Ama bildiğim şey pazarlıkta güçlü olmanın önemli olduğu. Gücün kadar pazarlık yapabildiğin.
Bu dünyadaki en acı şey, olan-biteni ne yaparsan yap değiştirememek, gücünün yetmemesi, gücünün yetmediğini bilmek, güçsüzlük. Bazen- burada, Ortadoğu’da her zaman olduğu gibi- kolektif acı durumlarında “eğer ölümüm durdurmaya yetecekse, az biraz acıyı azaltacaksa, bırak öleyim” demek; ama bilirsin ki ölümün bunu sağlamaz. Bilirsin ki ölümünün bir önemi yoktur. Bilirsin ki başkaları daha önce öldü ve bir önemleri olmadı. “Elbette böyle değil” dersin önemleri var, ölümün değiştirme gücünün yok olması diyelim. Her ölümün- bir eşikten sonra- sayıdan ibaret olduğunu bilirsin ve bunun bütün coğrafyaya yayıldığını görürsün. Bazen, hiçbir biçimde yakınlık duymadığın, yaptıklarını ettiklerini onaylamadığın, “biz başka dünyaların insanlarıyız” dediğin, her fırsatta seni hiçe sayan-yok eden bir ideolojinin taşıyıcıları bu çaresizlik duygusuyla yakınına gelir-şuan olduğu gibi. Kapana kısılmışlık, güçsüzlük ve gücü elinde bulunduranların arsızlığının yarattığı duyguyu bilirsin çünkü. Kibirlerini görürsün, burada, her dinden insanın lanetlediği kibri. Yapıyorum, çünkü yapabiliyorum diyenlerin yüreklerde açmış olduğu yarayı bilirsin. Her zaman güçlü tarafta olmuş olanın anlayacağı bir duygu değil bu elbette. Çoğu zaman kaybedenin, gücü elinden alınanların bilebileceği bir duygu.
Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması. Utanmak, utanabilmek kendini, kendine bakışın ve değerlendirişin en acımasız süzgecinden geçirebilmek bir haliyle. Her şeyin mubah görüldüğü, yapabilmenin-gücün yetmesinin tek mihenk taşı olduğu bir dünyada utanmak ve utanabilmek bir erdem artık. Utanabilmek, insanın kendi oluşu dışında başka oluşların da farkına vardığı ve öznelliğin, bencillikle harmanlanmış biçimiyle mesafeli kılındığının göstergesi bir nevi. Ortadoğu acının içinde kıvranırken, sonu gelmez bir kurban ayini alanına dönüşmüşken, Matthew Passion’daki hüzne bulanmışken, acıyı azaltmak yerine hala hesap kitap ile meşgul olmak utanç kaynağı olmalı ama değil.
Bu dünyadaki en acı şey, cehennemi buraya taşımaktır. Sartre “Gizli Oturum” oyununda “cehennem başkalarıdır” der. Uzun zamandır bu coğrafyada hakim olan görüş de bu. Kendi dışındakini cehennem olarak görmek, öyle konumlandırmak, düşünmek ve ona göre hareket etmek. Başkalarının ölü bedenlerini, acısını içine alarak beslenmek….