YAZARLAR

886 yıllık bir binadan fısıldanan sırlar

Turist rotalarına diğer alanlara göre biraz terste kaldığı için pek de dahil edilmeyen Zeyrek’ten bahsetmek istiyorum bugün. Daha doğrusu, kendisi de bizzat 1986’da UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil olan Molla Zeyrek Camii, eski adıyla Pantokrator Manastırı Kilisesi’nden...

"Küçük ve büyük hepsi 46 kubbedir ve dikili direkleri kıymetli çeşitli taşlardandır. Düzgün bir minaresi vardır. Caminin kubbe ve kemerleri içinde altın sürülmüş çeşitli resimler ve tasvirler vardır ki, görenler hayran olurlar. Bir tepe üzerine yapılmış yüksek bir camiidir."

Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul

1985 yılında İstanbul’un Tarihi Alanları UNESCO Dünya Mirası Listesine girdi. Peki nereler bu tarihi alanlar? Sultanahmet Sit Alanı, Süleymaniye Koruma Alanı, Zeyrek Koruma Alanı ve İstanbul Kara Surları koruma alanıdır. Bunlardan belki de en az bilineninden, uzun yıllardır İstanbul’da oturmama rağmen (uzun restorasyon süresi de sebepli) ilk kez bu sene gittiğim, turist rotalarına diğer alanlara göre biraz terste kaldığı için pek de dahil edilmeyen Zeyrek’ten bahsetmek istiyorum bugün. Daha doğrusu, kendisi de bizzat 1986’da UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil olan Molla Zeyrek Camii, eski adıyla Pantokrator Manastırı Kilisesi’nden.

ŞEHRİN AYASOFYA'DAN SONRA EN BÜYÜK KİLİSE BİNASI

Kendimi iyi hissettiren bazı ritüellerim var. Bunlardan biri, arkadaşlarımla arada bir Unkapanı’ndaki Ayın Biri Kilisesi’ne gidip dilek dilemek, şakasız bazen kilometreyi aşan dilek kuyruğu mensuplarına gerçekleşen dileklerim için tatlı dağıtmak. O kadar insanın bir umut ve pozitiflikle gittiği yerden elbet bir hayır çıkar diye düşünürüm... Kiliseden çıkınca da eğer vaktimiz varsa ver elini, Eminönü Mısır Çarşısı Pandeli Restorant, vakit darsa Vefa Bozacısı. Bu sefer, çok güzel bir havada, dileklerimizi tutup bir de Zeyrek Camii turuyla şansımızı katmerleyelim dedik. İMÇ’nin önündeki alt geçitten karşıya geçip kendimizi Zeyrek Koruma Alanı’nın kollarına bıraktık.

Koruma alanını gezecek vaktimiz olmasa da, camiye çıkan yolun karşısındaki İstanbul manzarasının güzelliği bile bir konuşma konusu. Yine de biz bu yokuştan hızlı çıkalım, çünkü Ayasofya'dan sonra İstanbul'da ayakta kalan en büyük eski kilise olan Pantokrator ile ilgili anlatacak çok şey var...

Birbiriyle içerden bağlantılı üç kiliseden oluşan, bu kiliselerin kemerli açıklıklarla bağlandığı dev bir yapıt bahsedeceğim bina. Daha binaya doğru yürürken heybetini hissediyorsunuz. Annie Pralong’un Bizans, Yapılar, Meydanlar, Yaşamlar kitabına göre Bizans gücünün tekrar inşa edildiği ve uygarlığının sıradışı bir parlaklığa kavuştuğu bir dönem olan Komnenoslar Hanedanı (1081-1185) döneminde yaptırılıyor. Şehrin güç kazandığı, imparatorluğun halka sosyal yardımlar sağladığı bir dönem olduğu için bir vakıf olarak yaptırılıyor 1118- 1136 yılları arasında İmparatoriçe İrene tarafından. Güney Kilisesi, o dönemli en önemli vakıflardan olan “Evrenin Hakimi” Pantokrator İsa’ya, Kuzey Kilise, “Şefkatli Meryem’e” (Theotokos Eleousa), ortadaki yer mezar şapeli “Başmelek Mikail’e” adanmış. Haydi mimarının adını bir de buradan anmadan geçmeyelim; Nikeforos. Aslında Pantokrator o dönem bir külliye gibiymiş, bünyesinde şapel, kütüphane, hastane, göz sağlığı merkezi ve yaşlılar evi de varmış. Bugün bunlardan geriye kalan tek bina kilise yapısı.

Geriye kalmaktan bahsetmişken sadece ek binalar değil, içerisi de bir hayli yok olmuş. Komnenoslar dönemi Pantokrator Kilisesi ve Manastırı’nı şöyle hayal edin: Dev bir binanın duvarları kırmızı-sarı parlak mozaiklerle bezeli, orta tarafta duvarı o dönemin en kaliteli mermeleri kaplıyor, yerlerde büyük figürlü mozaikler... Bugün bu kırmızı mozaiklerin sadece birkaç karışlık kısmını bir pencerenin kenarında görebiliyorsunuz. Orjinal mermerler ise mihrap ve minberin tarafında duruyorlar. Hatta orijinal mermerlerin durduğu yerde eski kitaplığı görebilirsiniz, neredeyse 900 yıl öncesinin kitaplığını görmek çok acayip...Geri kalan herşey el boyaması.

BİZANS VE OSMANLI'NIN ORTAK MİRASI

Peki neden bu kadar az şey kalmış Pantokrator’dan? Osmanlı kiliseyi camiye çevirip binaya iyi davransa da, öncesindeki Latin İstilası, depremler, zaman çok zarar vermiş yapıya. Latin İstilası sırasında önce karargah olarak kullanılan kilise, daha sonra askerler tarafından yağmalanıyor. Kilisenin birçok kıymetli ve kutsal eşyası Venedik’e gönderiliyor. Ki bugün Sultanahmet’teki hipodromda olması gereken heykeller de yine Haçlı Seferleri sırasında yağmalanarak Venedik’e götürülmüştü.

Kilise önce Bizans’a geri geliyor, sonra 1453’te geliyor Osmanlı... Fetihten sonra ilk namaz kılınan yer Pantokrator Kilisesi. Önce medreseye dönüştürülüyor, sonradan cami oluyor yapı. Binayla ilgili hoşuma giden hikayelerden biri, caminin ismi. Eski kilise, yeni cami, ismini dönemin büyük alimlerinden, medreseye de müderris olarak atanan Molla Zeyrek Mehmet Efendi’den alıyor. Mehmet Efendi’nin lakabı Zeyrek, uyanık, hazırcevap demekmiş. Pek hoş bir isim mirası değil mi?

O dönemin binasına geri dönersek, güzel mermer duvarlarına uyumlu olsun diye Fatih Sultan Mehmet döneminde Bizans dönemine ait mermerlerden yapılma mihrap ve minber ekletiyor binaya, ki bunlar bugün hala bütün ihtişamlarıyla ayaktalar. İki Osmanlı padişahı etkisi var binada; ilki anlayacağınız gibi Fatih, ikincisi III. Mustafa. Çünkü bina 1776 büyük İstanbul depreminde çok hasar görüyor ve bu hasarı onartan III. Mustafa’nın ta kendisi. Hatta bu padişahın döneminden kalma el yapımı ceviz ağacı bir kürsü halen camide duruyor.

Bu iki padişahın etkisiyle ilgili bir güzel hikaye de hünkar mahfilinden. Hünkar Mahfili tarafına müftülüğün özel izniyle çıkılabiliyor. Hem işlemeleri hem zenginliği hem de yapıya tepeden bakan yeriyle etkileyici bir alan. Bizans döneminde imparatorların evlendirildiği bir alanken Osmanlı’da bilindiği üzere, sultanın namaz kıldığı birçok büyük camide olan, hem hünkarın güvenliğini sağlanmak hem de sultanın ihtişamına yakışır bir alan olması için tasarlanmış bir yer hünkar mahfili. Bugünkü hünkar mahfilinde tavana bakarsanız yarısı başka kalem işi, yarısı başka. Bir yanı daha sade ve yeşil renklerde, diğer yan sarı ve çiçekli. Bunun sebebi de bahsettiğim üzere, bina depremden zarar gördükten sonra III. Mustafa tarafından yaptırılan restorasyonda kalem işlerinin Fatih döneminden farklılaşması. 2000’lerde restorasyon yapılırken bu iki döneme de yer verilmek istendiği için yarım yarım çizilmiş tavan işleri. Bu alanının arkasına açılan koridorda tek tük mozaik ve Bizans işlemeleri, bayağı uğraşılıp duvara çakılan plaketlerle kapatılmış bu arada. Zaten özel izinle çıkılan bir alanda neden bu kadar bu konuyla özel uğraşılmış bilmem...

TEKRAR TAHRİBAT VE RESTORASYON

Zaman bu binaya iyi davranmayı tercih etmemiş belli ki, Zeyrek Camii de ilgilenilmeyip bakım görmeyince inanılmaz tahribata uğramış 1900’lerde. Sonunda 2009’da Vakıflar Genel Müdürlüğü ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi konuya el atmış ve 9 yıl süren ve asla bitmeyecek gibi gözüken bir restorasyon sonucu bina 2019’da tekrar halka ve ibadete açılmış.

Bugün binayı ziyaret ettiğinizde bu anlattıklarımın hepsini satır aralarında yakalamak durumunda kalıyorsunuz; çünkü en net geriye kalan şey binanın heybeti; diğerleri hep tek tük. Halıların altındaki camların altında kilisenin ünlü mozaiklerinin bir kısmı hala duruyor. Küçük Ayasofya’da yaptığımız gibi camide kenardan halı sıyırma suretiyle mozaiklere bakma etkinliğini burada da ucundan gerçekleştirdik; fakat ortalara doğru olan, ve hala duran asıl büyük ejderha ve aslan motiflerini göremedik. Tesadüfen karşılaştığımız, camiyi pek seven bir beyefendi de bize caminin girişinde göreceğiniz Antik Yunanca ters duran yazının bir mezar taşı olarak yeni tespit edildiğini (ve burada anlattığım birçok hikayeyi) aktardı bize. Bina ile ilgili okumalarımda, binanın kutsal bir vakıf olarak da kabul edildiği için Komnenos ve Palaiologos hanedanlarına mensup birçok kişi buraya gömüldüğünü öğrendim. Yani o taş, bir hanedanın mezarı...

Size Pantokrator Kililsesi/Zeyrek Cami ile ilgili burası için upuzun ama bu 886 yıllık bina için kısacık bir hikayeleme yaptım, birkaç sır fısıldadım. Son hikaye de ben kitabında bulamasam da internette sık rastladığım Evliya Çelebi’nin Pantokrator Kilisesi hikayesi olsun: “İstanbul halkı, Pantokrator Kilisesi bitişiğindeki sarnıçlarda kışın zemheri geceleri olunca, nice koncoloz denilen cadıların çıkıp arabalara binip dolaştıklarına inanırmış. İnanışa göre bu cadılar seher vaktine yakın mağara içerisinde kaybolurlarmış.”

2020’lere geldiğimizde anladık ki, cadılardan değil, kadınlara cadı diyenlerden zarar gelir. Cadılar ancak akıllı, maharetli kadınlardır. Akıllı kadınların çevresini mesken tuttuğu, ne mübarek bir yapıymış bu bina, bakın!

 


Irmak Özer Kimdir?

Sabancı Üniversitesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler bölümü mezunu olan Irmak Özer, lisans eğitiminin ardından Atina Üniversitesi'nde Güneydoğu Avrupa Çalışmaları (MA) alanında ve London School of Economics and Political Science'ta Karşılaştırmalı Politika (MSc) alanında iki adet yüksek lisans programını tamamlamıştır. Kültür-sanat alanında uzun zamandır çeşitli mecralara yazılarıyla katkıda bulunan Irmak Özer, hurriyet.com.tr, Art50, Milliyet Sanat, İstanbul Life gibi önemli basılı ve çevrimiçi yayınlarda sergi değerlendirmeleri ve söyleşiler ile katkı sağlamakta ve ilgili platformlarda konuşmalar yapmaktadır. Irmak Özer, kültür-sanat alanında uzmanlaşmak için İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm bölümünü (AA) ve Koç Üniversitesi'nde Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması sertifika programını tamamlamıştır. Irmak Özer İsviçre'de yaşamakta ve Uluslararası İlişkiler alanında çalışmaktadır.