90 çocuklarına okkalı tokat: Gidemeyenler
Kerem Görkem'in romanı 'Gidemeyenler', Sia Kitap tarafından yayımlandı. Y kuşağının ortak özellikleri, Aksel’in bir kuşağı ne derece sembolize ettiği tartışmaya açık olsa da işte bu arafı soluyanların romanı 'Gidemeyenler'.
Kerem Görkem’in 90’lı yıllarda doğan bir akademisyenin portresi özelinde Y kuşağına odaklandığı romanı 'Gidemeyenler', Sia Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Romanın başkahramanı Aksel, yitik bir kuşağın temsilcisi olarak hayatına yön verme mücadelesi içerisinde huzursuz bir karakter olarak karşımıza çıkmakta.
Kerem Görkem'in 2016 yılında 'Aile Fotoğrafı' ve 2019 yılında 'Süreyya’nın Saatleri' isimli iki kitabı yayımlandı. Görkem'in 'Bisiklet' ve 'Zeliha' öyküleri ödüle layık görüldü. Yakın zamanda yayımlanan üçüncü kitabı 'Gidemeyenler' ise gerek konusu gerek diliyle dikkat çeken bir roman. Romanın başkahramanı ve anlatıcısı 1990 yılında doğmuş Aksel adında bir kadın. Aksel, bir üniversitenin iletişim fakültesinde asistan olarak çalışmakta fakat öğretim üyesi olarak atanabilmesi için yurt dışında bir müddet çalışması lazım. Bunun için yaptığı başvurular neticesinde Berlin’de bir üniversiteden kabul alıyor fakat bu kabulle birlikte Türkiye’den ayrılacağı gerçeği, onu hayatı ve kendi kuşağı üzerinde düşünmeye sevk etmekte. Tabii bu düşüncelerini sanatsal üretimle harmanlayarak 'Arafta' isimli bir kitap yazmaya başlıyor Aksel çünkü Y kuşağı onun için hayatına tam anlamıyla yön veremeyen, çoğu şeyden emin olamayan, erostan yoksun bir nesil. Bu noktada, yazarın çokça temas ettiği “araf” kavramı üzerinde durmalı. Daha romanın başında, haberleri izlerken Yunanistan ve Türkiye arasındaki tarafsız bölgede duran IŞİD militanını görünce arafta duran bu adam üzerinden kendi neslini anlatmayı düşünüyor Aksel.
“Sıraladığım bütün o büyük kentlerde doğmuş neslimi tarif etmek için hayli riskli bir figür bu adam, ama yine de, hep birlikte beklediğimiz yer olarak doğru bir lokasyonu, arafı işaret ediyor, diye düşünüyorum. Bir süredir bu tip düşünceler zihnimi meşgul ediyor, gördüğüm her şeyde yazacağım öyküye girecek bir malzeme arıyorum. Acaba yazarların bütün hayatı böyle mi geçiyor?” (s.11)
Hakikaten Aksel’in yaşamına baktığımızda bu arafta olma halini görürüz. Evde, birçok üniversite mezunu gibi iş bulamayan ve kendini bilgisayar oyunlarına veren kardeşi Ozan’la istediği gibi sağlam bir ilişki bina edememiştir. Zaten bir müddet sonra Ozan, acılarıyla yüzleşip kendi ayakları üzerinde durmak için Ankara’ya gidecektir. İşte ise araştırma görevlisi olmak için gerekli prosedürlerle uğraşıp durur. Oysa kendi hocaları “sırf bir önceki nesilde” doğduğu için ondan katbekat şanslı olup kallavi koltuklara çöreklenmişlerdir.
“Devlet bana diyor ki, seni öğretim üyesi yapabilmem için en az bir yıl yurt dışında bulunmuş olmalısın. Yani orada çalışmalısın, araştırma yapmalısın ya da lisansüstü eğitim almalısın. Allah aşkına Damla, şimdi söyle bana, ister Ömer’i ele al, Ömer Hoca yani, ister bir başkasını. Şu binanın en güzel manzaralı odalarında, konforlu deri koltuklarda, danışmanlık peşinde koşup biz asistanları resmi görevlerini yapalım diye fazladan çalıştıran bütün o hocalardan kaçı sağlıyor bu şartları. Hadi hepsini geçtim, İngilizce bilmeyen, bir tane uluslararası hakemli dergide yayını olmayanı var. Sırf benden yirmi sene önce doğduğu, bir önceki kuşaktan olduğu için en büyük hayalimi gündelik hayatı olarak yaşıyor.” (s.21)
Aksel’in, aynı üniversitede öğretim üyesi olarak çalışan yakın arkadaşı Damla’ya dert yanması yersiz değil. Hakikaten de günümüz gençleri yüksek bir ortalamaya ulaşmak, yabancı dil öğrenmek, dergilerde makale yayımlamak için ciddi mesai sarf ediyor. Yine de birçoğu akademide tutunamıyor yahut tutunmak için kendileri kadar yetkin görmedikleri hocaların tornasından geçmek, onlara saygıda kusur etmemek ve onların işlerini yapmak zorunda. Sosyal medyayı biraz kurcalayan herkes akademi kadrolarındaki açıkların nasıl doldurulduğu hakkında bin bir şaibeye tesadüf edecektir. Zaten kadro sınavlarına girene kadar hakkaniyetli bir hocanın danışmanlığında depresyona girmeden tez yazmak ayrı mesele. Üstelik, Aksel’in akademideki hayatı hocası Ömer’le yaşadığı ilişki yüzünden daha karmaşık bir halde çünkü ilkin amfide dersini hayranlıkla dinlediği adam değil o artık. Birçok kimliğe bürünen, Aksel’i manipüle eden, akademideki koltuğunu ve şöhretini bukalemun gibi renk değiştirmesine, hangi sandala binse onun küreğini çekmesine borçlu bir adam: Statükonun ete kemiğe bürünmüş hali. Aksel’in Berlin’e gideceğini evde öğrense ona kızacak, tehditler savuracak bir adam olmasına rağmen bunu üniversitedeki odasında öğrenince “sükunetle” karşılayan biri.
“Yalnızca doktora tez danışmanım olsa, yani o olağan şapkasını taşısa zaten karşı gelemez, olsa olsa fikrini almadan hareket ettiğim için tepki gösterirdi. Öte taraftan yalnızca sevgilim olarak, yani o şapka kafasındayken, şimdi fakültedeki ofisinde değil de örneğin onun evinde ya da dışarıda bir yerlerde olsak bağırır çağırır, tehditler savurur, şimdi sustuğu her şeyi çekinmeden kusardı. Dediğim gibi, iki şapka ağır geldi ona, ağzını açıp tek bir laf edemedi.” (s.51)
Romanın başındaki epigraf da böylece Ömer karakteri üzerinden açıklanmış olur. Dostoyevski’nin 'Suç ve Ceza' romanından alınan epigrafta insanların mevsime uyarak yükseldikleri söylenir. Hiçbir zaman ocak ayında kuşkonmaz istemeyen Ömer de mevsime uygun yaşar. Zaten romanda akademi ve hayat arasında bir benzerlik ilişkisi var. Y kuşağı mensuplarının hayatlarında hiçbir kesinlik olmadığı, güvencesiz işlerde yıllarca çalıştıkları, birçok sınavdan geçtikleri, onlarca sertifika almak zorunda kaldıkları, tüm bunlarla uğraşırken öte yandan evlenme, ev alma ve çocuk yapma beklentileriyle çevrelendikleri vurgulanmakta. Tabii sürekli artan bir endişe dalgası içerisinde. Bu doğrultuda yetkinliğini kanıtlamakta ve temsil edilmekte zorlanan bir kuşaktır Y kuşağı. Aksel’in birkaç filmde izlediği ergen bir çocuğun babasının arabasını çalarak kendini ispat çabasını anlatan ortak sahne bu krize denk düşen bir metafor. Zaten ileriki sayfalarda metne biraz gökten zembille inmiş tadı veren, Aksel’in yazdığı küçük senaryo metninde de aynı sahnenin kadın bir kahramana uyarlandığını görmekteyiz. Araf hali ise sık sık karşımıza çıkmakta, öyle ki bazen okurun düşünce zincirini kırmakta bu süreklilik. Öte yandan, yazarın tezi Aksel’in Y kuşağını sembolize eden bir karakter olduğu. Bu tezin, genel anlamda tek karakteri odağına almış bir romanın hacmiyle ne derece örtüştüğü tereddüt uyandıran bir nokta. Nitekim yazar da bu tezi daha makul hale getirmiş. “En azından asgari düzeyde refaha sahip yerlerde yaşayanların, eğitim alabilen, sözüm ona bir şeylerin kararını vermekte özgür olanların.” (s.71) diyerek Y kuşağının hangi kesiminin merkezde durduğu açıklanmakta. Bana kalırsa, bireylerin olgunlaşma sürecini, ideale ulaşma çabasını konu edinen bildungsromanla dirsek temasında bir metin. Aksel’in hikâyesinde bu ideal yazmak eylemi olarak karşımıza çıkar. Üniversitede ne yaptığını sorgulayan, kendini değersiz ve işe yaramaz hisseden, mütemadiyen şahsi değerlerine aykırı davranmaya zorlanan, “örgüt-devlet-şirket” üçgeninden oluşan hiyerarşi kümelerinde sıkışan fakat kendini gerçekleştirme gayesinde direten Aksel’in yazın serüveni ideale temas etme olarak kabul edilebilir. İdeali gerçekleştirme değil, ideale temas etme diyorum zira metinde “tamamlanma” olarak geçen bu arayış da sorgulanmakta. Kısaca, “İnsanın ideali tamamlanmak mı, yoksa tamamlanmamak mıdır?” ve “Araf nedir yahut kimdir?” sorularıyla hemhal olur okur. Aksel’in bu sorulara cevapları da bazı dini metinleri okumasıyla ve mülteci krizinin patlak vermesiyle kitabın sonunda yer almakta. Kahramanın son sayfalarda bir nevi aydınlanma yaşadığı, otuz yaşına kadar zihnini kemiren soruların cevabına bir anda ulaştığı hissiyatına ister istemez kapıldım. Bunlarla beraber kitabın bazı özelliklerini vurgulamalı:
İlkin, 90’lı yılların çocuğu olarak uzun zamandır bizi bu denli gerçekçi anlatan bir kitaba denk gelmemiştim. Son dönem metinlerinde Türkçe edebiyatın belki 150 senedir anlatmaktan yorulmadığı köy, taşra, kasaba temalı metinlere yahut beyaz yakalıların ütopik kaçışlarına tesadüf etmekten açıkçası sıkılmıştım, biraz da beni anlatsınlar istiyordum. Ne bileyim, alıntı yaparken virgül mü noktalı virgül mü koyayım, Chicago mu APA mi kullanayım diye ne kadar sıkıldığımı anlatsınlar istiyordum. Benden evvel doğduğu için dünyalığını yapmış, maaşına emekli maaşı eklenen insanlara duyduğum kıskançlığı anlatsınlar istiyordum. Toplam yedi sene süren lisans ve lisansüstü hayatımda kendimi nasıl değersiz hissettiğimi, fazla çalışmak yüzünden nasıl içime kapandığımı, akademisyen olma hayalimin nasıl suya düştüğünü anlatsınlar istiyordum. İki yabancı dilde yetkin, iyi üniversitelerden üç diploma sahibi olarak 65 yaşında emekli olacağım, istediğim evi -gayet mütevazı bir ev- hiçbir ek gelir veya destek olmadan 50’li yaşlarda alabileceğim, bu ekonomik rahatlığa eriştikten sonra da hayatımın baharını para kazanmakla tüketmiş olacağım, o evi daha erken almak ve ailemi mutlu etmek için beyaz yakalı bir eş bularak üç beş sene daha çok çalışıp ardından çocuk yapma planları kurup sonra bu planları savuşturacağım gerçeği yüzüme bir tokat gibi vurdu. Oysa okuyarak, yazarak ve çevirerek mutfakta aşım olmayacak.
İşte vurgulamak istediğim ikinci özellik de bu: Para kazanma zorunluluğu ve 90’lıların gasp edilen hayalleri. Görkem de bu noktaya temas etmiş hem kısa biyografisinde hem de romanında. Hakikaten bizler ne yapalım? Annelerimizin “aman oğlum” ile başlayan tembihlerinin kırdığı cüretimizle, ev sahibine az zam yapsın diye döktüğümüz dille, uykularımızı kaçıran “Mülkiyet hırsızlıktır” cümlesiyle, hangi dostumdan telefon gelse “Bir şey yapmak lazım.” derken duyduğumuz kederle ne yapmalı?
Y kuşağının ortak özellikleri, Aksel’in bir kuşağı ne derece sembolize ettiği tartışmaya açık olsa da işte bu arafı soluyanların romanı 'Gidemeyenler'. Vuruyor, vuruyor…