19 ve 20. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu madenciliğinden bir kesit: Kalhane
19 ve 20. yüzyılda madenlerin işlenip kullanılır hâle getirilmesinde “kalhane”lerin rolü büyüktür. Kalhaneler, metallerin ergitilerek cüruflarından ayrıldığı ve saflaştırıldığı tesislerdir.
Selma Kaya*
Ülkelerin yer altı kaynakları kaderleri gibidir. Ekonomisinden, sınırlarının güvenliğinden, insanların sağlıklı veya sağlıksız, mutlu ya da mutsuz olmasına kadar etkileyen bir kader…
Madenler, Paleolitik dönemden itibaren parlak renkleriyle dikkat çekmiş, insanlar tarafından fark edilmiş, bazen boya malzemesi, bazen de süs eşyası olarak kullanılmıştır. Deneme yanılma yöntemiyle tarihsel gelişim içerisinde bakır ve diğer madenlerle tanışmıştır insan. Örneğin cevherin ergitilmesi, elde edilen külçelerin döküm yoluyla işlenmesi çeşitli alaşımlar yapılarak üretimde kullanılmış olmaları binlerce yıl öncesine uzanır.
19 ve 20. yüzyıla geldiğimizde ise madenlerin işlenip kullanılır hâle getirilmesinde “kalhane”lerin rolü büyüktür. Kalhaneler, metallerin ergitilerek cüruflarından ayrıldığı ve saflaştırıldığı tesislerdir. Gerek kendi bünyesinde çalıştırdığı memurlar ve işçiler gerekse saf bakır sağlayarak işlemesine imkân verdiği bakırcı esnafı için kalhaneler, sosyal yaşamda vazgeçilmez bir yere sahiptir.
Günümüzde dökümhane olarak bilinen kalhaneler, özellikle sanayide kullanılacak maden cevherlerinin ergitilerek saf metal elde etme işleminin yürütüldüğü alanlardır.
KALHANELER NEDEN ÖNEMLİYDİ?
Kalhanelerde üretilen ürünler nihai ürün olmamakla birlikte aslında cevherin sanayide kullanımına öncülük eder. Bu tesislerde madenler birden fazla kez eritilerek işlem görebilmektedir. Kalhanelerde altın, gümüş ve bakır cevherlerinin saflaştırılma işlemleri de yapılır. Saflaştırılmış cevherlerin sanayide kullanımının artmasıyla kalhanelerin önemi artmış ve bu cevherlere olan talep, üretilen tüm ürünlerin İstanbul’a gönderilmesini sağlamıştır. Öyle ki yerelde yaşayan bakırcı esnafı ürün bulmakta güçlük çekmiş ve zor durumda kalmıştır.
Kalhaneler hem devletin hem de esnafın metal kullanarak üretim yaptığı tüm sanayi kolları için önemliydi. Osmanlı Devleti’nin kalhanelere en çok ihtiyaç duyduğu alanları askeri ve mali olmak üzere iki ana başlığa ayırmak mümkün. Kalhaneler, devletin askeri ihtiyaçlarından doğan güherçile (tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddeler yapımına yarayan bileşik madde) imalatını karşılamakla yükümlü baruthaneler ve sikke basımından sorumlu darphaneler için önemli birer kaynak olmuştu. Bu yüzden kalhaneler çoğunlukla İstanbul’daki baruthane ve darphaneler çevresinde bulunurdu. Ancak, Anadolu’da da birçok kalhane örneği vardır. Örneğin, Amasya’da altın ve gümüş saflaştıran Kuyumciyan Kalhanesi, Konya Baruthanesi için güherçile imalatı yapan Konya Kalhanesi, Gelibolu Baruthanesi’ne ait Gelibolu Bakır Kalhanesi. Ayrıca Trabzon, Giresun, Diyarbakır ve Tokat’ta da kalhanelere rastlamak mümkündü.
Kalhanelerin saflaştırdıkları madenler açısından sınıflandırıldıklarını söyleyebiliriz. Bu sınıflandırma güherçile saflaştıran kalhaneler ile altın, gümüş ve bakır saflaştıran kalhaneler olarak yapılabilir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne ait belgeleri incelediğimizde kalhaneler tarafından yapılan saflaştırma işlemlerinin genellikle güherçile ve bakır üzerine yoğunlaştığı görülür. Bakır cevheri, tersanelerde gemi yapımından, darphanelerde sikke basımına, günlük yaşamda kullanılan aletlerden tophanenin top dökümüne kadar birçok alanda kullanılıyordu.
Kalhanelerin önemi hem askeri hem de iktisadi konularda kendini gösterir. Örneğin, tophanelerde imal edilen silah ve mühimmat için gerekli olan bakır, kalhanelerde saflaştırılır.
1834 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyun, Ergani Madeni’nin senelik üretiminin Tokat kalhanesine gönderilip saflaştırıldıktan sonra içinden tophane, tersane ve diğer mahaller için üç yüz bin okka bakır ayırılıp kalanının satılmasını buyurmuştur. Özellikle Avrupa’da merkantilizmin uygulandığı dönemlerde, Osmanlı Devleti de gümrüklerde cevher ya da mamul durumdaki madenlerin ülke dışına çıkarılmasını yasaklamıştır. Osmanlı Devleti özellikle 18. yüzyılda madenlerine daha fazla önem vermeye başlamış gerek yönetimsel olarak gerek hukuki açıdan değişimlerle madenlerinden en üst düzeyde verim almaya çalışmıştır.
Kalhanelerin ıslahı ve veriminin artırılmasına yönelik çalışmalar, Avrupa’da makineleşmenin getirdiği verim artışına ayak uyduramamış ve üretimdeki yüksek maliyetler nedeniyle rekabet gücünü kaybetmiştir. 18. yüzyıl öncesinde iki asır boyunca Avrupa madenciliğiyle rekabet edebilecek düzeyde olan Osmanlı madenciliği, Avrupa’da hızla gelişen teknolojiye ayak uyduramaması sonucu madenlerinden kâr edemez hale geldiğinden yabancı mühendislerden daha fazla faydalanmaya başlamıştır. Maden-i Hümâyun başmühendisliğine kadar yükselebilen bu mühendisler uzun yıllar Osmanlı Devleti için çalışmıştır.
Bu mühendislerden bir tanesi Keban ve Ergani madenlerinde ıslahat çalışmaları yapmış olan ve Tokat kalhanesinde de ‘ıslahat yapmakla’ görevlendirilen Fransız mühendis Mösyö Şösot’tur. Mühendisin aldığı maaş ise ‘aylık 9000 guruş’ olarak kayıtlarda yer alır. 1840 yılında Viyana’dan gelen bir diğer mühendis ise Tokat kalhanesinin mevcut durumunu teftiş etmek ve eksikleri raporlamak için görevlendirilmiştir.
YABANCILARA MADENCİLİK İMTİYAZI VERİLİŞİ
19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Sultan İkinci Abdülhamid, madencilik çalışmalarında etkili olmak için Orman, Maadin ve Ziraat Nezareti'ni kurmuştur. Bu nezaretin çalışmalarından birisi de yabancılara yeni madenler arayıp bulmak ve işletmek için imtiyazlar verilmesidir. Bu imtiyazın süresi 99 yıla kadar
çıkarılmış ve vergi yerine çıkarılan madenin yüzde 25’i devlete bırakılmıştır. 19 ve 20. yüzyılda Giresun madenlerinin büyük kısmı yabancı uyruklu kişilere ya da Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarına imtiyaz olarak verilmiştir.
Trabzon Vilayeti Salnameleri, Giresun ve çevresindeki maden ocakları ile ilgili bilgiler verirken yabancılara verilen imtiyazlar hakkında bazı detayları -ihale tarihi, bu imtiyazın yıllık vergisi, imtiyaz verilen kişinin kimliği- gösterir. Örneğin Giresun’un Piraziz ilçesinin Nefs-i Piraziz köyündeki manganez madeni; 11 Ocak 1880 yılında Corci Pracivani’ye, yine Giresun’un Tirebolu ilçesindeki bakır ve simli kurşun, Sebuh David ve Thomas’a 11 Mayıs 1888’de imtiyaz olarak verilmiştir.
Sonuç olarak Giresun, maden rezervi açısından tarih boyunca önemli bir kent olmuştur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayi ile birlikte maden işleme konusunda da dışa bağımlı olması sebebiyle bu zengin rezervler, imparatorluk ekonomisine istenen düzeyde katkı sağlayamamıştır.
MADEN İŞLETMECİLİĞİNDE ÇEVRESEL HASSASİYETİN TARİHİ YÜZÜ
Giresun, madencilik açısından tarih boyunca önemli bir kent olmuştur. Öyle ki Orta Çağ’dan itibaren maden ihracıyla dikkat çekmiştir. Eski çağlarda kıyılarda oturanlar geçimini balıkçılıkla sağlarken iç kesimlerde oturanlar ise genelde madencilikle hayatlarını kazanmışlardır. Trabzon Vilayeti Salnameleri'nde de Giresun madenlerinin önemi vurgulanarak işletilmesi durumunda büyük bir kazanç sağlanacağı belirtilmektedir.
“Şebinkarahisar Sancağına bağlı Lice mevkiindeki simli kurşun madeni sahiplerinden Abraham Todor, madenden çıkaracağı cevherin işlenmesi için Giresun dahilinde Uzundere köyündeki bir araziyi uygun görmüş ve arazi sahibi olan Osmanlı vatandaşı Toroğlu Vasil’e müracaat etmiştir. Vasil’in isteği üzerine Maden İdaresi tarafından tanzim olunan ruhsatnâme, Maden Nizamnâmesi'nin kâlhâne ve fabrikalara ait kısmına uygun görüldüğünden, Surâ-yı Devlet’te kabul edilmiştir. Bu ruhsatnameye göre, ferman harcı olarak bir kereye mahsus 30 adet 100’lük altınla, kalhanenin yapılacağı arazi için senelik 40 kuruş kira vermesi kararlaştırılmıştır.”
Kalhane ruhsatnamesinin çevresel hassasiyetleri vurgulayan üç maddesi şu şekildedir:
Hava kirliliği: Kalhaneye ait binalar taş, tuğla, kireç ve kum ile kâgir olarak yapılacaktır. Şu anda ve ileride inşa edilecek olan binalardan çıkan gaz ve diğer maddelerin çevreye zarar vermemesi için ocak ve bacalar 8,5 m. yüksekliğinde olacaktır.
Sürdürülebilir su kullanımı: Kalhanenin imalâtına ait olup su ile işleyecek olan makineler kimseye zarar vermeyecek ve değirmenlerin çalışmasına engel olmayacaktır. Cevheri yıkamak için suya ihtiyaç duyulduğunda bu suyun başka sular ile karışmaması için su yolu yapılacaktır.
Yerel toplumun desteklenmesi: Kalhanenin ihtiyacı olan odun ve kömür, Uzundere, Tamdere ve Karınca köyleri sınırı içinde bulunan Şabanözü ormanından getirilecek ve orman nizamnâmesine uygun hareket edilecektir.
Tarih boyunca madencilik faaliyetlerinin çevresel etkileri uluslararası birçok platformda konu edinilmiştir. Bunun en güncel örneklerinden biri de 2012’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Rio+20 Zirvesi) kapsamında kabul edilen temiz madencilik çağrısıdır. Bu çağrı, madencilikte ekonomik ve sosyal fayda yaratılırken biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi koruyan, üçlü ve etkin yasal düzenlemelerin, politikaların ve uygulamaların önemini vurgular. Ayrıca devletlere ve iş dünyasına bu alanda sorumluluk yükler. Bu bağlamda 19. yüzyılın sonları Osmanlı madenciliğinde, çevresel etmenlerin devlet düzeyinde tartışılıyor ve düzenleniyor olması oldukça dikkat çekicidir.
Tarih her daim toplumların bugününe ışık tutar, onları bilgilendirir ve yol gösterir. Bugün, madencilik faaliyetlerinin yapılmak istendiği yerlerde çevrecilerin ve yöre halkının haklı tepkilerini ortaya koymaları belki de bu tarihsel kapsamda okunabilir. Madencilik gibi çevresel etkileri belirgin ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilir olabilmesi için tarihten payımıza düşeni alıp, gerekli dersleri çıkarırsak belki bir şeyleri değiştirebiliriz. Kim bilir?
*Arkeolog, Madencilik Tarihi Uzmanı