19 Aralık: Bir tanıklık

U. ölüm orucunda olduğundan, 45 günün ardından verdiğimiz bir haftalık yemek molası benim için bütün sürecin en travmatik deneyimiydi. Aynı hücrede ölüm orucu yapan birisi varken, yemek yemek insanın çok ağırına gidiyor. "Acaba kokusu gidiyor mu?", "Kaşık sesi rahatsız ediyor mu?", "Yemek yememize içten içe bozuluyor mu?" gibi sorular insanı kahreder.

Google Haberlere Abone ol

Muzaffer Kaya*

1999 Ulucanlar Cezaevi katliamında jandarmanın vahşice öldürdüğü devrimcilerden Ümit Altıntaş’ın mezarı başında yapılan anmaya katılmıştım. Altıntaş’ın ölümünün birinci yıl dönümünde polis kuşatması altında yapılan anma, katılan herkesin darp edilerek polis otobüsüne doldurulmasıyla sona erdi. Otobüsün içinde copların havada uçuştuğu arbede sırasında pencereden dışarı baktığımda, yere saçılmış onlarca ayakkabı gördüm. Ayakkabımın tekinin de aralarında olduğu bu mahşeri tablo, sanki bir toplu katliamın ardından yer saçılan sahipsiz eşyalar gibi ürperti vericiydi.(1) Kafama yediğim cop yüzünden hastanede birkaç dikiş atıldı, sonra toplu halde nezarethaneye. Ecevit hükümetinin AB’ye uyum reformları nedeniyle karakollarda bedensel işkence epey azalmıştı, ama polis teşkilatımız bu sefer de göz altı esnasında ve yolda hırpalayarak bu durumu “telafi” etmeye çalışıyordu.

Birlikte göz altına alındığım herkes, savcılıktan serbest bırakılırken kendimi Terörle Mücadele Şubesi’nde buldum. Meğerse hakkımda başka bir soruşturmadan yakalama kararı varmış.(2) Terörle Mücadele’de daha önce işkence görmüşlüğüm vardı, ama bu sefer uykusuz bırakma ve psikolojik baskıyla yetindiler. Dört gün süren sorgunun ardından avukatım olmadan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne oradan da Ümraniye Cezaevi’ne gönderildim.

Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans eğitimimi yeni bitirmiş, yüksek lisans olanaklarını araştırıyordum; kısmet cezaeviymiş. Yolda okumaya bol bol vaktim olacak diye düşünüyordum ama feci yanılmışım. Ekim başında cezaevine girdiğimde, koğuş sisteminden F-tipi hücre sistemine geçiş gündemi, bütün ağırlığıyla çökmüştü. 1980’den itibaren cezaevlerinde yaşananlar düşünüldüğünde çok ağır bir sürecin gelmekte olduğu kesindi.

KOMÜNLER KONFEDERASYONU OLARAK HAPİSHANE

Ümraniye’de ilk dikkatimi çeken, dışarda demokratik sol güçlerdeki genel gerilemenin içeriye yansımamış olmasıydı. 1999 yılı kâbus gibi geçmişti. Öcalan’ın ABD tarafından kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından yükselen şovenist dalga, Nisan’da yapılan seçimlerde MHP’yi tarihinin en yüksek oy oranına çıkarmıştı. Yüzde 18’le ikinci parti olan MHP, meclisin dörtte birini ele geçirmiş, gittikçe milliyetçileşen Ecevit’in DSP’si oylarını ikiye katlayarak yüzde 22’ye fırlamıştı. 28 Şubatçı generallerin siyaseti dizayn ettiği bu süreçte Siyasal İslam geriletilmiş, sıra MGK’nın tehdit sıralamasında ilk üçten hiç aşağı düşmeyen Kürt hareketi ve devrimci sol örgütlere gelmişti. Mayıs’ta kurulan DSP-MHP-ANAP hükümeti 28 Şubatçılarla tam bir uyum halinde radikal sol örgütlenmeler üzerindeki baskıyı artırmış, ardı arkası kesilmeyen operasyonlarla yüzlerce devrimci cezaevlerine doldurulmuştu. Radikal solun örgütlü olduğu Okmeydanı, Gazi, 1 Mayıs gibi mahallelerde Kürdistan’da görev yapmış özel harekatçı polisler devriye gezmeye başlamış, kahvelerin basılıp mahalle halkının taciz ve tehdit edilmesi sıradan uygulama haline gelmişti.

Dışarda siyasi dengeler sol aleyhine hızla kötüleşirken cezaevindeki atmosfer bambaşkaydı. Yıllardır çok ağır bedellerle sürdürülen mücadeledeler sonucunda siyasi mahkumlar önemli haklar kazanmışlardı ve bunları koruma konusunda büyük bir kararlılık vardı. Malta (koğuş kapılarının açıldığı ana koridor) kapısından içeri adım atığınızda, nöbet bekleyen devrimci tutsaklar karşılıyordu sizi. Koğuş kapıları 24 saat açıktı, yani tüm mahkumların birbiri ile görüşme imkânı vardı. Kadın tutsaklar da günün belli saatlerinde bizim tarafa geçebiliyorlardı. Yer sıkışıklığı büyük bir sorun olmakla beraber, okuma grupları oluşturmak, kültürel etkinlikler ve anmalar yapmak, müzik, yabancı dil, dans vb. kurslar düzenlemek mümkündü. Aynı örgüt davasından yargılananlar kendi komünlerini oluşturmuştu. Komünler arası ilişkileri düzenlemeye ve cezaevi yönetimi ile görüşmeye yetkili bir temsilciler kurulu vardı. Koğuş ve malta kapılarında 24 saat nöbet tutuluyordu, her an bir saldırı olabileceği endişesiyle mesela terlikle gezmek hoş karşılanmıyordu.

Gardiyanlar son derece saygılı davranıyordu. Sabah ve akşam sayımlarında kendi koğuşumuzda ya da avlusunda bulunmak yeterliydi; gardiyanlar koğuş nöbetçisi eşliğinde koğuşu ve avluyu gezerek sayıyorlardı. Asıl gerilim hastaneye ve mahkemeye gidişlerde jandarmayla yaşanıyordu. Ama orda da mahkumların onurunu korumayı esas alan “gelenekler” oluşturulmuştu.

Hastaneye gideceğim zaman komün sorumlusu arkadaş, “jandarma astsubayı kimlik kartına baktıktan sonra onu tekrar sana uzatmak yerine masaya bırakırsa sakın alma. Kendisinin sana eliyle vermesini söyle. Sen ona elinle veriyorsan o da sana eliyle vermeli” demişti. İçerde oluşan “direniş geleneğine” göre elden alınan kartın aynı şekilde elden verilmemesi saygısızlıktı. Doğrusu dışarda her basın açıklamasında dayak yemeyi o kadar kanıksamıştık ki, böyle bir detay konuya kafayı takmak bana bayağı lüks görünmüştü. Zamanla, hapishanedeki tüm hakların bıçak sırtında durduğunu ve her şeyin bir anda kayıp gidebileceğini görünce, detay görünen bu tutumların önemini daha iyi anlamaya başladım.

Komün sorumlumuzun belirttiği ikinci kural, hastaneye sevk sırasında malta kapısından jandarma aracına kadarki yolda iki tutsağın arasındaki mesafenin bir metreden fazla olmaması gerektiğiydi. Yani hiçbir durumda jandarma ile yalnız kalmama ilkesi. Birinci mesele jandarma astsubayın kimlik kartımı bana geri uzatmasıyla halloldu neyse ki. Yalnız hastane dönüşünde jandarmalar bizi ayrı ayrı cezaevine almaya kalkıştıklarında ring aracından çıkmayı reddettik. İki kişiydik. Mesanem sıkıştığı için bana çok uzun gelen bir bekleyişin ardından, yakın mesafeli olarak cezaevine girmeyi kabul ettirdik. Küçük bir zafer kazanmışız gibi hissetmiştim!

ÖLÜM ORUCU VE DİRENİŞ TARTIŞMALARI

Ümraniye Cezaevi’ndeki 400 küsur Türkiyeli devrimci tutsağın yarısını oluşturan DHKP-C davası tutsakları ve iki örgüt daha (“Üçlü” olarak adlandırılıyorlardı) 20 Ekim’de gruplar halinde ölüm orucunu başlattılar. “Sekizli” olarak adlandırılan diğer örgütlerin oluşturduğu platform, önce aşamalı bir şekilde fiili mücadele (3) yöntemlerini denemeyi savunuyordu. F-tipi hücre sistemine geçiş, radikal solun cezaevi varoluşunu toptan yok etmeyi hedeflediği halde ne yazık ki ne sol örgütlerin kendi arasında ne de Türkiye soluyla Kürt hareketi arasında ortak bir direniş stratejisi oluşturulamadı.(4)

19 Ekim gecesi DHKP-C davası tutsaklarının avlusunda büyük bir tören yapıldı. Katılmam mümkün değildi ama bizim koğuşun avlusunda voltalayarak geç saatlere kadar süren töreni dinlemiştim. Yansımasından anladığım kadarıyla avlunun ortasına büyük bir ateş yakılmıştı, konuşmaların ardından topluca marş söylemeye başladılar. İlk başta ağırlıkla Grup Yorum’dan şarkı ve marşlar söyleniyordu. Saat ilerledikçe Pir Sultan deyişleri ağır basmaya başladı. Sabah ölüm orucu başlayacaktı. Çağdaş marşlarımız ölümü karşılamak için yeterince derine işlemiyor diye düşündüm o an. Yüzlerce yıldır bu topraklarda haksızlık karşısında duyulan acının ve isyanın, davaya bağlılığın ve adanmışlığın sesi olan Alevi deyişleri sanırım ruhumuza çok daha derinden işliyordu. Belki Alevi deyişleriyle büyüdüğümdendir, hala böyle hissediyorum.

Diğer örgütler ise dönüşümlü açlık grevleri ile ölüm orucu yapanlara destek verirken, bir yandan da fiili eylemlere başlamaya karar verdi. Yalnız ölüm orucuna başlayan örgütler, fiili eylemlerin ölüm orucunu gölgeleyeceği ya da zarar vereceği düşüncesiyle buna izin vermeyeceklerini beyan ettiler. Buna rağmen Sekizli grup, fiili eylemin en basit hali olan malta kapısı tekmeleme eylemi yapmaya karar verdi. Sekizli gruptan tutsaklar maltanın (ana koridor) iki tarafında tek sıra halinde dizildi. Sloganlar atılarak malta kapısı tekmelenecekti. Bu esnada ölüm orucu yapanlar alınlarında kızıl bantlarıyla gelip malta kapısının önüne dizildiler ve eylemi yaptırmayacaklarını söylediler. Malta kapısıyla eylemi yapmak isteyenlerin arasında ölüm orucundakilerin bedenleri girmişti. Bu durumda maltanın iki yanına dizilmiş olanlar sadece slogan atmakla yetindi. O olaydan sonra fiili direniş yönünde herhangi bir girişim olmadı, ta ki 19 Aralık sabahı operasyon başlayana kadar.

19-22 ARALIK: KIYIM VE İŞKENCE

19 Aralık sabaha karşı alarm sesiyle uyandığımızda maltaya girmek isteyen askerlerin nöbetçiler tarafından engellendiğini öğrendik. Hemen koğuşlardaki ağır eşyalar çekilerek malta kapısı önünde barikat oluşturuldu. İlk denemede askerler maltaya girebilseler koğuşların birbiri ile olan bağlantısı kesilir ve direniş muhtemel daha kısa sürede sona ererdi.

İlk iş olarak PKK davası tutsaklarının boşalttıkları da dahil tüm koğuşların avlu kapılarına buzdolabı, elbise dolapları, masa, sandalye vb. eşyalarla barikatlar örüldü. (5) Askerler başlangıçta ağırlıkla plastik mermi ve saçma kullanıyorlardı. Gerçek kurşunlara karşı yapacak bir şey yoktu, ama saçma ve plastik mermiye karşı önlem almaya çalıştık. Komün kütüphanemizden kalın kitapları montlarımızın içine yerleştirdik. En kalınları Sol yayınlarının mavi kapaklı Kapital ciltleriydi elbette! Henüz okumaya fırsat bulamadığım güzelim ciltleri karın ve göğüs bölgeme yerleştirirken, Marx’ın bunu anlayışla karşılayacağından emindim! Sonraki günlerde sadece gerçek mermi kullandıklarından bu önleme gerek kalmadı.

İlk günün akşamı hepimizi sarsan olay ölüm orucundaki Ahmet İbili’nin operasyonun durdurulmasını sağlamak amacıyla kendini yakması oldu. Olay C4 koğuşunun üst maltaya açılan kapısında gerçekleşti. İbili son derece kararlı görünüyordu, önce bir konuşma yaptı, sonra büyük bir soğukkanlılıkla kolonya olduğunu sandığım bir bidon sıvıyı başından aşağıya döktü ve her iki ucunda askerlerin beklediği üst maltaya çıktı. Sonrası görüş alanımın dışındaydı ama hem duyduğum seslerden hem de o anda söylenenlerden biliyorum. Ahmet İbili slogan atarak kendisini ateşe vermiş ve askerlerin üzerine doğru koşmaya başlamış. O esnada askerlerin sıktığı kurşunla öldü, yanarak değil. Aynı kurşunlar koridorun karşı tarafındaki bir astsubayın ölmesine de neden oldu. Hepimizi derinden sarsan bu eylem pek çok açıdan tartışılabilir. Burada sadece gördüğümü söylemekle yetineceğim: Ahmet İbili bu örgütsel kararı, gönüllü olarak, doğruluğuna inanarak ve tereddütsüz uyguladı.

İlk müdahalede içeriye giremeyen jandarma nedense birkaç gün içeri girmeyi pek zorlamadı. Zaman zaman gaz bombası atıyorlardı. Pet şişelerden ve deri parçalarından yaptığımız gaz maskelerinin hiçbir işe yaramadığını görmek canımızı bayağı sıkmıştı. Maskeler işe yaramayınca sirkeli havlularla idare etmeye çalıştık. Gaz kapsüllerini içine atarak etkisizleştirmek için her tarafa su dolu leğenler yerleştirilmişti. Elektrikler henüz kesilmemişti, televizyonda diğer cezaevlerindeki operasyonları ve dışarda bekleyen ailelerimizi izleyebiliyorduk.

Bütün bu hengamenin içeresinde ara ara sohbet etmeye vaktimiz olduğunu da hatırlıyorum. Çoktan tarihe karışmış bir örgüte üye olmaktan hüküm giymiş Ahmet abi ile, bu büyük saldırı ve katliamın Türkiye solunda derin muhasebelere ve birlik arayışlarına yol açacağı üzerine tahminler yapıyor, musibetten bir hayır çıkarmaya çalışıyorduk.

Asıl büyük saldırı 21 Aralık’ı 22 Aralık’a bağlayan gece oldu. Gaz bombası ve kurşun yağmuru eşliğinde duvarları yıkarak ve koğuşları ateşe vererek ilerliyorlardı. Malta durulamayacak hale gelince yukarda belirttiğim Üçlü ve Sekizli gruplar olarak iki ayrı koğuşa çekildik. Sekizli grupta yer alan yüzden fazla tutsak bir koğuşun salonuna sığınmıştık. Yaklaşık 300 kişinin olduğu Üçlü grupla bağlantımız koptu. Atılan gazların yanı sıra içeriye dolan yangın dumanı da havayı ağırlaştırıyordu. Bayrampaşa’da olanları biliyorduk. Sığındığımız salonda hepimizi yakacaklarını aklından geçiren tek kişi ben değildim sanırım. Aynı davadan yargılandığım yoldaşımla helalleştik. Barikatın başındaki nöbetçiler dışında, birbirimizi görecek şekilde sıkışık düzen oturmuştuk. Bir yandan yaralıların bakımı yapılıyordu. Duvarları yalayan alevler birbirimizin yüzünü görebilecek kadar içeriyi aydınlatıyordu. Ölümü çok yakınımızda hissettiğimiz o anda, kıdemli bir devrimcinin direnişin anlamı üzerine bir konuşma yaptığını hatırlıyorum.

Komün temsilcilerinin oluşturduğu eylem komitesinin kararlarına göre hareket ediyorduk. Neyse ki bir süre sonra eylem komitesi sıkıştığımız yerden çıkmaya karar verdi. Askerler operasyona ara vermiş, birkaç metre ilerimizde nöbet tutuyordu. Gecenin karanlığından yararlanarak fark ettirmeden iş makinelerinin harabeye çevirdiği yan koğuşa geçtik. Burada en azından temiz hava soluyabiliyorduk. Gün ağarırken operasyon yoğun gaz bombardımanıyla yeniden başladı. Bulunduğumuz yere o kadar çok gaz atıldı ki bayılacak ya da dışarı çıkacaktık. Eylem komitesinden bir arkadaşın “dışarı çıkıyoruz” dediğini duyunca kendimi yarık duvardan dışarı attım. Askerler dışarı çıkanları çamura yüz üstü yatırıyorlardı. Günlerdir uykusuz, soluksuz ve ışıksız kalmıştık. Kısa bir an kafamı kaldırıp yukarı baktığımda masmavi gökyüzünü gördüm. Hayatımda gökyüzü hiç bu kadar güzel görünmemişti. Temiz havayı içime çekince her şeye rağmen hayata kalmanın sevincini hissettim. Aklıma Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında Andrey Bolkonski’nin savaş meydanında ağır yaralı yatarken, gökyüzüne baktığı sahne geldi.

Sonra ellerimiz arkadan kelepçeli olarak, cezaevi dış kapısına yakın bir alana götürüldük. Kül rengi bir insan kitlesi olarak yere çökmüş vaziyette bekletiliyorduk. Askerler herkesin kafasını eğmesi için sürekli bağırıyor, eğmeyen ya da slogan atanları vahşice dövüyorlardı. Bir görev icra etmeyle alakası olmayan büyük bir kin ve şevkle vuruyorlardı. Sonra bir asker koridorundan geçirilerek tek tek arandık. Arama sırasında bir asker gözlüklerimi alıp ayağıyla ezdi. Başka bir asker arama yaptığı herkesi elle taciz ediyordu. Yanındaki binbaşının “oğlum bu durumdaki adamı taciz etmek delikanlılık değil” dediğini duydum. Sosyoloji lisansını yeni bitirmiş bir öğrenci olarak Foucault’nun iktidar kavramını hatırlamadan edemedim. Şimdi bu zulmün ne kadarı makro ne kadarı mikro iktidardan kaynaklanıyor? Cevap bulamadım.

Sonra askeri otobüslere doldurulduk. Elbiselerimiz paramparça olduğundan donuyorduk. Kelepçeler kasten aşırı sıkıldığından bileklerimde korkunç bir ağrı vardı. Yetmezmiş gibi jandarmalar kafamızı öne eğmiş sürekli sırtımızı copluyorlardı. Bu vaziyet, Kandıra 1 Nolu F-tipi cezaevine varana kadar sürdü. Coplamaktan yorulan askerler bazen ara verip kendi aralarında sohbet ediyorlardı. En ön koltukta olduğumdan konuşmalarını duyabiliyordum. Kayserili olduğunu anladığım bir er diğerine babasının traktör borcundan bahsediyordu. Ecevit hükümetinin uyguladığı IMF programının köylülüğü yıkıma sürüklediği bir dönemdi. Üstelik Sekizli platform F-tiplerinde süresiz açlık grevine başladığında taleplerinden birisi de IMF antlaşmalarının iptal edilmesi olacaktı! O politikanın mağdurları an itibariyle bize işkence etmekle meşguldü!

Dondurucu soğuktan ve stresten vücudum o kadar kasılmıştı ki, birden bütün vücudumu bir titreme sardı. Paniklemiş görünmeyi hiç istemediğim için kontrol etmeye çalışıyordum ama nafile. Yan koltukta, mahalleden de tanıdığım, ölüm orucunki arkadaş hakkımda ne düşünecek diye bayağı kafaya taktığımı hatırlıyorum.

Kandıra’ya vardığımızda tekme tokatların havada uçuştuğu bir asker koridorundan geçirilerek cezaevi kapısından sokulduk. Lacivert giysili gardiyanlar ve jandarmalar, yüzleri duvara dönük bir şekilde yere çöktürülmüş tutsaklara bağırıp çağırıyor, çıldırmış gibi tekmeleyip copluyorlardı. Orta Çağ ressamlarının cehennem tasvirlerini aratmayan bir vahşet tablosuydu. Sonra tek tek odalarda korkunç bir aramadan geçirildik. Zorla çırılçıplak soyarak sözde arama yapıyorlardı. Aramayı yapan jandarma erleri kimin hangi davadan yargılandığını biliyor, örgütlerle ilgili sorular soruyorlardı. Bu sorgularda polis ya da askerlerin öldürülmesinden sorumlu tutulan “silahlı örgüt” davalarından yargılananlara cinsel taciz de içeren çok daha ağır işkenceler yapılıyordu.

İşkenceli “aramadan” sonra prosedür gereği doktor kontrolünden geçirildik! İçine düştüğümüz cehennemde bir doktor olması bana bayağı fantastik gelmişti. İki yanımda zebaniler olduğu halde doktor denilen zata işkenceden bahsetmeye çalıştığımda, alaycı bir şeyler söyleyip gönderdi. Bir gardiyan sürüsü tarafından sürüklenerek hücreye atılınca büyük bir rahatlama hissettim! Sonunda bugünkünü aratmayan medyamızın tarif ettiği “beş yıldızlı otellerimize” kavuşmuştuk! Uygar dünyanın beşiği Avrupa’nın da büyük desteğiyle “koğuş baskısından kurtarılmıştık”. Ya da şair başbakanımızın deyimiyle “kendi terörümüzden kurtarılmıştık”. Bütün bu kurtarılmaların ve özgürleştirilmelerin sonucu 30 tutsağın ölümü, yüzlercesinin ağır yaralanması, tamamının işkenceden geçirilmesi oldu. Operasyonun adına bakacak olursak öldürülerek “hayata döndürülmüştük”!

HER YER DİRENİŞ

Üç kişilik bir hücrede, DHKP-C ve TKP-ML davasından iki arkadaşla birlikte Mart sorununa kadar kaldım. Kandıra F-tipi cezaevinde kaldığım sürece hücre arkadaşlarım dışında hiçbir tutsağı görme şansım olmadı. Görüşlere gidiş gelişlerde bile hiç kimseyle karşılaştırılmıyorduk. İki katlı hücrenin üst katında üç yatak ve demir elbise dolapları; aşağıda tuvalet, oturma alanı ve bir mutfak tezgâhı vardı. Sabah sekizden akşam dörde kadar açık tutulan küçük avlu, gündüz volta alanımızdı. Bir kuyunun dibinde olduğunuz hissi veren yüksek duvarlarla çevirili bu avluya açılan tek hücreydik.

Önce karşımızdaki hücrede kalanlarla bağırarak iletişim kurabildik. Sonra avludaki kanalizasyon mazgalından sesler geldiğini fark ettik, iki yanımızdaki hücrelerden arkadaşlarla buradan haberleşmek mümkündü. Hatta sesi çok güzel bir arkadaşın mazgaldan harika bir konser verdiğini hatırlıyorum.

Hücre Duvarına monte edilmiş bir radyodan sadece Kandıra FM dinlemek mümkündü. Tek kanalımız Kandıra FM’de çalınan müzikler pek bize hitap etmese de arada bir kısa haberler dinlemek iyi geliyordu. Bir de Candan Erçetin’in Elbette şarkısını ayrı tutmak isterim. Arada bir denk geldiğinde içim kıpırdayarak dinlerdim.

Bir gün avluya, bir çorap içine sıkıştırılmış ıslak gazete kağıtlarından yapılmış bir top düştü. İçinde naylona sarılmış bir not ve notun üzerinde gideceği adres (Blok ve hücre numarası) yazılıydı. Hangi bloğun ne tarafta olduğunu keşfettikten sonra cezaevi içinde gündüz saatlerinde işleyen harika bir “posta teşkilatı” ortaya çıktı. Avlumuza düşen mesaj topunu üzerindeki adresin yönüne doğru yan hücremizin avlusuna fırlatıyorduk, onlar da aynı yönde fırlatmaya devam ediyordu, ta ki adresine ulaşana kadar. Birkaç başarısız denemeden sonra mesaj toplarını avlu duvarından ve hücre çatısından aşırtarak komşu hücrelerin avlularına fırlatmakta ustalaştık. Tabi toplar kafalarına çarpmasın ya da avluda sahipsiz kalmasın diye önce bağırarak uyarıyorduk.

Böylece avlunun açık olduğu sabah sekizden akşam dörde kadar harıl harıl çalışan bir iletişim ağı ortaya çıktı. Çok yönlü çalışabilen bu organik iletişim ağına İnternet diyorduk. Öyle ki gündüz boyunca avlumuza onlarca top atılıyor ve biz onları gitmesi gereken yöne doğru fırlatmaktan çoğu zaman yorgun düşüyorduk. Tabi bazen topların çatılarda kaldığı da oluyordu, zaman zaman askerler çıkıp bunları toplarlardı. Cezaevi yönetimi bu durumdan hoşnut olmasa da her birimizin başına bir gardiyan dikebilecek durumda değildi. Yine de arada bir hücreleri basıp fazla gazeteleri topluyorlardı.

F-tipi internet ağımız sayesinde aynı davadan yargılandığımız arkadaşlarla düzenli haberleşebiliyorduk. Toplam dört kişi olduğumuz halde “Zindan Direnişi” adlı bir dergi bile çıkarmıştık! TİKB davası tutsakları “Kandıra-madılar” adlı bir mizah dergisi çıkarıyordu. Organik iletişim ağımız üzerinden birbirimize hediyeler de gönderiyorduk. Zeytin çekirdeklerinden yaptığım tespihleri ölüm orucu yapan iki arkadaşıma göndermiştim. Sigara tabi ki en çok gönderilen hediyeydi.

“İnternet” sayesinde temsilciler arasında görüşme ve tartışmalar da yapılabiliyordu. “Üç kapı üç kilit” formülü gündeme geldiğinde adalet bakanlığıyla müzakerelerin yeniden başlama ihtimali belirmişti. Bunun üzerine mesaj topları üzerinden yapılan tartışma, hatırladığım kadarıyla asıl olarak müzakereye kimlerin katılacağı üzerineydi. “Üçlü grup” sadece kendilerinin katılması gerektiğini söylerken, “Sekizli grup” daha geniş bir temsiliyet olmasında diretiyordu. Sonuçta bakanlık bu yönde hiçbir adım atmayınca, erken liderlik tartışması da boşa düşmüş oldu.

DHKP-C davasından yargılanan hücre arkadaşımız (kendisinden U. diye bahsedeceğim) ölüm orucundaydı. Ben ve diğer arkadaş 45 günlük dilimler halinde destek açlık grevi yapıyorduk. Açlık grevinde 30'lu günlerden itibaren insan vücudunun eridiğini hissetmeye başlıyor. 40'lı günlerde mesaj toplarını fırlatmakta zorlanıyordum. U. ölüm orucunda olduğundan, 45 günün ardından verdiğimiz bir haftalık yemek molası benim için bütün sürecin en travmatik deneyimiydi. Aynı hücrede ölüm orucu yapan birisi varken, yemek yemek insanın çok ağırına gidiyor. "Acaba kokusu gidiyor mu?", "Kaşık sesi rahatsız ediyor mu?", "Yemek yememize içten içe bozuluyor mu?" gibi sorular insanı kahreder.

U. 20’li yaşlarının başında olmasına rağmen son derece olgun, siyasi olarak çok gelişkindi. Bize “benim görevim aç kalmak, sizin göreviniz yemektir” derdi. Elimizden geldiğince onu rahat ettirmeye çalışıyorduk. Kâğıttan yaptığımız satranç takımımızla saatlerde satranç oynar, kişisel öykümüz, siyasi deneyimlerimiz, okuduğumuz kitaplar ve teoriler üzerine uzun uzun sohbet ederdik. En hararetli konuştuğumuz konuların başında yemekler geliyordu! Yediğimiz güzel yemekleri, İstanbul’da keşfettiğimiz güzel lokantaları ve elbette yemek tariflerini konuşurduk. Ben yemek yapmasını Ümraniye’de öğrenmiştim, U. ise iyi bir Hataylı olarak harika yemek tarifleri veriyordu. Açlığın da verdiği hisle belki; o kadar şevkle anlatırdı ki, çoğu aklımda kaldı. Türlüye çok az su koyarak kısık ateşte pişirmek gibi önerilerini hala uygularım.

Benim tahliye olmama yakın, sevgili U.’un durumu ağırlaşmaya başladı. İyice zayıflamış, kocaman siyah gözlerinin çukurları derinleşmiş, hareketleri yavaşlamıştı. O halde, uzun incelmiş bacaklarıyla daracık hücrede bir iler bir geri voltalayarak Seher Yeli türküsünü öyle içten söylerdi ki; “düşmüşüm elden ayaktan / kaldır beni, kaldır beni”.

Ben tahliye olduğumda U. ölüm orucunda 100. günü geçmişti. Sonradan, onlarca devrimci gibi onun da Wernicke-Korsakoff olduğunu öğrenecektim.

Ölüm orucundan kaynaklı ilk ölüm haberi geldiğinde hepimizi saran duygu öfkeydi. 21 Mart akşamı Cengiz Soydaş için tüm hücre pencerelerinden ortak sloganlar atılıyor ve marşlar söyleniyordu. Yüzlerce tutsak sesiyle duvarları delmek ister gibi haykırıyor, birbirine karışan seslerimiz bir uğultu halinde göğe yükseliyordu.

BİTİRİRKEN 

Ben Cengiz Soydaş’ın ölümünden bir hafta sonra tahliye oldum. İçeride her şeye rağmen diriydik, mümkün olan her yolla direniyorduk, moraller yüksekti. Asıl büyük zorluğu dışarı çıkınca yaşadım. Ölümleri engelleyememenin yarattığı çaresizlik duygusu kolektif bir depresyona yol açmıştı. Başlangıçta geniş kesimleri hareketlendiren ölüm oruçları, ölümler ardada gelmeye başladıkça yerini çaresizlik duygusuna bırakmıştı.

Ölüm orucunun öne sürdüğü hiçbir talep kabul edilmeyince, bilindiği gibi, ölüm oruçları cezaevlerinde ve dışarda yıllarca sürdü. 19 Aralık 2000’den ölüm oruçlarının son bulduğu Ocak 2007’ye kadar 122 devrimci tutsak hayatını kaybetti, onlarcası sakat kaldı.

20 yıl sonra 19 Aralık’ı düşündüğümde, zamanın hiç akmadığı gibi bir hisse kapılıyorum. Bu satırları yazdığım sırada 120 cezaevinde açlık grevleri sürüyor. 20 yıldır cezaevi gündemi hiç değişmedi: Tecrit.

“Yeni Türkiye” lafzının bir safsata olduğunu anlamak için cezaevlerine bakmak yeter. Adına cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen ucube, coğrafyamızın lanetli tarihine bakıldığında yörüngeden büyük bir sapma olarak görülemez.

19 Aralık’ı anlamak için, onu Ermeni soykırımından Cizre bodrumlarına uzanan lanetli tarihin içine yerleştirmek gerekir. Son bir asırda toplumsal yapı olağanüstü değişirken “devletin bekası” için her şeyin mübah olduğu siyaset tarzı hiç değişmedi. Yıllar sonra üniversitede Türkiye Tarihi dersleri verirken her hafta bir ya da birkaç katliam anlattığımı fark etmiştim. Yüzyıla birkaç soykırım ve pogrom, onlarca katliam ve siyasi cinayet sığdırmışız. Peki ya “doğal felaket” denilen depremler, “işin fıtratında var” denilen Soma’lar, Sarıkamışlar, binlerce insanın ölümünün istatistiklere bile giremediği mevcut salgın?

Bu kanlı tarihi ebedi bir lanet gibi süreklileştiren dinamikleri daha iyi kavramaya ve onu ortadan kaldıracak yeni perspektiflere-pratiklerine ihtiyacımız var. Amerika’daki siyah kadınların öncülük ettiği hareketi takip ederek “Hayatlarımız değerlidir” demekle başlayabiliriz belki.

Somut bir öneriyle bitirmek gerekirse, 19 Aralık’ın 20 yıl dönümünü vesilesiyle cezaevlerindeki siyasi tutsaklarla yeniden güçlü bir dayanışma örgütlemeye girişebilir miyiz? Son dört yılda binlerce siyasetçi, gazeteci, avukat, hak savunucusunun cezaevlerinde tutulmasını neredeyse kanıksamadık mı? Siyasi tutsakların özgürlüğü, eğer bunu yapamıyorsak başta tecridin kalkması olmak üzere cezaevi şartlarının düzeltilmesi için yürütülecek mücadele hepimizin yüreğine dokunmaz mı? Tutuklamaları demokratik muhalefetin üstünde bir sopa olarak sallamalarına dur demenin yolu, tutukladıklarına pişman etmekten geçiyor.

(1) Yıllar sonra Berlin’de bir kaldırıma çiçeklerle birlikte bırakılmış ayakkabılar gördüğümde, Karacaahmet mezarlığındaki o an ve sevgili Hrant Dink’in ayakkabıları gelmişti aklıma. Kaldırıma işlenmiş plakette 1968 gençlik hareketinin liderlerinden Rudi Dutschke’nin vurulduğu yer olduğu yazıyordu. Dutschke’nin yaralı bedeni kaldırıldıktan sonra yerde kalan ayakkabıları simge haline gelmiş. Onu hatırlamanın zarif bir ifadesi her yıl ayakkabılar bırakılır vurulduğu yere.

(2) 1981 yılında polis tarafından infaz edilen devrimci sendikacı Kenan Budak’ı anmak amacıyla Zeytinburnu’na asılan bir pankartta parmak izim bulunmuş. Katiller cezasızlıkla ödüllendirilirken, katledilenleri ananların cezalandırılması devletin bilinç altını mı ele verir, yoksa daimî bir “soykırım rejiminde” yaşadığımızı gösterir?

(3) Malta kapısını tekmelemekten cezaevi işgaline kadar giden bir eylem spektrumu kastediliyor.

(4) Devletin Öcalan’ı rehin tutma siyaseti ve AB reformlarının gündemde olması Kürt hareketini “geri çekilip bekleme” konumuna sevk etmişti. İmralı’da devletle görüşmelerin sürdüğü ve çözüm beklentisinin var olduğu o konjonktürde Kürt hareketi F-tipine karşı cezaevlerinde yapılacak direnişin dışında kalmayı tercih etti.

(5) Cezaevindeki 800 küsur siyasi mahkûmun yarısı Kürt hareketindendi ve fiili direnişe katılmadıklarından operasyon boyunca jandarma ve gardiyanlar tarafından başka bir alanda tutuldular.

*Misafir araştırmacı, Potsdam Üniversitesi.