64 karede dünyaya meydan okumak
“The Queen's Gambit”, Netflix’in son dönemdeki en iyi işlerinden birisi. Öksüz kalmış bir çocuğun dünyaya sığdıramadığı öfkesini 64 karelik satranç tahtasındaki sonsuz olasılıkla ehlileştirdiği bir büyüme hikayesi özünde. Ama dönemin ruhunu yakalamakta da oldukça mahir.
Netflix’in bizim gibi hem içerik hem de estetik değeri yüksek yapımlar arayan gönüllere yılda birkaç kez sürdüğü bir parmak ballardan “The Queen's Gambit”. Diziyi izlerken, birkaç bölüm boyunca tuhaf bir biçimde Bobby Fischer geldi aklıma. Bobby Fischer, ABD’de yetişen en büyük satranç ustalarından birisi. 15 yaşında büyük usta unvanını kazanan, dönemin en büyük satranç oyuncusu olarak kabul edilen Sovyetler Birliği’nden Boris Spassky ile yaptığı maç dillere destan olan bir isim Fischer. Yalnızca satranç ustalığıyla değil, vatandaşlıktan çıkarılmaya kadar uzayacak arızalı yönleriyle de tarihi bir kişilik.
Diziyi izlerken ve Bobby Fischer üzerine düşünürken, Edward Zwick'in bu ikilinin maçlarına odaklandığı 2014 tarihli “Şah Mat” (Pawn Sacrifice) filmi de akıllara geliyor haliyle. Ve Zwick’in orada beceremediği her şeyi bu dizinin yaratıcıları Scott Frank ve Allan Scott’ın ustaca hallettiğini görmek de ayrıcı heyecan verici. Dizi hakkında böyle düşünürken Walter Tevis’in 1983 yılında yayımlanan “The Queen’s Gambit”i kaleme alırken Bobby Fischer’dan esinlendiği haberleri çıktı. Çünkü dizinin ana karakteri Beth Harmon da onun gibi kendi kendisini yetiştiren bir deha. Üstelik hikayenin geçtiği zamanlar da neredeyse aynı. Ama tamamen özgün bir hikaye ile karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım tabii…
Dizi 1967 yılında açılıyor. Beth’in belli ki akşamdan kalma bir halde uyandırılıp geç kaldığı bir maça yetişmesini izliyoruz. Bir kapı açılıyor ve flaşlar patlıyor. Ve evet ünlü bir kadın artık. Sonra dokuz yaşında annesini bir trafik kazasında kaybettiği güne dönüyoruz. Babası ortada olmadığı için yetimhaneye yerleştiriliyor. Beth’in çok zeki bir çocuk olduğunu günlük hayatından anlıyoruz kısa süre sonra. Aynı zamanda, içine kapanık ve fazlasıyla öfkeli olduğunu da… Ve bağımlılığa yatkınlığını da… Burada edindiği yakın dostu Jolene sağa sola küfürler savurup kendisini rahatlatırken Beth için çıkış yolu satranç oluyor. Bodrum katta kendi kendine satranç oynayan hademe Shaibel bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor ona. Beth, 64 kare üzerindeki sonsuz hareket olanağını bir tür özgürlük alanı gibi kullanıyor. Girdiği bu yol, tıpkı Bobby Fischer gibi onu Soğuk Savaş rekabetinin ortasına ve hikayedeki büyük Sovyet oyuncu Vasily Borgov’un karşısına çıkarıyor.
“The Queen’s Gambit”, dönemin estetik ruhunu görsel olarak yakalamakta oldukça maharetli bir ekibin elinden çıkmış belli ki. Beth’in ruh halinin aksine renkli bir fon eşlik ediyor film boyunca seyirciye. Döneme uygun olarak kadın dayanışmasını eksik etmiyor içeriğinden. Jolene’in dostluğu, Alma’nın anneliği ayakta durması için güç veriyor Beth’e… Kadın bir satranç oyuncusu olarak dönemin ABD’sinde yaşadığı zorluklar da geliyor ekrana…
“The Queen’s Gambit”, bir yandan sorunlu bir çocuğun büyüme süreci gibi inşa ederken hikayesini, diğer yandan dönemin atmosferini ustaca kullanmayı beceren yapımlardan. Ama asıl olarak satranç gibi ‘sıkıcı’ kabul edilen bir sporu hikayenin içinde başrole çıkarmak büyük başarı. Bunda oyuna bir tempo kazandırma fikri, tik tak ilerleyen saat ile birlikte seyircide gerilim yaratma becerisi ve oyuncular dışındakileri, yani ekrandaki (ve tabii ekran karşısında bizleri) sürekli bir aksiyon içinde tutan ritim çok etkili. Bir tür tenis maçı gibi kurgulanan tempo, seyircilerin işin içine dâhil edilmesi yükseltiyor diziyi.
Dizi, renk paleti dışında Sovyetler Birliği’ne dair genel geçer Hollywood ezberlerinin de dışına çıkmayı başarıyor öte yandan. Beth’in Borgov ile oynamak için Moskova’ya gittiği bölümde renk paleti birden sönükleşiyor onlarca yıllık ezber yüzünden belli ki. Ama Amerikan filmlerinde alıştığımız KGB ajanlarının sıkı markajındaki Sovyet sporcu (sanatçı vb.) klişesini terse çeviriyor burada. CIA ajanı kendisi olmadan adım atmasına izin vermiyor Beth’in… Ülkedeki günlük hayatın inşası, satranca verilen değerin gösterilmesi ve en nihayetinde Sovyetleri bu sporda lider yapan şeyin bireysel akılların kolektif bir biçimde geliştiğinin hakkının verilmesi de cabası.
Ve en önemlisi bütün bunların dizinin teferruatı haline gelmesi. Çocuk yaşta öksüz kalmış bir kadının, öfkesini içine sığdıramadığı dünyadan kaçıp, 64 karelik satranç tahtasında sonsuz olasılıkların peşinden gidişinin öyküsü. Açmazları, saldırı ve geri çekilmeleri, yenilgiyi kabullenmenin onurunu, galibiyeti hazmetmenin erdemini tattığı bir hayat arenasına dönüşüyor bu oyun…
Finalde Beth, hayatı ve kendisini sevmeyi öğrenirken biz de yıllardır dokunmadığımız satranç tahtasını indiriyoruz raftan…