5 Çanakkale öyküsü
Tabip Subay Avedis Cebeciyan, Günlüğünü hep birilerine, belki ailesine mektup yazar gibi tutar: “Üç günde 11 bin yaralı gönderdik. Gemiler yetmiyor. Sadece bu gemide 2 bin kişi. Ne acı verici” Ermeni alfabesiyle yazar acısını; ama her kelimesi Türkçe ile acıyıp durur kalbi de yazısı da!
18 Mart’ın bir gün sonrasında, ben de bazı Çanakkale öyküleri anlatmak istiyorum.
“Geçilmez Çanakkale’nin destanı” ile “Mütareke ile geçilip tabyalarının kolayca teslim edildiği, alındığı Çanakkale” arasına sıkışmış öyküler.
İlk hemşirenin, orada can veren bir diğerinin, ailesi tehcirde iken canla başla çalışan doktorun, esir düşüp Avrupa’da kamplarda ölenlerin, Padişah madalyasıyla “düşman ordusu”nda son nefesini Çanakkale’de verenin ve aşklarının, Vahdettin’den önce padişah olacak veliahdın Çanakkale ziyaretinin…
Yazı uzun; atlayarak, bekleyerek okumak da mümkün… Elbette hiç dokunmamak da.
1.ÖYKÜ: İKİ HEMŞİRE. SAFİYE HÜSEYİN İLE ANNA
Hastane gemisi Reşit Paşa, Çanakkale-İstanbul arası mekik dokumaktadır. Yaralılar, salgın kurbanları. Bomba yağdıran İngiliz uçakları.
Gemide tek Türk hemşire, ilk Osmanlı hemşiresi Safiye Hüseyin’dir.
Esir alınan yaralı İngiliz askerleri bile, iyi İngilizcesiyle “ölmeyeceksin” diye teselli eder, çoğu belki de son nefesini vermek üzereyken. “Kaç gencin gözlerini kapatmak zorunda kaldım” diye not düşer.
Safiye Hüseyin, denizci, devrin büyük mühendisi Ferik Ahmet Paşa ile İngiliz soylusu Josephine’in, sonraki adıyla Firdevs Hanım’ın kızıdır.
İki erkek kardeşi doktor olan Safiye Hüseyin, kız kardeşi Nesime ile Balkan Savaşları’nda gönüllü hemşirelik yapar.
Hilal-i Ahmer’e çağ atlatan Doktor Besim Ömer Bey’in kadın hemşire yetiştirme kararıyla, onun yardımcısı ve Türkiye’de hemşireliğin öncüsü olur. “İlk Türk Hemşire” diye yazılır tarihe.
Savaştan sonra da kız kardeşiyle Avrupa’da esir kamplarını inceleyen heyette olurlar. Kamp kamp dolaşırlar yurtdışında.
Safiye Hüseyin, “Hastane gemisinde Avusturyalı bir hemşire vardı, Deniz tutuyor diye karada çalışmaya gitti. Aslında ben de gidecektim, sonra yine gemide kaldım ama o…” diye anlatır.
O hemşire, muhtemelen Anna Schwarz’dır.
Viyanalı işçi ailesinin kızı henüz küçük yaşta anne babasını kaybetmiştir. Mütevazı Heinz Ailesi onu evlatlık alır.
Büyüyünce, varlıklı bir ailenin yanında ev işlerinde çalışırken, aile İstanbul’a taşınır. O da onlarla birlikte yeni bir kentin, yeni bir hayatın, hem mutluluğun hem de kısa ömrünün kıyısına yerleşir.
Ailenin misafirlerinden biri Selanikli Tabip Yüzbaşı Ragıp Bey’dir. Gide gele Anna’ya aşık olur. Evlenirler.
Derken Balkan Savaşları patlar. Ragıp Bey doktor, Anna Ragıp ise hemşiredir. Sonra daha büyük bir savaş çıkar. Çanakkale’de onlara da görev vardır.
Anna Hemşire, orada kurulan Alman Sahra Hastanesi’nde canla başla çalışır.
“Ekselansları Liman von Sanders’i uyarmıştım. Hemşireleri daha güvenli yere alalım diye. Dinlemedi” diye anlatır sonradan Doktor Ragıp.
Çatıya bizzat kendisi büyük bir Kızılhaç işareti koyduğu halde İngiliz bombardımanı oraya da ulaşır.
Hemşire Anna Ragıp kopan bacağıyla can verir.
Çanakkale’de, “Türk askerini tedavi ederken hayatını kaybeden refika Erika” diye yatan odur. Hayatlar, isimler, ölüler birbirine karışır ya!
Anna’yı büyütmüş olan Viyana’daki aileye, “Sevgili Amca, zavallı karımı 17 Aralık 1915’de kaybettik. Onu çok seviyordum. Bana çok güzel şeyler öğretti, yetiştirdi. Çok ağlamak istiyorum. Askeri bir şerefle gömüldü. Cenazeye Liman Paşa da katıldı. Mezarı mermerden yaptıracağım. Benim için güneş artık parlamıyor” diye yazar Doktor Ragıp.
Savaş biter, İstiklal Savaşı da biter. Cumhuriyet kurulur.
Safiye Hüseyin Elbi genç Cumhuriyet’te hemşirelikte liderliğe devam ederken, Anna Hemşire’nin kocası, Doktor Ragıp Erensel de “Atatürk’ün doktoru”dur.
2. ÖYKÜ: ÇANAKKALE’NİN OSMANLI ESİRLERİ
Abdullah oğlu Cafer, yaş 32…
Ahmet oğlu Tevfik, yaş 38…
Ahmet oğlu Nazif, yaş 25…
İbrahim oğlu Sami, yaş 38…
Hasan oğlu Halil, yaş 38…
Hasan oğlu Mevlut, yaş 30…
İsmet Ali oğlu Cemal, yaş 28…
Mehmed oğlu Mustafa, yaş 31…
Mehmed Ali oğlu Mustafa, yaş 25…
Hüseyin oğlu Şuayip, yaş 25…
Ereğli, Hendek, Edirne, Virancık, Rumköy, Bolu doğumlu…
Pembe, Ayşe, Arife, Nefise, Fatma, Şerife, Fadime, Emine, Kamile, Nesime anaların çocukları.
İsviçreli Doktor Frederic Blanchod ile E. Schoch ve F. Thormeyer, Kızılhaç Enternasyonal Komitesi adına, Mısır, Korsika ve Fransa’daki kamplarda Osmanlı esirlerinin durumunu inceler. Bu esirlerin önemli kısmı Çanakkale’ye çıkarma girişimlerinde esir alınıp Avrupa’ya taşınan askerlerdir.
“Avrupa Savaşı 1914-1917” başlıklı rapor Mart 1917’de yayınlanır.
Raporda derler ki: “Beslenme, giyim şartları iyi. Bağ ve tarlalarda çalışıyorlar. Günde 20 santim (kuruş) alıyorlar. Sigara vb. ihtiyaç karşılıyorlar. Biz de her birine 1’er Frank verdik. Bir şeyler alabilsinler diye. Her kampta, polislikten gelme Astsubay Hüseyin Yusuf gibi Fransızca bilen biri çıkıyor. Savaştan önce İstanbul Osmanlı Bankası’nda çalışan Fransız subay Wagner ile Ankara’da öğretmenlikte bulunmuş Çavuş Tulian da gerektiğinde tercümanlık yapıyorlar.”
Fransa’da Saissac civarında da 360 Osmanlı askeri esirdir. 20’şerli olarak farklı yerlerde barındırılıp tarım işletmelerinde, çiftliklerde çalıştırılırlar.
1916 Mayıs'ında Korsika’dan Sete’e 640 Türk esir daha getirilir. 480’i Herault, kalanı Aude yani Carcassonne çevresindeki tarım işletmelerine verilir.
Tabii firarlar da birbirini izler.
Mesela, Temmuz 1917’de Montpellier civarından iki, Eylül’de Boujan’dan beş Türk esir asker kaçar.
Raporun üstünden bir yıl geçer. Avrupa’yı ve savaşın sonunu İspanyol Gribi salgını istila eder.
Kamptaki esir Osmanlı askerlerinin birçoğu da salgında ölecektir.
Kaçanların akıbeti bilinmez ama kaçamayanların birçoğu 1918-20 arasında, İspanyol Gribi’nden can verir ve kayıtlara “Çalışırken yakalandığı hastalık yüzünden” yazılır. Bazı mezarlıklarda, “Vatan için öldü” yazılı taşlar yanında, Osmanlı askeri oldukları halde, çalışırken öldükleri için “Fransa için öldü” ibaresi bile düşülür kayıtlara.
Çoğu “Türk mezarlığı”a defnedilir; kimi de Alman mezarlığına. Ama Fransızların mezarlıkları arasında.
Yukarıdaki gibi adı bilinebilenler, 1992’de bir Cezayirli araştırmacı sayesinde mezarları bulunan ve artık Fransa’da Carcassone’daki şehitlikte yatan, salgın kurbanı askerlerdir.
Bir kısmı da yine bölgede başka mezarlıklarda bulunur.
Osmanlı İstanbul’unda ise Çanakkale’nin İngiliz esirleri Haydarpaşa Çalışma Kampı’ndadır.
Savaşın içinde uçsuz bucaksız, dur duraksız esir ve hastalık öyküleri de koşturur, daha doğrusu bitkin düşer:
İngiliz E15 denizaltısı torpido subayı Howes gibi çok sayıda esir askerde İspanyol Gribi görüldüğünde, hemen oradaki Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne kaldırılırlar. Başhekim Doktor İsmail Bey, Alman hemşirelerle birlikte canla başla çalışır.
Mühendis Hayrullah Bey ise Çalışma Kampı Komutanı olarak, çoğu denizci olan harp esirlerini rıhtım ve iskele inşaatında çalıştırır. Haydarpaşa Garı ve iskelesine Çanakkale’nin izleri de kazınır.
Orası bir süre sonra, Çanakkale rahatça geçilip İstanbul işgal edildiğinde “Geldikleri gibi giderler” kararlılığını da duyacaktır.
3. ÖYKÜ: GÖNÜL GURBET ELE VARMA
Antepli bir doktor 20 Eylül 1918’de “Günlük”üne şöyle yazar:
“Bütün Siirt bölgesi İspanyol hastalığına yakalanmıştır.” Sonra ekler: “İstisna olmama rağmen hastalarla temasta bulunduğumdan yakalanmaktan korkuyorum.”
ArapYarımadası’ndan, Mezopotamya cephesinden, esirlerle, askerlerle de Nusaybin’e ulaşmıştır salgın.
Doktor, Osmanlı’nın Doğu Cephesi’nde “Her taburda kolera”yı, onu da ölümün kıyısına getiren “Tifüs”ü, Maraş’ta yine kolerayı da yazar. Bir de boşaltılmış köyleri!
1914-16 döneminde de Çanakkale cephesinde salgınları not etmiştir Doktor… Bombardımanları da.
“Üç günde vapurlara bindirip İstanbul’a yolladıkları yaralı askerleri… Ciğerindeki acıyı” da.
Tehcirde kaybolan, ölen dostları, kardeşleri için derin üzüntüsünü de yazar…
Halep’e sürülen ve kendisi subay olduğu için kurtarıp kavuşabileceği “familya ile çocuklar” için endişelerini de.
Ermeni alfabesiyle yazar acısını; ama her kelimesi Türkçe ile acıyıp durur kalbi de yazısı da!
Sıhhiye Genel müfettişi Albay Süleyman Numan onu da Çanakkale’de görevlendirmiştir. Günlük tutmaya daha önce başlamıştır. Bombardımanı, ceset gömmek için yapılan ateşkesi, yaralı sayısının yüksekliğini yazar hep.
1915 Ağustos başında şu notu düşer Çanakkale’de “Yaralıları gemiyle gönderdik. 300 kişi. Pek acı verici manzara. Almanlar da var. Hatlardan gelen düşman askerlerini de muayene etmek gerekiyor. Binden fazla kadro bana tayin edilmiş.”
Askerleri ziyarete gelen anne, baba, eş, çocukları da muayene ederler.
9 Ağustos’ta sıtma salgınını, 11 Eylül’de dizanteri salgınını not düşer Çanakkale’de.
Günlüğünü hep birilerine, belki ailesine mektup yazar gibi tutar:
“Üç günde 11 bin yaralı gönderdik. Gemiler yetmiyor. Sadece bu gemide 2 bin kişi. Ne acı verici” diye de yazar; çiçeklenen, meyve veren ağaçları, tabiatı, dostlarını da yazar.
Bir yandan bombardıman altında, ölümün ortasında bir can daha kurtarmaya çalışırken, bir yandan da ailesi için endişeden endişeye, acı haberlerden en acılarına sürüklenip durur.
Gaziantepli Tabip Subay Avedis Cebeciyan’ın ailesi de, o Çanakkale’deyken tehcirle memleketinden sürülmüştür. Haber almaya, onları Halep’te korumaya çalışır. Dostları ve kardeşleri ölecek, kendi ailesini kurtaracak, savaş bitmeden cepheyi terk etmeyecek, hatta firari asker bile kovalayacaktır Doktor Cebeciyan.
Sonra gider.
Beyrut’ta Doktor Hovnanian’la kurduğu bir hastanesi ve Halep’te mezarı olur.
Tabip Subay Avedis Cebeciyan, savaş bitene kadar cepheyi terk etmemiştir ya… Karısı da Halep’te, kocasına kavuşmadan önce epey can kurtarmıştır.
Doktor, Suriye tarihinde salgınlar üzerine çalışmış, tedavi geliştirmiş en önemli doktorlardan sayılır tarihin canlı kalan kısmında.
4. ÖYKÜ: OSMANLI MADALYALI İNGİLİZ SUBAY
Gertrude Bell, Oxford’u birincilikle bitiren ilk kadın Modern Tarih mezunudur.
Defalarca ziyaret ettiği Osmanlı ve Arap topraklarında Osmanlıca, Arapça, Farsça da konuşur olmuştur.
Büyük aşkı ise yıllardır Osmanlı topraklarında görevlidir. Dünya Savaşı başlayınca Fransa cephesinde çalışan Bell, evli bir subay olan sevgilisiyle de mektuplaşır bir yandan.
Sevgilisi Binbaşı Charles Hotham Montagu ‘Richard’ Doughty-Wylie, İngiltere’nin Girit işgalinde yer almıştır; 1908 Jön Türk İhtilali sırasında da Mersin Konsolosudur.
1909’da Adana’da, Osmanlı’ya göre “Ermeni isyanı yüzünden meydana gelen olaylar”da, çoğu Ermeni, 30 bine yakın kişinin öldürüldüğü katliamlar sırasında gösterdiği insanî çabalarla tanınır.
Ardından Balkan Savaşları’nda da İngiliz Kızılhaçı’yla birlikte verdiği insani destekten ötürü Padişah tarafından Mecidiye Nişanı’yla ödüllendirilir.
Ne ödülü veren ne de alan, birkaç yıl sonra olacakları bilemez.
Birkaç yıl sonra şu olur:
1.Dünya Savaşı patlar. İngiltere’nin Akdeniz Kuvvetleri Komutanı Sir Ian Hamilton, Osmanlı’yı yakından tanıyan, dilini bilen 46 yaşındaki Doughty-Wylie’yi karargahına alır.
26 Nisan 1915’de, Çanakkale’de, Gelibolu kıyılarına SS River Clyde gemisinden yapılan bir saldırıda, karaya çıkan askerlere komuta eden Doughty-Wylie bir Osmanlı askerinin ateşiyle yüzünden vurulup oraya düşer.
Mezarı hemen oraya kazılır. Ve ilginç bir şekilde, nihayetinde Çanakkale’de düşmanı püskürtmüş olan Osmanlılar, bütün “düşman askerler”i toplu mezar yerine taşırken, bir tek onunkini tek başına bir kabir olarak bırakırlar.
O kadar ki, Gelibolu’ya gelebilen tek yabancı kadın onun karısı Lilian olur ve savaşın ortasında, 17 Kasım 1915’de kocasının mezarını ziyaret edebilir.
“Çöl Kraliçesi” filminde Nicole Kidman’ın canlandırdığı Bell ise, sevgilisinin ölümüyle tam Osmanlı düşmanı olur. Arabistanlı Lawrence ve Mark Sykes ile birlikte Osmanlı topraklarını bölecek eylem ve sınırları planlar.
Sykes Paris’te İspanyol Gribi salgınında ölene kadar!
5. ÖYKÜ: ASLINDA PADİŞAH OLACAKTI
Yusuf İzzeddin Efendi, bir “darbe”yle tahtından indirilen, bileklerini kesip intihar ettiği söylenen, kuvvetle muhtemel öldürülmüş olan, yerine bir süreliğine yeğeni 5. Murad geçirilen Sultan Abdülaziz’in oğludur.
Avrupa’ya diplomatik ziyaret yapan ilk padişahın, henüz küçükken bile beraberinde Fransa ve İngiltere’ye götürdüğü, dönüşte bütün Orta Avrupa’yı gezdirdiği oğlu.
Doğumunda, veliahtların çocuk sahibi olma yasağı varken, öldürülmesin diye gizlediği oğlu.
Yusuf İzzeddin, taht sırasında, kuzenleri 5. Murad, 2. Abdülhamid ve Sultan Reşad’dan sonraki veliahttır. Vahdettin’den ise önceki.
Kendisini yakından tanıyan Avrupa hükümdarlarının beklediği padişah odur.
İki Alman zırhlısının Enver Paşa’nın özel izniyle Boğazları geçmesiyle, Osmanlı, zaten kapıdaki savaşın içinde bulmuştur kendini.
Almanların ısrarıyla Halife Sultan Reşad, Fatih Camii’nde Cihad çağrısı yaptığında, Yusuf İzzeddin’in tereddütleri artar.
Çünkü takatsiz Sultan ölürse, savaşı kucağında ya da kendini savaşın kucağında bulacaktır ve İttihat Terakki ile Almanya’ya artık güvenmemektedir.
19 Temmuz 1915’dir. Şehzade Yusuf İzzeddin, Enver Paşa ile birlikte Çanakkale’de cepheye gider. Yolda konvoyu bombalanır. Korumaya çalışan iki subay ölür.
Siperlerden dürbünle izler çatışmaları.
O sırada, sonradan iddia edildiğine göre, düşman ateşi karşısında geriye çekilen askerlere ateş açılması emri verir Enver Paşa. Hem de Alman mitralyözlerine.
Şehzade öfkelenir, “Yazık değil mi vatan evlatlarına… Hepsini helak ediyorsunuz” der. Ve hemen yanı başlarındaki bazı subayların önünde, eldivenini çıkarıp Osmanlı’nın güçlü adamı Enver Paşa’nın yüzüne vurur.
Bunun ne kadar doğru olup olmadığı bilinmez ama…
Doğru olan, savaşın ortasında Sultan Reşad büyük ihtimalle İspanyol Gribi yüzünden ölünce, yerine geçecek veliahdın Yusuf İzzeddin olduğudur.
Ve Veliaht Yusuf İzzettin’in, savaş sürerken, öldüğüdür!
Babası gibi şüpheli bir intiharla.
Enver Paşa ve İttihat Terakki’nin veya Almanların, belki ikisinin elinden; belki hiçbirinin.
Ancak bilinen şudur:
Sultan Reşad öldüğünde tahta, Çanakkale’de Alman ittifakından sıtkı sıyrılan Yusuf İzzeddin geçmiş olsa, Almanya ile ittifakı sona erdirip Osmanlı’yı savaştan çekmesi büyük bir ihtimaldir.
Bilinemez tabii.
Tarih bilebildiklerimizle akar…
Bilemediklerimiz arkasından bakar!
Siz dönüp bakmazsanız yeniden, yeniden…
Bildiklerimiz de bilmediklerimiz, bilemediklerimiz, duymak istemediklerimiz yanında bazen zayıf, mesnetsiz, ezberden bozma bile kalabilir.
Not: İlk dört öykü “Senin Adın Corona Olsun” isimli basılmış kitabımdan. Sonuncusu, bir başka çalışma için hazırladığım taslaktan.