6-7 Eylül’ün ne eksiği var?
6-7 Eylül bir fetih harekâtıydı. Teşkilatı Mahsusa’nın devamı olan, devletin bu işlere bakan kısmı adına bir general, çoğunuz biliyorsunuz artık, “muhteşem organizasyondu” diyecekti sonradan. Gazeteciye. Alenen. “Bunlar yaptı” diye utanmadan sıkılmadan “komünistleri” mahkemeye çıkardıktan sonra.
Halbuki 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde, mintanlı, kasketli muhafazakâr dindar köylümüz ile etek-bluzlu, kravat-ceketli modern insanımız nasıl da birlik-beraberlik içerisinde davranabilmişlerdi! Heyhat! Sırf bir ünlem daha koyabilmek için bir cümle daha ekleyeyim! Uymadı bu. Neyse.
Halbuki bizim tarihimizde yanına ünlem eklenmeyecek gün neredeyse yoktur. 6-7 Eylül’le ilgili mesele, 6’nın mı 7’nin mi ünlemi daha çok hak edeceği. Çorum’daki hariç, 1970’lerde peşpeşe icra edilen Alevi katliamlarının bile hepsinin günü var. Başka katliamların da var. Ünlem gibi, katliam da çok.
Fakat onları kelimelerin, cümlelerin sonuna koyamıyoruz. Katliamları yani. Ünlemleri koyabiliyoruz. Rum’undu bu bina, şimdi boş, oraya koyuyoruz. (“Rumlarındı” değil de böyle “Rum’undu” deyince bir millî küçümseme edâsı gelip yerleşiyor ya lafın üzerine, ondan yararlanayım dedim, tamamen yerli-millî hislerle. “Aydınlık” insanımızın şimdilerde “Arap”tan sözedişi gibi.)
Yakın tarihte yanına ünlem eklenmeyecek gün yoktur, dedik ya, tıpkı başkalarını aşağılama kuyruklarında olduğu üzre, orada da izdiham sorunu çıkıyor. Pek çok günde birden çok övünülecek iş var, pogrom, katliam, suikast falan cinsinden. Bazı günlerimizse, tıpkı bayrak gibi, hepimize ait olması gerekenlerin birilerimiz tarafından birilerimizin kafasına vurulacak sopalar olarak kullanılmasının örnekleri. 19 Mayıs, 23 Nisan, vs.. Berikilerimiz de uzun zaman sopa vuramadıklarından kıçlarını dönerek benimsememe cihetine gitmişlerdir. Şimdi sopalar onların eline geçtiğinden, bunları günlere dağıtmak ve meşreplerine uygun vesilelerle donatmak kendilerine nasip olmuştur.
İşte, 6-7 Eylül gibi kutsal tarihler, ülkenin Aydınlanma’cı 19 Mayıs’çısıyla Fetih’çi 29 Mayıs’çısını mükemmelen biraraya getirmek sûretiyle hem ümmetin hem milletin harcına kuvvet ve kudret katan, karılan betonun deprem dışında hiçbir sebeple ayrışıp parçalanmamasını temin eden ekstre vazifesi görürler. Ekstre demeyelim de, dil canbazlarının usare yerine -o seferinde nasıl olmuşsa isabetle- buldukları tâbiri kullanalım, özsu diyelim. Zira 6-7 Eylül’ler istediği kadar ümmet-millet harcı işlevi görsün, iş nitelemeye geldiğinde sıradan bir ekstre sayılmanın ötesine geçemeyecek olan, kötü renkli eriyik gibi şeyler değildirler. Özün suyudurlar. Bakın, öz diyoruz! Ekstre ne ya!
6-7 Eylül’leeer, basit hadiseler değildirler. Düşünelim ki, ümmeti-milleti birbirine yapıştırdıkları yetmiyormuş gibi, bununla yetinmeyerek her ikisini de devlete yapıştırabilmektedirler. Öyle, lafa gelince, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinden sözetmek kolay. Nasıl bölünmeyecek güzelce yapışmazsa? E, kendi kendine mi yapışacak? Diyelim tabak kırıldı, parçalar kendi kendine, ne olmaz?, yapış… yapış… ne?.. yapış-maaz! Demek ki yapıştırıcı lazım. Ekstre lazım. Değil de… öbürü. Özsu lazım. Yani özünden gelecek böyle. Gidip eczaneden alınmayacak. Eczaneler ne zamana randevu veriyor? Onlar daha başlamadı sanırım. Randevu verenler hastanelerdi. Hangi branşta doktoru var, hangisinde yok, hangi hastanede hangisi var hangisi yok, oynuyoruz böyle. Geçen ben kazandım, arkadaş göz muayenesi ısmarladı bana. 2024 Ekim’ine. Ben de teşekkür ettim, dedim ki, bizim de Ermeni komşularımız vardı, çok iyi insanlardı.
Köşeyazarınız mevzuyu güncele bağlayacak, değerli okurlar, kaygılanmayın. Başarılı, namuslu, dolayısıyla güvenilir muhasebe şefi olarak sonuna kadar hürmet göreceği bir yaşantı yerine siyasî parti liderliğini seçen, derin devlet tercihi bütün anti-siyaset ve anti-hukuk operasyonlarına cânı gönülden katılan, hattâ kimilerinin gerçekleşmesini sağlayan, buna rağmen, memleketin bugünkü hoyratlıktan, sürekli aşağılanmadan, azarlanmadan, düşürüldüğü haysiyetsiz konumdan şikâyetçi yarısının haysiyet kazanma oyununda başrolü kapan mutfak politikacısı, meselâ, ne hissediyor 6-7 Eylül’de? Yenisi olursa ne yapar? ’90’larda, pürüz çıkarmadan söyleneni yapsın diye oturtulduğu kirli koltukla övünebilen, en korkunç işlerin çevrildiği yerde başa geçemediği için mecburî muhalif konumuna sürüklenen, bugünden çıkış yolunun önünü tıkama operasyonunda öbür başrolü kapan tayyörlü hanımın muhtemel 6-7 Eylül repertuarı nasıl olacaktır?
Şimdi, biliyorsunuz, orduyla CHP anti-emperyalistti, fakat Demokrat Parti Amerikancı’ydı. NATO’ya girildi, mecburen çok-partili olundu, Cumhuriyet ilerici olmaktan vazgeçti, irtica hortladı. Subaylar hep ABD’de eğitim gördü ama teğmenler hep “çakı gibi”, paşalar hep şerefli, politikacılarsa emperyalizmin işbirlikçisiydi. Halbuki zavallı adamlar bildiğin düz çıkar peşindeydiler. Bunun için büyük zenginlerle arayı iyi tuttular, onları kolladılar, komutanlar da emekli olunca şirket yönetim kurullarına alındılar. Ülkesi ve milletiyle bölünmez olan, bölünmedi. Bütün bunlar gerçi tam böyle olmamış olabilir, ama önemi yok, tatsızlık çıkmasın.
Zira çıkmayabiliyor. Sahalarda görmeyi en çok istediğimiz hareketlerle, herkes birlik olup, beraberlik olup birilerini kahredebiliyor. 6-7 Eylül’ü hep birlikte düzenleyip, üstüne “komünistler yaptı” diye, memlekette bu zulme karşı çıkabilecek beş-on kişiyi mahkemeye çıkardılar. Mahkeme… ne bileyim… belki o zamandan… Yahudi komşularımız da vardı. Onlar da pek iyi insanlardı. Börekitas falan yapar, ikram ederlerdi. Hattâ o kadar iyi insanlardı ki, bizim bakkal, “Moyyiz Bey, sen iyi adamsın, aslında Müslümansın, valla bak!” diye tekrarlar, çift y’yı peşpeşe takınca adamın adı bir nevi vurgulu Arapça’yla söylenmiş, hattâ o dilden kelimeymiş gibi olur, Moiz Bey, memlekette kılıçtan geçirilmemiş olsa bile geçirilebilir olduğu aklından çıkmayan her türlü azınlık mensubuna, biraz da yol kaybetmiş turiste özgü sınırlı sorumlu tebessümüyle, dükkândan çıkardı. Ermeni esnafın dükkânını her gün tavla oynadığı esnaf komşusu yağmalamış, öyle diyorlar. Çok dokunmuş adama. Bizim bakkal değildir. Yanında manav vardı, o da Arnavuttu. Kasap Türk’tü. 23 Nisan’da hepsi bayrak asardı.
Ne diyorduk? 6-7 Eylül. Tabiî, böyle hadiselerin olmaması lazım. Cumhurbaşkanının bir Sivas Madımak Katliamı sanığını daha hürriyetine kavuşturmasından aklıma geldi: 6-7 Eylül’ü dışarıdan gelenler yapmıştı. Ayrıca münferit hadise yüzünden koca bir şehir, koca bir ülke, koca millet, koca devlet töhmet altında bırakılabilir mi? Ayrıca ne mâlûm, öldürülen, dövülen, tecavüz edilen kimselerin terörist olmadığı? Dükkânı yağmalananlara sormak lazım: telefonunu göster bakalım! Yok, o değildi. Vergisini veriyor muydu bakalım!
O gün bu ülkede ne değişti?
Bu soruyu -ya da pekâlâ yeğlenebilecek başka çeşidini: “Bir şey değişti mi?”- siyasetin aslî malzemesi saymayan birilerine, -siyasetçi diye ortalıkta dolaşan menfaat düşkünü, cahil, kifayetsiz uyanıklar güruhunu boşverin, isterse en sıkı solcu olsun- zerrece güvenmemek bu memlekette geleceğin yurttaşının başlıca görevidir. Niye “geleceğin” yurttaşı? Çünkü bugün yurttaş diye bir şey yok. Yurttaş dediğinin hakları olur, devlet ona hizmet eder. Biz yurttaş falan değiliz, kendimizi kandırmayalım. Hoş, zaten kandırmıyoruz, hiçbir olayda yurttaş gibi davranmıyoruz. Yegâne istisnaları, ormanını, deresini, tarlasını korumak için jandarmayla karşı karşıya gelmeyi göze alan köylülerimiz. Henüz benimsenmiş, bilincine varılmış yurttaşlık sözkonusu olmasa da, yaşadığı yere sahip çıkma bilinci ve -belki daha önemlisi- davranışı, fiiliyatı var orada. Bunlara son zamanlarda ufak bir grup daha eklendi: peşkeş çekilmiş veya mafyozo yöntemlerle elkonmuş kıyılardan özgürce denize girebilmek için oradaki özel sektör veya mafya zorbalarıyla dalaşan cesur birkaç insan. Bırakın devleti, şirketi, mafyayı, meselâ İstanbul’un şehir merkezinde, taksi şöförü karşısında bile yurttaş değiliz.
Yurttaş dediğin, kamyonlara doldurulup şehre getirilip “haydi, kırın dökün, yağmalayın!” diye başka yurttaşların üstüne salınmaz; salınırsa itiraz eder. Ama belki Beyoğlu’na getirilen köylüler orada kumaş seçen şehirli şık insanları görünce bunun yurttaşlık icabı olduğunu düşünmüşlerdir. 6-7 Eylül’de yani. Altısı mı yedisi mi tam bilemeyeceğim. Bildiğim, komşularımız iyi insanlardı. Dükkânları var mıydı, bilemiyorum. Var idiyse de fethedildi.
Süleyman Demirel bir ara, elbette kamuoyu önünde değil, kapalı çevrede, pekâlâ Ege’de birkaç adaya elkonabileceğini, Sakız’la Midilli’ye ordunun “yarım saatte” girebileceğini terennüm etmiş, “Sonra da çıkarabiliyorlarsa çıkarsınlar,” demiş. Meselenin hal şekli olarak. Yani dükkâna “fethedildi” derken, boş yapmıyoruz, Abdülhamid.
6-7 Eylül bir fetih harekâtıydı. Teşkilatı Mahsusa’nın devamı olan, devletin bu işlere bakan kısmı adına bir general, çoğunuz biliyorsunuz artık, “muhteşem organizasyondu” diyecekti sonradan. Gazeteciye. Alenen. “Bunlar yaptı” diye utanmadan sıkılmadan “komünistleri” mahkemeye çıkardıktan sonra.
Zaten utanma sıkılmanız olursa fetih yapmanız güçleşir. Terörle mücadele gibi. Diyelim işkence yapana ceza verdin. E, ne olur? Terörle mücadele edeni işten soğutur. Olmaz. Ama sen anca işkenceyle ayakta tuttuğun bir düzen içerisinde yaşarsın. Ee? Utanmaz mısın? Utanırsam dükkân fethedemem, mal mülk gasp edemem. Tamam, pardon o zaman.
Bu yüzden, mevcut iktidarın utanmayı vakitlice yasaklaması iyi oldu. Böylelikle, günümüzün gönülden 6-7 Eylül’cü siyasetçi tayfası da rahat etti.
Son sorum şöyle olacak: Şimdi kalkıp, 6-7 Eylül için, “Oh, iyi yaptık a.. koduklarıma. Yaptık, yine yaparız!” deyip de itibar ve oy kaybedecek kaç siyasetçi var?
Oradan siyasetçiyi değil kendimizi ölçeceğiz, yanlış anlaşılmasın.