2010'ların tutunamayanı olarak kitap yüklü İshak

Yazar Bülent Ayyıldız'ın son kitabı, 'Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü' Epona Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Hüseyin Safa Ak

Orhan Pamuk'un kaleme aldığı Yeni Hayat romanı “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar. Kitapları bir bakıma romantize eden bu cümlenin ne kadar geçerli olduğu da uzun uzun tartışıldı. Kitabında Orhan Pamuk’u da mesele edinmiş olan Bülent Ayyıldız bu cümleye muhalif bir duruş sergileyerek hayat ve kitap arasındaki ilişkiyi romantize etmenin ötesinde ele almış. Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü’ndeki olaylar akıp giderken bir yandan, insan sevdiği metinlerle neden mutlu olmaz, “okur” olarak metinler üzerinden bir kimlik inşa etmek mümkün mü, her kültürde yüceltilen “okuma” gerçekten bu kadar önemli mi gibi soruları farklı açılardan kaşıyor kitap. Okuduğu kitaplarla kendine bir gerçeklik inşa etmeye çalışan İshak Hoca Virginia Wolf’un Orlando’sundan bir cümle aklıma getirdi: “Doğadaki yeşil başka bir şeydir, edebiyattaki yeşil başka bir şey. Doğayla edebiyat arasında doğuştan bir antipati var gibidir, ikisi bir araya gelse birbirini parçalar.” Bu parçalanmanın müşahhas halini roman boyunca bir türlü kendi olamayan ve bu yüzden pek çok parçalara ayrılmak durumunda kalan İshak’ta görebiliriz. İshak Hoca iyi bir akademisyen olabilir belki, ama kurmaca ile hayat arasındaki açılan makası bir türlü fark edemez.

Roman bize İshak Hoca’nın bugünkü durumunu ve onun zihninden geçmişini kesitler halinde sunuyor. Bu hatıralar, geçmişe gidip gelişler, kitaplar üzerinden geçişler kurguya yedirilirken sırıtmamış; karakterin şimdiki zamanıyla bütünleşip bir serüven halini almış. İshak’ın gittiği yerler, gördüğü objeler, bulunduğu her olay, karşılaştığı her insan ya da bahsettiği birçok metin sembolik bir anlama bürünürken, bir olaylar dizisini de izliyoruz. Tüm bunların toplamı karakterin iç dünyasına açılan bir kapı olma özelliğini taşıyor.

Romanda, ilk bölüm olan “Muz Balığı İçin Kötü Bir Gün”den itibaren iki durum ortaya çıkıyor: Birincisi, İshak Hoca’nın kimliğini ve iktidarını karşısındakine göre belirlemesi, ikincisi de İshak Hoca’nın konuşurken kimliğini geri çekip kitapların ağzıyla konuşması. Karşılaştığı insanlara ve özellikle öğrencilere üstünlük kurmak için edebiyat konuşuluyor, fakat bu konuşmalar çoğu zaman muhatabında karşılık bulmuyor. Böylece, oluşturmaya çalıştığı iktidar ve kimlik alanında bocaladığı için İshak ve öğrencileri arasında bir çekişmeye dönüşüyor. Bu çekişmede İshak’ın kendi tutunamamışlığından ısrarla bir zafer çıkarma çabasına şahit oluyoruz. Öğrencileri karşısındaki bu yenilgi ile yüzleşmek yerine o, ulvi edebiyat yorumlarının anlaşılamaması üzerinden avunmayı tercih ediyor.

 

Campbell’dan yola çıkarak diyebiliriz ki her kriz anı artık eski kavramların eski ideallerin ve duygusal kalıpların yetmeyeceğinin habercisidir. Kahraman yani İshak Hoca, sınıftaki kriz anından dolayı bir eşiğin kenarına gelmiştir. İnsanı eşiğe getiren kriz anı -bazen bir kaza bazen bir ölüm ya da bir aşk acısı- olabilir. Bu bizim geleneksel anlatıdan aşina olduğumuz bir andır. Fakat İshak’ın eşikteki krizi durumu daha ziyade Recaizde’nin Bihruz Bey’inden başlayıp Ahmet Cemil’den Hikmet’e, oradan Mümtaz’a kadar uzanan bir tutanamayan krizidir.

O da tıpkı Atay’ın, Halit Ziya’nın, Tanpınar’ın karakterleri, hatta Tevfik Fikret’in Suha ve Pervin’i gibi kendi zihninde idealize ettiği bir dünyada yaşar. Fakat İshak merkezde büyümüş diğer karakterler gibi kendini bir geleneğin içinde bulmamıştır. Aldığı eğitim günümüz milli eğitim müfredatıdır. Aileden gelen bir aydın bilincinden bahsetmek mümkün değildir. İshak üniversiteye rastgele gitmiş gibidir, daha öncesinde de derli toplu bir okuma bilinci edinmemiştir. Bu bakımdan İshak için taşra-merkez çatışması söz konusudur. Hatta taşra ve merkez kavramının silikleştiği geçiş döneminde bize meşrutiyet öncesinden miras kalan “aydın” tipinin bugünkü iz düşümüdür. Kendini metinler üzerinden var etme, hatta hayatı kurmaca gibi yaşama gayretini görünce onu züppe (dandy) tipine benzetebiliriz.

 


Züppe, modernliğin önemli figürlerinden biridir. Geleneksel ve toplumsal örüntülerin altüst olduğu ya da aşıldığı zamanlarda Batı’da ortaya çıkmış bir tiptir. Kendini metinler üzerinde kurgular. Romanda ya da kurmacada kendine bir hakikat arar. Romantik Yalan ve Romansal Hakikat eserinde Rene Giard gerçekçi bir arzunun ne olduğuna yoğunlaşır. Ona göre mutlaka bir dolayımcıya ihtiyaç vardır; direkt nesneye yönelen bir arzudan söz edemeyiz ve böyle bir arzu romansal değildir. Girad’ın ‘’üçgen arzu’’ adını verdiği bu kuramı Robert Musil’in yazdığı Niteliksiz Adam’daki tek bir cümle ile özetleyecek olursak:

“Ulrich daha en baştan bu kadının fiziksel varlığından çok, temsil ettiklerine âşık olmuştu.”

Karakterin geçmişine yaptığımız yolculukta, onun okuduğu metinleri kendine ayna kıldığını, o aynaya bakarak bir biçim ve tarz kazanmaya çalıştığını gözlemleriz. Her okuduğu kitapta ya da seyrettiği filmde kendini yeniden biçimlendirmeye çalıştığını görürüz, ama bunu absürde vardıracak kadar tuhaf bir çarpıklıkla yapar: “Huzur’u okuduğu ilk günden beri gezdiği her yerde bir Nuran bulma çabasındaydı. Hatice ile olan son buluşmasında ise bunun mümkün olmadığını anladı.’’ Roman boyunca İshak’ın bu “romansal hakikat”te kendini inşa edip “yüce” olana ulaşma çabasına şahit oluruz. Fakat bu durum onun hikayesini tam anlamıyla trajik yahut patetik bir duruma sokmaz. Acıklı olandan gülüncün alanına yani pathos’tan bathos'a yuvarlanır. Karakterin kutsal olana uzanayım derken dibe, gülünç ve basmakalıp olana yuvarlanması burada kendini gösterir (Mağdurun Dili, 60).

Bu basmakalıp ve taklit olana yuvarlanış biraz daha ileri gidersek sanatın hayatı taklit ettiği yönündeki Aristotelesçi mimetik anlayıştır. Mimesis kuramını postmodernler haklı argümanlarla reddeder. Derrida’ya göre metin bir buluşun bir oluşun taklidi değil; tersine oluş bir metinselliğin sonucudur... Ona göre romancılar hayata değil diğer romancılara öykünürler. Cervantes’ten Stern’e, Diderot’ya özenirler (Modern Meram, 112). İshak ise bu öykünmelerin kaynağının hayatın kendisi olduğunu düşünerek bu geçeği ıskalar, ama başka bir hakikat kurma çabasındadır. Bu bağlamda her metin metinlerarası olduğu fikrini es geçer. Kitaptaki epigraflardan biri Derrida’ya aittir. Fakat kitaptaki diğer epigraflarda olduğu gibi burada da isim yanlış yazılmıştır. Epigraf sahibi “Derida” olarak görünmektedir. “Metnin içinde ne varsa dışında da o vardır” sözü de zaten Derrida’ya ait değildir. Tek harf değiştirilerek aslında yeni bir kimlik oluşturulmuştur. Derida diye biri gerçekten olabilir. Ya da bu bir karakterdir. Fakat okur onu kendi süzgecinden geçirirken bildiği Derrida olarak yorumlayacaktır. Romandaki bu epigraf oyunu da gösteriyor ki İshak metnin dışında hiçbir anlam bulamasa da, metnin içinde, çapraşık veya değil, kurduğu anlam bağları onu kendince bir “anlama” yine de götürmektedir.

Diğer bir açıdan, toplumsal koşullandırmalar, aydın özentiliği, bilgi peşinde koşmalar onu hayatın bizatihi kendisinden koparmış hayata yabancılaştırmıştır. İshak pek çok kişidir, kalabalıktır, hiçbir zaman kendisi kalamadığı için asla özgür olamaz. Bu durum romanın “Kaygı, Kaygı” bölümünde daha açık görülmektedir. Kurmacadan fırlama bir profesörün alacağı araba için kendisinden fikir istemesi onun kendi olmasına bir çağrı niteliğindedir. Yaşlı hoca kendi araba tercihi için tesadüfî bir etken olarak İshak’ı katmak ister. Ona hangi arabayı tercih etmesi gerektiğini sorar. İshak ise yaşlı adamın felsefi etik fikirlerine en yakın olan arabayı almasını gerektiğini söyler bunun üzerine yaşlı adam, “Kendiniz gibi olmadığınız sürece verdiğiniz cevabın da bir faydası olmayacaktır.’’ der.

İshak hem kendi gibi olabilmiş hem de olamamıştır. Yaptığı okumalara ve bunu hayata aksettirme biçimine bakarsak, çok şahsına münhasır bir yol izler. Fakat, 2010’ların “hakikat-sonrası” (post-truth) bir döneminden bakacak olursak, İshak’ın kendi olamayışı izlediği kendine has okumaların yanlışlığına götürür bizi. Murat ona “İbrahim aslında hiç rüyasını yorumlamadı. İshak’ı kestiğini gördü ve bunu dümdüz aldı. Halbuki rüyasını yorumlasaydı oğlu kılığındaki şeyin koç olduğunu anlardı, ama görmek istediğini gördü.” der. Kurmaca ile hayat arasındaki farkı, Aristocu bir mimetik anlayışla algılamak değildir artık mesele. Kurmaca ve gerçeklik çoktan karışmıştır. Bazen kurmaca daha çok hakikate yaklaşır. İshak, pek çok çağdaşı gibi, görmek istediğini gerçek kabul edip hayata uygulamıştır. Bu anlamı yok eder mi etmez mi bilinmez, ama geleneğe yaslı yeni bir tutunmayan prototipi çıkardığı aşikâr. Kanonlaşmış edebiyat eserleri nasıl döneminin karakterlerini yansıtabilmişse, Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü de kendi döneminin insanını anlamaya yaklaşmış bir kitap ve bu yüzden okumaya değer.

Hüseyin Safa Ak