20-31 Aralık akşam kararları
20 ve 31 Aralık akşam kararları ile kırk yıl önceki 24 Ocak kararları arasında, bugün de fiili bir devalüasyon yaşanmış olması dışında bir benzerlik görmek ilk bakışta mümkün olmayacaktır. Ama böyle bir kıyaslama, her ikisinin de başka bir gelişmenin öncülü ya da habercisi olma nitelikleri açısından yapıldığında ilk başta görüldüğü kadar absürt bulunmayabilir.
Gazetecilik mesleğinin atalarından Phil Graham’a göre, “gazetecilik, tarihin ilk kaba müsveddesini yazmaktır”. Karalama defteri temize çekilerek bir tarih anlatısı metni niteliği kazanana kadar geçen sürede o ilk müsvedde çoğunlukla büyük değişimler yaşayacaktır. Bu nedenle güncel olaylar hakkında, üzerinden belli bir süre geçip soğumadan herhangi bir yorum ya da yargıda bulunmak oldukça riskli. Sıcak gündem üzerine girişilecek herhangi bir analitik soyutlama ya da genelleme çabasında da yanılma payı her zaman yüksek olmak zorunda. Ama toplumların yaşamında öyle anlar var ki görmezden gelmek, üzerine konuşmamak ya da fikir beyan etmekten kaçınmak; tarihsel sorumluluktan kaçmak anlamına gelecektir. İçinde bulunduğumuz anda, her türlü yanılma riski pahasına o defteri açarak gazetecilik yapmanın, tarihin ilk kaba müsveddesiyle tarihe not düşmenin kendisi, tarihsel bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor.
20 Aralık akşamına kadar Erdoğan yönetimi, birkaç ay boyunca kasıtlı olarak döviz kurlarını yüksek rakamlara ulaştırdı. O akşam yapılan bir açıklamanın ardından bu kez ani ve keskin bir düşüş gerçekleşti. Türkiye kamuoyu on gün kadar bu bi-polar şokun içerdiği muammayı ve ekonomik yaşama etkisini tartışırken bu kez 31 Aralık akşamının zam yağmuru gerçekleşti. Toplum, yeni bir ekonomik şokla sarsıldı.
Bu kriz ve şok sarmalı içinden yapılan en yaygın yorum, liyakatsiz ekonomi yönetiminin kaçınılmaz sonucu olduğu yönünde. İktidarın, işlediği büyük ekonomik hata karşısında doğacak tepkileri bastırmak için Milli Güvenlik Kurulu kararı çıkarması, BDDK’nın ikisi eski Merkez Bankası başkanı olmak üzere 26 ekonomist hakkında suç duyurusunda bulunması gibi gelişmeler bu çerçevede yorumlanıyor. Bu okuma üzerinden, önümüzdeki yıl boyunca bulunacak yeni kaynaklar devreye sokularak ekonomide yapılacak anlık iyileştirmeler ardından erken seçime gidileceği projeksiyonu yapılıyor. Kıdemli İslamcı Şevki Yılmaz’ın altın ve dolar rezervlerini seçim sürecinde kullanma çağrısı bu bağlam içinde değerlendiriliyor.
Kamuoyu yoklamalarında geriye düştüğünü gören iktidar cephesinin saldırgan retorik ve otoriter önlemlerle siyasal düzeyi baskılama araçlarına daha fazla başvurma zorunluluğu da bu projeksiyon içinde anlamlı. İktidarı eleştirme amaçlı protesto eylemleri ihtimaline karşı Erdoğan’ın savurduğu iç savaş tehdidi, muhalefetin seçim çalışmalarını suç haline getirerek önünü kesme çabası olarak görülürken İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinde kurulan “terörizm” baskısı, muhalefetin en popüler ortak aday adayını saf dışı bırakma hamlesi olarak değerlendiriliyor.
Döviz kurunda yaşanan şok hakkında daha kuşkucu yorumlar, iktidar çevrelerinin çöküş sendromu içinde son bir kazanç hamlesi olarak kamu kaynaklarıyla birlikte halkın bankalardaki mütevazı birikimlerini de yağmalamaya giriştiğini iddia ediyor. Şevki Yılmaz’ın yukarıdaki çağrısı, bu çerçevede başka türlü okunuyor. Bir başka yorum, AKP iktidarının 2001’de yaşanmış bir ekonomik kriz üzerine iktidara geldiği ve benzer bir ekonomik kriz yaratmadan ülkeyi yeni bir yönetime devretmeyeceği yönünde. Dış yorumcular ise (en son Time dergisi), kamuoyunun dikkatini ekonomik çöküşten başka yöne çevirmek için Erdoğan’ın yeni dış çatışmalar çıkarma ihtimalini vurguluyor.
2001 krizi hatırlatması, AKP’nin 2002 Kasım ayında seçimleri kazanarak iktidara geldiği koşulları bugünkü siyasal/ekonomik icraatıyla kıyaslamayı mümkün kılan bir pencere açıyor olabilir. Kısa bir geri dönüş sonucu, 2001 krizinin ekonominin o günkü kötü yönetiminden çok 1990’lı yılların ekonomik ve siyasal yükünün bütününü yansıtan bir kriz olduğu ve AKP’nin kriz sonucu değil krizden çıkış sürecinde iktidara geldiği hatırlanacaktır. Ecevit hükümeti, inkâr yerine krizle yüzleşmeyi tercih ederek Kemal Derviş’i ekonominin başına getirmiş; bütçe disiplini, kamu bankalarının denetimi, Merkez Bankası başta olmak üzere ekonomi yönetiminden sorumlu kurumların otonomisi, kamu personeli alımlarında liyakat esası ve kamu ihale kanunu gibi kilit alanlarda köklü reformlar uygulamaya koymuştu. Bu reformlar, Avrupa Birliği’ne uyumu amaçlayan siyasal ve hukuki reformlarla birlikte yürürlükteydi. 2010-11 yıllarına kadar yaşanan birinci AKP döneminin görece liberal refah ortamı, o önlemlerin kümülatif sonucu olarak okunabilir.
Günümüze dönersek, ülke ekonomisinin 2018 rahip Brunson vakasından bu yana kriz içinde olduğu söylenebilir. Maliye bakanlarının ve Merkez Bankası başkanlarının kısa ömürlü olmaları dışında bu sürekli kriz hali karşısında yüzleşme yerine inkâr yaklaşımı görülmektedir. Ülke ekonomisi G20’den düşerken ‘dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına giriyoruz’ iddiası, inkârın vardığı boyutun göstergesi. Sonuçta köklü reformlar değil ani şoklarla getirilen geçici önlemler ağır basıyor. Üstelik önlemler ekonomiden çok halkla ilişkiler ya da yaygın deyimle ‘algı’ üzerinde yoğunlaşıyor. Kur artışını önce ‘dış güçlerin saldırısı’, ardından ‘Çin modeline geçtik’ diye izah etmek ve bir hafta sonra bu iddialardan bütünüyle vazgeçmek bu yaklaşımın tipik örneği. Örnekler çoğaltılabilir. Özetle, 2001 krizi karşısında Ecevit hükümetinin yaptıklarının neredeyse tam tersinin yapıldığı ve bu yolun krizden çıkış değil yeni şoklarla daha derine batış istikametine yürüdüğü görülebilir.
İki krizin karşılaştırılamazlığı durumunda, daha geride bir başka şok anını hatırlamak açıklayıcı olabilir. 1980 yılının 24 Ocak günü, dönemin Başbakanlık müsteşarı Turgut Özal, hükümet adına bir “ekonomik istikrar programı” ilan etmişti. Yüzde 32.7 devalüasyon yanında işçi ücretlerini düşürmeye odaklanan, devletin ekonomideki payını küçültmeyi ve piyasa ekonomisini güçlendirmeyi hedefleyen bir dizi tedbir uygulamaya kondu. 24 Ocak kararlarıyla ithal ikameci kalkınma stratejisi terk edildi; bunun yerine dışa açık büyüme stratejisi başlatıldı. Ama bu kararları uygulamak o günün Türkiye’sinde imkânsız görünüyordu. 12 Eylül 1980 darbesinin, bütün ideolojik, siyasal ve güvenlikçi iddialarının ötesinde bu ekonomik modeli uygulamak için bir zorunluluk olduğu değerlendirmesi günümüzde geniş kabul görmektedir.
20 ve 31 Aralık akşam kararları ile kırk yıl önceki 24 Ocak kararları arasında, bugün de fiili bir devalüasyon yaşanmış olması dışında bir benzerlik görmek ilk bakışta mümkün olmayacaktır. Ama böyle bir kıyaslama, her ikisinin de başka bir gelişmenin öncülü ya da habercisi olma nitelikleri açısından yapıldığında ilk başta görüldüğü kadar absürt bulunmayabilir. 24 Ocak kararlarının uygulanması, 12 Eylül darbesini zorunlu kılmıştır. Ekonomik alanda (ya da altyapıda) gerçekleşmesi gereken bir dönüşüm, siyasal düzeyde (ya da üstyapıda) köklü bir değişimi ön-gerektirmektedir. Aradan geçen zaman bizi, determinasyon şemasının başka türlü işlediği hatta tersine döndüğü bir durumla karşı karşıya bırakmış olabilir. Belki bugün siyasal düzeyde gerçekleştirilmesi planlanan köklü bir dönüşüm, ekonomi düzeyinde topluma bir dizi şok yaşatmayı ön-gerektirmektedir. Bu durumda, yakın gelecek üzerine kurulmuş olan “AKP iktidarının sonu” anlatısının dışına bir adım atarak yeniden düşünmek zorunlu hale gelecektir. Ekonomik şokların yönetimin beceriksizliğinden değil de maharetinden kaynaklandığı, bu krizin içinden topluma başka bir düzeyde, örneğin siyasal/ideolojik (üst)yapıda köklü bir dönüşüm yaşatmanın hedeflendiği varsayılırsa sandığımızdan çok farklı bir anlatının karakterleri, figüranları ya da daha korkuncu kurbanları olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz.
Alasdair McIntyre’ın hatırlattığı üzere, her birimiz kendi anlatımızın kahramanı iken başkalarının dramları içinde birer yan-karakter olarak yer aldığımızı unutmamalıyız. McIntyre, teleolojinin imkânsızlığını bu farklı anlatıların çakışma ve iç içe geçme noktalarında birbirlerini sınırlandırması ve yön değişikliklerine neden olmasıyla açıkladıktan sonra siyaseti, anlatılar arası bir mücadele olarak tanımlar. Bu tanım doğruysa, bugün muhalefet için, ortak bir siyasal program ve yakın gelecek projesi anlamında kendi anlatısını oluşturmak kadar; iktidarın kendini içinde kurguladığı hikayeyi ve projeksiyonu kavramak da önem kazanır. Genellikle kullanılan ‘oyun’ yerine anlatı terimini koyarak ifade etmek gerekirse: Siyaset sanatı, anlatı kurucu olmak kadar anlatı okuyucu ve anlatı bozucu olmayı da gerektirir.