9,75: Doğu ve Batı arasında kalmış hikâye
Mehmet Eroğlu’nun '9,75 Santimetrekare' romanından uyarlanan "9,75", yazar Ahmet’in Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında kalmış hikâyesini anlatıyor.
Hüseyin Bul
Mehmet Eroğlu, edebiyatın farklı türlerindeki iddiasını, "İyi Adamın On Günü", "Kötü Adamın On Günü" ve "Meraklı Adamın On Günü" serileriyle ortaya koyarak, polisiyeseverleri bu türün acılı, belki biraz mayhoş tatlı tarifini vererek ödüllendirdi desek yanlış olmaz. Her romanda bir gıdım da olsa polisiye bir yan vardır derler ya, "9,75" filminde de acılarının peşine düşen ve kaynağını merak eden Ahmet’in (Nejat İşler) hikâyesini konu edinen senaryo, Eroğlu’nun aynı adlı romanından uyarlanmış.
Netflix'te yayınlanan film, farklı zamanlar arası yolculuklarla derinleşse de asıl meramın anlatıldığı iki bölüm/zaman var. Bu iki bölüm ve zamanı iki dille de ayırmış yönetmen. Altını çizerek seyircinin gözüne sokmasa da izafi olarak orada duruyor, aslında akıyor. Durduğu yer, daha çok insanların belleklerinde. 40 binden fazla insanın ölümüne sebep olan ve hala ateşi sönmeyen bir savaşın doksanlı yıllardaki tırmanışına denk gelen birinci bölüm; eskiden kalan, zihinde silinmeyen, silinemeyen, unutulamayanı simgelerken iki dilden biri olan Kürtçeye yaslanıyor.
İkinci bölüm olan Gezi yılında, savaşı arkasında bırakmış, ruhen yaralı bir insanın karanlıktan çıkmaya çalışmasına şahit oluyoruz. Fakat yeniden bir çatışmanın ortasındadır, çevre/mekân bulunduğu girdaptan çıkmasına ne yazık ki pek uygun olmadığı gibi destek de vermiyor. Bu defa çatışmaları izlemekle yetiniyor sadece. Yönetmen bilerek ya da bilmeyerek, görevle sorumluluklarımız arasındaki kalın çizgiyi gazlı dumanla çiziyor ve seyirciyi içeri atıyor. Bu bölümde ve filmin büyük bölümünde konuşulan dil Türkçe.
Kimsenin kendisini yüzündeki yarasından dolayı sevmeyeceğini düşünen Ahmet, bu ‘kusurunu’ ilk tanıştığı kadına adeta bir kuyudan yukarı seslenir gibi anlatarak elinden tutmasını ister. Yarasını gizlemeye çalıştıkça içine kapanan Ahmet’in yaşadığı travmadan kurtulmasının adresi bellidir aslında; sevgi. Yönetmen, bunu yüksek sesle dile getirirken terk edilmişliğin cehennemine çevirir kamerayı. Filmin başlama noktası da, Ahmet’in sendromlarının kaynağı da o karanlık koridorlardır. Işığı birinin gelip açması gerekiyor... Işığın düğmesine sevgiyle dokunan ilk kişi Serap (Funda Eryiğit) olurken, dolaylı da olsa diğer kişi ise Ahmet'in eski askerlik arkadaşı oluyor. Ama aydınlığa açılan kapıyı aralayanın bir kadın olması, Ahmet’in asosyalliğine de güçlü bir darbe almasına vesile oluyor.
Farklı diller, mekânlar ve cinsel kimliklerle zenginleştirilmeye çalışılan filmin en önemli eksiği, Kürtçe bölümlerinde altyazı olmaması. Bu da Kürtçe bilmeyen izleyicilerde filmin bütününe hakim olamama ve kopukluklar hissetmesine sebep olabilir. Menderes Samancılar’ın akıcı Kürtçesi, diğer oyuncuların konuşmalarını lehçe durumuna düşürüyor.
BİR ROMAN İNSANI AYAKTA TUTABİLİR Mİ?
Ölümle yaşam arasında gidip gelen Ahmet’in var olmasına, ayakta durmasına vesile yazdığı romandır. Bu eseriyle kendini temize çekeceğini düşünürken, bir yandan da günahlarından arınıp kendiyle barışacağını düşünür. Nihayetinde yönetmen bunu son dönemlerde dilimize pelesenk olan ‘helalleşmeyle’, kahramanı arındırır. Peki bu kadar kolay mıdır?
2004 yılında öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’la, 2009 yılında 9 yaşındaki Ceylan Önkol’la, Gezi'deki çocuklarla nasıl helalleşeceğiz? Elbette bu söylediklerimin filmle bir bağlantısı yok ama çağrıştırdığı apaçık ortada. Diyeceğim o ki yazar (Ahmet) mademki pis bir savaşın ferdiydi, buna şahit oldu, Gezi'de de olanları sadece penceresinden izlemekle yetindi, bari oradaki hukuksuzlukları, adaletsizlikleri, orantısız şiddeti görebilir biber gazının içinde kaybolup gitmeyebilirdi. Filmin derdi/meramı bu olmayabilir ama bu coğrafyanın kronikleşmiş, susan da konuşan da suçlu klişesini perdeye aktarabilirdi.
Oyunculuklara gelirsek, Ahmet (Nejat İşler) genelde ve yakın çekimlerde oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Serap (Funda Eryiğit), tuzu kuru bir beyaz yakalıyı yerine oturtamasa da tutkulu bir sevgiliyi kotarmış. Menderes Samancılar adeta coğrafyayla bütünleşip kaderini yaşayan bir Kürdün sessiz çığlığı olmuş.