1939 Moskova görüşmeleri ve Üçlü İttifak
Türkiye’nin savaş dışı kalması, sadece Türkiye’nin bu konudaki kararlılığının değil, aksi durumda Sovyetler karşısında düşeceği zor durumdan endişe etmesinin de sonucudur.
Hazal Yalın*
Cem Gürdeniz’in 25 Nisan’dan itibaren yayınlanan ve büyük bir nezaket örneği göstererek benim “1945” çalışmamdan övgü dolu sözlerle bahseden önemli yazı dizisine dayanarak, özellikle 1939’u (Saraçoğlu’nun Moskova görüşmeleri ve İngiltere-Fransa-Türkiye Üçlü İttifak Anlaşması) ilgilendiren birkaç not düşmeyi gerekli sayıyorum.
1939 Şubat ayından itibaren, daha kesin olarak da nisan ayı başında İngiltere’nin Ankara’daki elçisi Knatchbull-Hugessen’in Saraçoğlu ile görüşerek, İngiltere hükümetinin Türkiye’yle esas itibariyle İtalya’ya karşı bir karşılıklı yardım anlaşması imzalamaya niyetli olduğunu belli etmesinden beri, Türkiye, bu görüşmelerin neredeyse bütün ayrıntılarını Sovyet Büyükelçisi ve maslahatgüzarına ve Ankara görüşmelerinde de Sovyet Dışişleri Bakan Yardımcısı Vladimir Potyomkin’e bildirdi. Bu anlamda Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne güven dolu bir samimiyet gösterdiğine hiç şüphe yok. Ama Türkiye’nin bu anlaşmaya verdiği öncelik, başka deyişle Sovyetler Birliği ile anlaşma imzalama teklifini ancak İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı teklifinin ardından iletmesi, batı oryantasyonuna girmekte olduğunu da gösteriyordu. Saraçoğlu’nun, Sovyet Büyükelçisi Terentyev ile bir görüşmesinde, Almanya’nın İngiltere ve Fransa karşısında tutunamayacağını ifade etmesi de Türkiye’nin biricik güç olarak bu iki ülkeyi gördüğüne işaret eder. Saraçoğlu şöyle demişti: “Savaşın uzun, birkaç yıl süreceğine, büyük ve inatçı olacağına eminim. Keza, Almanya’nın bozguna uğrayacağına da eminim. (Almanya) Bir tek Polonya’yı yenebilir veya Balkanlarda başarı kazanabilir, ama İngiltere ve Fransa ile boy ölçüşemez.” Moskova’nın bunu fark etmemiş olması mümkün değildir. Dahası Moskova bu eğilimleri, Fransa’daki Sovyet Büyükelçisi Surits, ama en önemlisi İngiltere’deki Sovyet Büyükelçisi Mayskiy tarafından da sürekli ve yakından izliyordu.
Kuşkusuz, özellikle İtalya tehdidi karşısında teyakkuzda olan Türkiye’nin bu aşamadaki tutumu makuldür. Ancak İngiltere ile karşılıklı yardım anlaşması imza etmek fırsatını kaçırmamak için İtalya’ya karşı İngiltere’ye, onun kendisine verdiğinden daha fazla taahhütte bulunmaya hazırlandığı da anlaşılıyor. Bu, Türkiye’nin savaşı ancak İngiltere ve Fransa’nın kazanabileceğine olan kesin inancının sonucuydu. Balkanlarda kendisini savaşa sokabilecek taahhütlerden elinden geldiğince kaçınıyordu ama hareketlerinin başlıca yönünü savaşı İngiltere’nin kazanacağı inancı tayin ediyordu. Buna rağmen Türkiye, bu aşamada, üstleneceği yükümlülüklerin Sovyetler Birliği’nin aleyhine olamayacağı şerhini düşüyordu ve daha önemlisi, İngiltere ve Fransa’ya da muhakkak Sovyetler Birliği ile anlaşmaya varmaları gerektiğini telkin ediyordu. Bu, moda deyimle bir “eksen kaymasına” işaret etse bile, henüz samimiyetini koruduğuna yorulabilir.
1939 boyunca (faşizmi Sovyetler Birliği’nin üzerine salma siyasetini simgeleyen) Münih’in olumsuz etkileri hâlâ hissediliyordu; bununla birlikte özellikle Romanya’ya Alman ültimatomunun arkasından, Sovyetler Birliği’nin, üstelik de Romanya ile çok gergin siyasi ilişkiler içinde olmasına rağmen, Almanya’ya sert bir nota vermesi, Sovyet hükümetine güveni artırmıştı. Ancak Londra’da iki farklı eğilim vardı: Chamberlain ve Halifax Münih’i devam ettirmeye çalışırlarken dışişleri bakanlığı bürokrasisi ve donanma bakanlığında yükselen Churchill, Sovyetlerle ittifak yanlısıydılar. Fransız hükümeti de Chamberlain ve Halifax ile aynı çizgideydi. Faşist saldırganlığa karşı İngiltere, Fransa ve SSCB’nin diplomatik (temmuz) ve askeri (ağustos) misyon toplantıları, bu ortamda gerçekleşti. Sovyetler Birliği bu toplantılarda, İngiltere ve Fransa ile anlaşma imza ettiği takdirde, savaş halinde Türkiye’nin savunmasına aktif olarak katılacağını açıkça beyan etti. Ne var ki görüşmelerin uzaması, İngiltere ve Fransa’nın üç Baltık ülkesini (Estonya, Letonya, Finlandiya) anlaşma kapsamına almayı reddetmesi (oysa kendileri Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’yı bile anlaşma kapsamına sokuyorlardı) ve Balkanlarda, özellikle Romanya’ya İngiltere’nin tek taraflı yardım taahhüdü, yeni bir Münih tehdidi anlamına geliyordu; zira bu durumda Sovyetler Birliği kendi sınırlarında Almanya ile baş başa bırakılacaktı. Molotov’un, SSCB’nin İngiltere ve Fransa’daki büyükelçilerine gönderdiği 16 Haziran tarihli memorandumunda söylediği gibi: “(İngiltere ve Fransa) Sovyetler Birliği’nin, bir saldırganın saldırısı ve bu suretle İngiltere ve Fransa’nın da savaşa çekilmesi halinde, Polonya, Romanya, Belçika, Yunanistan ve Türkiye’ye derhal yardım etmesi gerektiğini düşünüyorlar; oysa İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği’ne, sınırındaki Letonya, Estonya ve Finlandiya’ya saldırısı halinde saldırganla bir savaşa tutuşması halinde derhal yardımda bulunma yükümlülüğünü üstlenmiyorlar.” Oysa Sovyetlerin başlıca kaygısı, kaçınılmaz savaş için en azından bir yıl daha (1942’ye kadar) zaman kazanmaktı; zira bütün planlar, savaş hazırlıklarının ancak o yıl kesin olarak tamamlanabileceğini gösteriyordu. Bunun için batıdaki çeperini tahkim etmek zorundaydı.
Tam bu sırada Almanya’nın saldırmazlık anlaşması teklifi, Sovyetleri olası bir çatışmadan uzak tutma garantisi demekti. Münih’i devam ettiren İngiltere ve Fransa’nın yerine Almanya ile saldırmazlık, Moskova için şüphesiz daha uygun bir tercihti. Ne var ki bu tercihin, bu sırada batı oryantasyonuna girmekte olan Türkiye’yi endişelendirdiği anlaşılıyor. Türkiye zor durumda kalmıştı ve kendisini, Sovyetler Birliği’nin saldırmazlık güvencesini almak zorunda hissediyordu; bununla birlikte artık Sovyetler Birliği ile neredeyse düşman kamplara ayrılmış olan İngiltere ve Fransa’yla ittifaktan da kaçınamazdı, çünkü savaşı onların kazanacağına tereddütsüz inanıyordu. Oysa bu ittifak, Sovyetler Birliği’ne doğrudan tehdit teşkil ediyordu; zira Türkiye’nin şimdi, bu ittifak gereği, Boğazları İngiltere ve Fransa donanmasına açması kaçınılmaz görünüyordu. 1 Ekim 1939’da Stalin ve Molotov ile Saraçoğlu arasında yapılan beş saati aşkın görüşmede bu endişeler açıkça hissedilir. Bu görüşme tutanakları yayınlandığında göreceksiniz ki Stalin’in olaylara vermek istediği istikamet, Türkiye’nin bu sıradaki menfaatlerini doğrudan doğruya savunmaya yönelikti.
İlk defa Rıfkı Salim Burçak’ın uydurduğu, daha sonra da bütün resmi tarih yazımına hâkim olan maddi hata esas olarak burada ortaya çıkar. Gürdeniz de resmi tarih yazımı izleğini takip ederek, Molotov’un Saraçoğlu’na, Boğazları birlikte savunma önerisi getirdiğini yazıyor. 1 Ekim tutanaklarında böyle bir şey yoktur. Üstelik 1 Ekim görüşmesinin yayınlanan Rusça tutanaklarına göre, böyle bir konu gündeme dahi gelmemiştir. Oysa Erkin ve Burçak daha da ileri giderek, Saraçoğlu’nun bir gün önce Molotov ile görüştüğünü, orada Molotov Boğazlar ile ilgili taleplerini içeren bir pusula uzatınca Saraçoğlu’nun bunu almaktan imtina ettiğini hikâye ederler.
Yayınlanmış Sovyet belgelerine bakarak, heyetler arasında Stalin’in de katıldığı başka bir görüşme olmadığı kesin. Yerli kaynaklardan da Molotov ile 26 Eylül, 13 Ekim ve 16 Ekim’de üç genel, 17 Ekim’de de sadece yayınlanacak ortak komünike ile ilgili kısa bir görüşme daha takip ediyoruz. Fransız diplomatik belgelerine göre Dışişleri Umumi Kâtibi Numan Menemencioğlu, diğerlerini bildirdiği halde, 26 Eylül görüşmesinden nedense söz etmemiş. Öte yandan 1 Ekim ile 13 Ekim arasında Saraçoğlu’nun Savunma Halk Komiseri Voroşilov (ve kimi kaynaklara göre Sovnarkom Başkan Yardımcısı A. Mikoyan) ile görüştüğünü de biliyoruz. Yerli kaynakların iddialarına başka bir yerde değineceğim, ancak daha sonraki diplomatik yazışmalar takip edildiğinde anlaşılıyor ki, Molotov’un Yüksek Sovyet’te 31 Ekim 1939’daki konuşmasında söylediği gibi, bu görüşmelerin hiçbirinde Kars ve Ardahan gündeme gelmemişti; Montrö’nün tadil edilmesi gündeme gelmemişti; Sovyet tarafı sadece, Türkiye ile, SSCB’yi Almanya ile silahlı çatışmaya çekebilecek bir pakt imza edemeyeceklerini ve SSCB’nin, savaş tehdidi karşısında Türkiye’nin İstanbul Boğazı’nı Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatması garantisini almak istediğini söylemişti. Molotov’un bu sözleri öylesine önemli ki, burada çevirmek isterim:
“Bu görüşmelerin (Saraçoğlu ile Moskova görüşmeleri) esası hakkında yurtdışında her tür masalı yazıyorlar. Kimileri, SSCB’nin güya Ardahan ve Kars ilçelerini talep ettiğini iddia ediyor. Açıkça söyleyelim ki bu düpedüz uydurma ve yalandır. Kimileri de SSCB’nin güya Montrö’de imza edilen uluslararası konvansiyonda değişiklik ve SSCB için Boğazlarda avantajlı hak iddia ettiğini ileri sürüyor. Bu da uydurma ve yalandır. Aslında, Karadeniz ve Boğazlar bölgesiyle sınırlı ikili bir karşılıklı yardım paktı imza edilmesi söz konusuydu. SSCB, birincisi, böyle bir paktın imza edilmesinin, kendisini Almanya ile silahlı bir çatışmaya çekebilecek eylemlere itemeyeceği; ikincisi de SSCB’nin, Türkiye’nin savaş tehdidi varlığını göz önüne alarak Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerini İstanbul Boğazı ve Karadeniz’e geçirmeyeceği garantisini alması gerektiği görüşündeydi.”
Bu konuşmanın belki de gerçeği yansıtmıyor olabileceği, başka deyişle, belki de o günün şartları içinde Molotov’un birtakım şeyleri zikretmeyerek hakikati gizlediği veya çarpıttığı ileri sürülebilir. Ben, 1939 boyunca Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile veya Türkiye üzerine başka ülkelerle yaptığı diplomatik yazışmaların ve diğer belgelerin çok önemli bir bölümünü inceledim ve yayına hazırlıyorum. Kesin olarak söylemek mümkündür ki, Molotov’un Yüksek Sovyet konuşması, eksiksiz hakikattir. Zaten mantıklı olan da budur. Zira Sovyetler Birliği’nin güvenliğinin, bu sırada savaşan tarafların (esas itibariyle İngiltere ve Almanya) savaş gemilerinin Karadeniz’e girmemelerinde yattığı açıktır.
Vaziyeti tekrar hatırlayalım. Avrupa savaşı, İngiltere ve Fransa hükümetlerinin Almanya’ya savaş açması üzerine 3 Eylül itibariyle başlamıştı. Montrö’nün 19. maddesi, “Savaş zamanında … savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesinin yasak” olacağını kayıt altına alır. 21. maddeye göre “Türkiye kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayarsa … savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir.” Sovyetler Birliği, Türkiye’den, bu sözleşme hükümlerini uygulamasını bekliyor, istiyor ve şart koşuyordu. Dolayısıyla, Sovyetler Birliği açısından mesele, Montrö’nün tadilatı değil, uygulanmasıydı. Kaldı ki, Türkiye’nin kendi teklifi zaten sadece Boğazlar ve Karadeniz bölgesini kapsıyordu, bu teklifin birinci maddesinde şöyle deniyordu: “Bir Avrupa ülkesi tarafından Karadeniz ve Boğazlar bölgesinde Türkiye ve Sovyetler Birliği’ne karşı vuku bulacak bir tecavüz hareketi halinde yüksek âkid tarafların yekdiğeri ile bilfiil işbirliği yapması ve yedi iktidarında bulunan bütün yardım ve müzahereti göstermesi.” Bu durumda Sovyetler Birliği Boğazların güvenliğini tartışmaya kalktı diye kıyameti koparmayı, saçmalık olamayacağına göre, başka angajmanların sonucu saymak gerekir.
Aslında 1939 şartlarında başka hiçbir öneri, Türkiye’nin güvenliğiyle de böylesine örtüşemezdi. Bilhassa Boğazların Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılması, Türkiye’nin doğrudan doğruya Montrö’den kaynaklanan hakkıydı ve ayrıca görevi olmalıydı; zira bu gemilerin Karadeniz’e geçmesi, Türkiye’nin savaş tehdidiyle karşı karşıya kalması anlamına gelirdi. Stalin’in sözleriyle, Sovyetlerin Türkiye’den beklediği “mutlak tarafsızlık” da bunu gerektirirdi. Ancak bu, Türkiye’nin batı oryantasyonu yüzünden kabul edilmemiş, böylece daha sonraki gelişmeler tetiklenmiştir.
Türkiye bu aşamada artık tarafsız değildi. Türkiye’nin bu sıradaki tutumuyla ilgili Saraçoğlu’nun şu sözleri virgülüne kadar doğrudur: “Memleketimiz mevcut muharebeler karşısında bitaraf değil, sadece harp haricidir.”
Türkiye üçlü ittifaka 19 Ekim 1939’da yani Saraçoğlu henüz Moskova’dan dönmeden imza koydu; ancak anlaşma aslında, daha Saraçoğlu Moskova’dayken, 28 Eylül’de parafe edilmiş bulunuyordu. (Saraçoğlu bunu, Moskova’dan döndükten sonra Sovyet Büyükelçisi A. Terentyev’le görüşmesinde kendisi de söyler.) Başka deyişle, “Molotov… Saraçoğlu’na Boğazları birlikte savunma önerisini getirince … Ankara zaten hazırlığını yapmakta olduğu üçlü ittifak anlaşmasına büyük bir acele ile imza koymuş” değildir. Ankara hükümeti, aslında üçlü ittifak kararını kesinleştirmişti. Bu ittifakın, üstelik de Molotov-Ribbentrop saldırmazlık anlaşmasından sonra Moskova’da tepki çekmeyeceğini düşünmemiş olması mümkün değildir; dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Moskova görüşmelerine belki de sonuç almak için değil almamak için girişmişti.
Ancak aynı “belki” Sovyetler Birliği için de geçerlidir. Moskova görüşmelerinde Sovyetlerin tutumunun da yapıcı olduğunu söylemek mümkün değil. Moskova açısından mesele zaten İngiltere-Fransa-Türkiye üçlü ittifakının lafzı değildi. İngiltere hükümeti 18 Ekim’de Fransa elçisine şu görüşü ifade ederken haklıydı: “(Görüşmelerin) kopması, Üçlü İttifak metniyle ilgili problemlerden değil, tamamen Sovyet-Türkiye ilişkileriyle ilgili problemlerden ortaya çıktı.” Bu problem de Sovyet hükümeti açısından, Türkiye’nin tarafsızlık yerine taraf siyasetine girmiş olmasıdır.
Ne var ki bu dönemin, savaşa giden aylarda ve savaşın ilk aylarında bir dalgalanma dönemi olduğunu tekrar hatırlamakta yarar var. İngiltere’de, yukarıda değindiğim gibi, Münih’i devam ettirme yanlısı Chamberlain-Halifax ile dışişleri bürokrasisi ve yükselen Churchill arasında bir çelişki vardı. Örneğin Churchill, Sovyet Büyükelçisi Mayskiy’e 7 Ekim’de şöyle demişti: “SSCB bir başına veya Türkiye ile birlikte Almanya’nın Karadeniz’e erişimini kapatabilirse, İngiltere de Boğazların kendi gemilerine kapatılmasını kabul eder ve Balkanlarda ciddi eylemde bulunmaktan kaçınır.” Ama Churchill bu sırada hükümetin yükselen bir üyesi olsa bile görüşlerinin hükümetle ne kadar örtüştüğü belirsizdi. Nitekim Churchill’in tutumu İngiltere’de hükümet krizi çıkaracak ve bu durum, onun başbakanlığıyla sonuçlanacaktı.
Fransa’da Daladier de kamuoyu baskısı ve aklıselim karşısında benzer bir durumdaydı.
Bu uluslararası kriz ortamında Stalin’in kişisel ve siyasi rolünü kapsamlı şekilde inceleyen A. Çubaryan’ın sözleri özet bir değerlendirmedir: “İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından ve Sovyet-Alman paktının imza edilmesinden sonraki ilk aylarda ortaya çıkan bu karmaşık durumda, pek çok karşıt eğilim ve faktör etkili oluyordu. Almanya’nın baskısı, İngiltere ve Fransa’nın (Sovyetler Birliği ile mutabakata varmaktaki) uzlaşmazlığı, Türkiye’nin dönüşleri, SSCB’nin tuttuğu yolu az da olsa tadil etmekteki isteksizliği... bütün bunlar, 1939 sonunda Sovyet liderlerinin Türkiye’ye yönelik daha kararlı ve daha bağımsız eylemlerini hayata geçirmesini güçleştirmiştir.”
Almanya’nın İngiltere ve Fransa karşısında tutunamayacağı inancı, Ankara’da, 1940 mayıs ayına kadar sarsılmadan kalmış olmalıdır; ancak Fransa’nın bir haftada işgal edilmesi, Ankara’yı paniğe sevk etti. Bu panik sadece dış siyasetle ilgili değildi. Bu defa savaşı Almanya’nın kazanacağı inancı güçlendi ve Ankara, yüzünü Almanya’ya çevirdi. Paniğin iç siyasetteki yansımalarını biliyoruz; bu, İnönü’nün köklerini tanzimat aydının Rus karşıtlığında bulan antikomünist batıcı denge tutumuna karşı iktidar içinde Almancıların güçlenmesine yol açtı, kudretli paşaların ve (hiç kuşkusuz İnönü’nün doğrudan onayıyla gerçekleşen) Sarper’in Kırım gezileri, Türkiye’nin özellikle Kırım’da Nazi işbirlikçiliğini körükleme çabaları, Sovyet sınırına 26 tümen sevkiyatı ve başını Genelkurmay’ın çektiği, Sovyetler Birliği’ndeki Türki nüfusa yönelik turancılık kokan yarı-resmi projelerle sonuçlandı.
Bütün bu gelişmeler sonucunda, şunu söylemek mümkündür: Türkiye’nin savaş dışı kalması, sadece Türkiye’nin bu konudaki kararlılığının değil, aksi durumda Sovyetler karşısında düşeceği zor durumdan endişe etmesinin de sonucudur. Başka deyişle, Sovyetler Birliği, ilişkilerinin giderek gerginleştiği dönemde bile paradoksal biçimde, bu baskıyla Türkiye’nin savaş dışında kalmasına yardımcı olmuştur.
*Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çevirileri, İthaki, Kırmızı Kedi, Kitap, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde çıkıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de Medya Günlüğü’nde yayınlanıyor. @Hazal_Yalin