24 Nisan yaklaşırken-1
Maalesef Hrant’ı konuşturmadılar. Ama bu hep böyle gitmeyecek, iki halkın temsilcilerinin bir gün kendi aralarında kimsenin vesayetine ihtiyaç duymadan özgürce konuşabileceklerine ben de inanıyorum.
Hakan Okçal*
Her yıl olduğu gibi bu yıl da 24 Nisan yaklaşırken Ermeni konusu yeniden tozlu raflardan indirilecek, ABD Başkanı’nın 1915 Ermeni tehcirini “soykırım” olarak nitelendirip nitelendirmeyeceği hakkında fırtınalar estirilecek, daha sonra yine her yıl olduğu gibi konu yeniden gündemin arkalarına itilerek, bir sonraki yıla kadar unutulmaya terk edilecek.
Ermeni toplumsal hafızasında “Medz Yeghern” (Büyük Felaket) olarak bilinen Ermeni tehciri veya kırımı, uluslararası siyasî alanda ve akademik çevrelerde ezici bir çoğunlukla “soykırım” olarak nitelendiriliyor. Anadolu Ermenilerinin zorla göç ve iskâna tâbi tutulması anlamına gelen “tehcir” ve karşılıklı öldürme anlamına gelen “mukatele” konusundaki resmî Türk tezlerine artık kimse itibar etmiyor.
Oysa Ermeniler ve Türkler (ve Kürtler) için mesele 1915’in nasıl nitelendirileceğinden çok daha derin bir anlam taşıyor. Mesele tarihle yüzleşmek, toplumların vicdanlarında adil bir muhasebe yaparak yaraları iyileştirmek ve bu konunun kapanmasını sağlamak. Bu ülkenin, bu halkın öz evladı sevgili Hrant Dink bunları cesaretle söylediği için katledildi: “.. bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin.”...“Ne sanıyorsunuz! Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz ‘katliam’, kiminiz ‘soykırım’, kiminiz 'tehcir', kiminiz de ‘trajedi’ diyorsunuz. Atalarım Anadolu diliyle ‘kıyım’ derdi, ben de ‘yıkım’ diyorum”...“Gerçek hakem halklar ve vicdanlarıdır.”
Sözü yine Hrant Dink’e bırakalım: “Ermeniler Türklerin, Türkler de Ermenilerin doktorudur”. “...bir gün Türklerle Ermenilerin kendi aralarında konuşabileceklerine inanıyorum”. Biz de Gazete Duvar’da yayınlanan “Ermenistan Krizinin Düşündürdükleri” başlıklı yazımızda bu konunun iki toplumun sivil temsilcileri arasında özgür bir şekilde tartışılmasını önermiştik. Maalesef Hrant’ı konuşturmadılar. Ama bu hep böyle gitmeyecek, iki halkın temsilcilerinin bir gün kendi aralarında kimsenin vesayetine ihtiyaç duymadan özgürce konuşabileceklerine ben de inanıyorum.
RAPHAEL LEMKIN VE BM SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ
Raphael Lemkin 1900-1959 yılları arasında yaşamış Polonya kökenli Musevi bir hukukçuydu. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya-Rusya cephe hattında büyük acılar yaşayan Lemkin, bu acıların etkisiyle daha çocuk yaşlarda Kartaca’nın ve İsrail’in Roma İmparatorluğu tarafından imha edilmesi, Moğolların istila ettikleri yerlerde gerçekleştirdikleri kırım ve talan hareketleri gibi büyük kitlesel katliamlarla ilgilenmeye başlamıştı. Hukuk tahsilini tamamladıktan sonra 1915’te Anadolu Ermenilerinin bu topraklardan katledilerek sürülmeleri, 1930’larda Irak’ta Süryanilere karşı girişilen toplu katliamlar ve Ukraynalı köylülerin Sovyet rejimi tarafından açlığa mahkûm edilerek yok edilmesi (Holodomor) gibi kitlesel suçları inceledi. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Avrupalı Yahudilere karşı işlediği suçlar Lemkin’in çalışmalarının odağı oldu. Lemkin bu tür suçların uluslararası hukukta karşılığının olmadığını görerek 1943 yılında “genocide” kavramını yarattı. Türkçeye “soykırım” olarak çevrilen bu kavram, Latincedeki “homocide” kelimesinden ilham alınarak, Yunanca ırk veya kavim anlamına gelen “genos” ve Latince öldürme anlamına gelen “cide” kelimelerinin birleştirilmesinden türetilmişti.
Savaş sırasında ABD’ye göç eden Lemkin bu tür suçların önlenmesi ve suçluların cezalandırılması için yılmadan çalıştı. Lemkin’in fikirlerinden, danışmanlık yaptığı Nürnberg Mahkemeleri'nde Nazi savaş suçlularının yargılanması sırasında geniş bir şekilde yararlanıldı. Lemkin, BM tarafından bir soykırım sözleşmesi kabul edilmesi için çok gayret gösterdi ama arzusunu tam olarak yerine getiremedi. BM Genel Kurulu’nda 1948 yılında kabul edilen ve 20 ülkenin onaylamasıyla 1951 yılında yürürlüğe giren “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” (BM Soykırım Sözleşmesi) -Türkiye 1952’de taraf olmuştur- Lemkin’in öngördüğünden çok daha dar kapsamlı tutulmuştur. Bu yüzden Lemkin’in hayatının geri kalanını hayal kırıklığı içinde geçirdiği söylenir. BM Soykırım Sözleşmesi Lemkin’in önerdiğinden farklı olarak siyasî ve ideolojik maksatlarla işlenen kitlesel suçları kapsam dışında bırakmıştır. Sözleşme sadece belli bir ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir gruba mensup şahısların toplu halde veya bir bölümünün, sırf o gruba mensup oldukları için öldürülmesi, fizikî veya ruhsal olarak zarar verilmesi, yaşam koşullarına son verilmesi, çoğalmalarının engellenmesi, çocuklarının ellerinden alınması niyetiyle (özel kasıt şartı) gerçekleştirilen eylemleri suç kapsamında saymıştır. Sözleşmeye göre soykırım niyetinin (genocidal intent) bulunması özel önem taşımaktadır. Bu niyet açık şekilde saptanmadan işlenen kitlesel suçlar soykırım sayılmamaktadır.
Siyasî ve ideolojik maksatlarla işlenen suçların sözleşmenin kapsamı dışında tutulması konusunda Sovyet delegasyonunun özel bir gayreti olduğu iddia edilir. Sözleşme sadece yürürlüğe giriş tarihi olan 12 Ocak 1951 tarihinden sonra işlenen suçları kapsamakta, daha önce işlenen suçlar kapsam dışı kalmaktadır. Dolayısıyla Ermeni kırımı sözleşmenin kapsamı dışındadır. Aynı şekilde, Amerikan Kızılderililerine, Aztek ve Maya toplumlarına, Afrika, Hindistan, Uzakdoğu ve Avustralya halklarına karşı işlenen suçlar da sözleşmenin kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu tür suçların kapsam dışında tutulmasının en çok kimlere yaradığını tahmin etmek zor değil. Sözleşmeye göre soykırım suçundan sadece resmî veya özel statüdeki şahıslar sorumlu tutulabilmektedir. Sözleşmenin müzakereleri sırasında devletlerin de soykırım suçundan sorumlu tutulması konusunda çok sayıda ulusal heyet tarafından görüş sunulmuşsa da, bu konudaki öneriler az bir oy farkıyla reddedilmiştir. Sözleşmeye göre, soykırım hükmü ancak özel bir uluslararası ceza mahkemesi tarafından verilebilmektedir. Bu sebeple, parlamentolar, devlet başkanları veya diğer makamlar tarafından soykırım kararı almasının hukukî sonuçları yoktur. Ancak bu gibi kararların siyasî sonuçları olduğu da yadsınamaz.
ABD Başkanı'nın 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelemesi bu bakımdan önem taşımaktadır. ABD Başkanları şimdiye kadar 24 Nisan açıklamalarında genellikle Ermenice “Medz Yeghern” ifadesini kullandılar. Washington’da bu sefer Türkiye aleyhtarı rüzgarlar daha sert esiyor. Erdoğan’ı hâlâ aramayan Biden’ın 24 Nisan’da ne yönde tutum takınacağı merak konusu.
TÜRK-ERMENİ UZLAŞMA KOMİSYONU
Türk ve Ermeni taraflarının 1915’te vuku bulan olayları müzakere ederek uzlaşma zemini oluşturmak amacıyla geçmişte bazı girişimleri oldu. Örneğin 2009 yılında Türkiye ve Ermenistan Dışişleri Bakanları Ahmet Davutoğlu ve Edward Nalbantyan arasında, ABD, Fransa, Rusya ve AB Dışişleri Bakanlarının huzurunda Zürih’te imzalanan protokoller uyarınca bir “Tarihçiler Alt-Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştı. Ancak sözü edilen komisyon, protokollerin yürürlüğe girememesi nedeniyle faaliyete geçemedi. Ermenistan’da ve diasporada “tarihî gerçeklerin Türk tarafıyla müzakereye açılmasına” ve ortak sınırın resmen tanınmasına karşı oluşan muhalefet, en sonunda Ermenistan’ın protokollerden tek taraflı olarak 2018 yılında çekilmesine sebep oldu. Türkiye de Karabağ’ın işgali gerekçesiyle Ermenistan’la karayolu ve demiryolu sınır kapılarını açmadı.
Türk ve Ermeni taraflarını müzakere masasında bir araya getiren en uzun süreli girişim, Amerika’nın oluşturulmasında etkili olduğu, 2001 yılında kurulan “Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu”dur (TARC-Turkish Armenian Reconciliation Commission). TARC bir Amerikan hükümetdışı kuruluşu olan “Uluslararası Geçiş Dönemi Adalet Merkezi”nin (ICTJ-International Center for Transitionary Justice) koordinatörlüğünde faaliyet gösterdi. ICTJ Güney Afrika’da ve diğer bazı ülkelerde geçiş dönemi adaleti konusunda çalışmalar yapmaktadır. TARC’a üye temsilciler hükümetleri temsil etmiyor olsalar da, bu bağımsız şahsiyetlerin daha önce üstlendikleri üst düzey önemli görevler nedeniyle tarafları temsil özelliğine sahip oldukları söylenebilir. Türk tarafı başlangıçta İlter Türkmen (Dışişleri eski Bakanı), Özdem Sanberk (Emekli Büyükelçi-Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı), Gündüz Aktan (Emekli Büyükelçi), Sadi Ergüvenç (Emekli General), Üstün Ergüder (Boğaziçi Üniversitesi eski Rektörü) ve Vamık Volkan (uluslararası çatışmalar konusunda uzman psikiyatrist) tarafından temsil ediliyordu. Ermeni tarafındaki temsilciler ise şu üyelerden oluşuyordu: Alexander Arzumanyan (Dışişleri eski Bakanı), David Hovanisyan (Tarihçi ve eski Büyükelçi), Van Kirkoryan (Hukukçu, Amerika Ermeni Asamblesi eski başkanı), Andranik Migranyan (Siyaset Bilimci, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’i eski danışmanı). Ben o zamanlar Dışişleri Bakanlığı’nda Ermeni konularından sorumlu Araştırma Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordum. TARC çalışmalarını rahmetli Gündüz Aktan’ın bize verdiği bilgiler çerçevesinde izliyorduk.
Çalışmalarının bir aşamasında TARC, esas olarak Ermeni tarafının talebiyle 2002 yılında ICTJ Direktörü David Phillips’ten BM Soykırım Sözleşmesi'nin “yüzyılın başında Anadolu’da vuku bulan olaylara” uygulanıp uygulanmayacağı hakkında hukukî görüş hazırlamasını istedi.
Bugün internette kolayca ulaşılabilen ICTJ’nin olgusal veya tarihî bir çalışma olmadığı, sadece legal bir analiz olduğu özenle vurgulanan görüşü özetle şöyledir: “BM Soykırım Sözleşmesi, yürürlüğe girmeden önceki olaylar için geriye doğru işlemez. Dolayısıyla daha önce meydana gelen olaylar için şahıslardan veya devletlerden hukukî ve malî tazminat ve toprak talebinde bulunulamaz. Ancak bu olaylar, BM Soykırım Sözleşmesi'nde belirtilen, belli bir ulusal, etnik, ırkî ve dinî gruba mensup kişilerin birinin veya birden çoğunun öldürülmesi, bu öldürme olaylarının aynı gruba karşı tekerrür eden bir şekilde cereyan etmesi ve (tehcir) kararı(nı) veren sorumluların en azından bazılarının, aldıkları kararın Doğu Anadolu Ermenilerinin topluca veya bir kesim olarak yok edilmesiyle sonuçlanacağını bilmeleri sebebiyle böyle bir niyete sahip olmalarından dolayı, soykırım suçunun tüm unsurlarını içermektedir. Bundan dolayı bu olaylar siyasetçiler, tarihçiler, akademisyenler, basın mensupları ve diğer şahıslar tarafından soykırım olarak tanımlanmaya devam edilebilir”. (Yukarıdaki özet tarafıma aittir.)
Türk tarafı ICTJ’den sadece BM sözleşmesinin yüzyılın başında Anadolu’da vuku bulan olaylara uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin görüş sorulduğunu, ICTJ’nin bu olayların ne şekilde tanımlanabileceği konusuna girerek yetkisini aştığını belirterek verilen görüşü kabul etmedi. Gündüz Aktan, Özdem Sanberk ve Sadi Ergüvenç bu nedenle 2003 yılında TARC üyeliğinden ayrıldılar. ICTJ’nin görüşü Ermeni tarafını da, özellikle Taşnak taraftarlarını tatmin etmedi. Onlar da ICTJ’den Türk tarafına toprak ve tazminat verme yükümlülüğü getirilmesini ve belki de anlaşmanın geriye doğru işleyebileceği konusunda görüş verilmesini bekliyorlardı. Sonuçta kimseyi tatmin etmeyen TARC, 2004 yılında kendini lağvetti ve bu deneme unutuldu.
Çok değerli bir entelektüel olarak her zaman saygıyla andığım Gündüz Aktan daha sonra hepimizi şaşkınlığa uğratarak MHP’ye katıldı ve milletvekili oldu. Rahmetli Gündüz beyin MHP’ye geçmesinde Ermeni konusunun etkili olduğunu düşünmüşümdür hep.
Bu konuya farklı yönleriyle önümüzdeki hafta devam edeceğiz.
*Emekli Büyükelçi