AB, dış politikada Türkiye'yi ehlileştirmeye çalışıyor

Sinem Adar, Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirdi: AB'nin elinde Türkiye'ye karşı ekonomi dışında araç yok. Onu da dış politikadaki davranışı değiştirmek için kullanmaya karar vermişler.

Google Haberlere Abone ol

KÖLN - Geçtiğimiz hafta 25-26 Mart tarihleri arasında AB liderleri Türkiye özel gündemiyle zirve toplantısı yaptılar. Zirve sonrasında Konsey 11 maddelik bir bildiri yayınladı. Bildiride hem iş birliği ve diyalog mesajları yenilendi hem de yaptırım konusunun hala gündemde olduğu temkinli bir dille ifade edildi.

2020 Aralık ayında Türkiye'ye, yaptırımlar konusunda mart zirvesine kadar süre tanıyan AB liderleri bu sefer de önemli kararları ABD’nin Biden hükümetini arkasına alarak haziran ayındaki zirveye erteledi. AB ve ABD'nin özellikle dış politikada Türkiye’nin ehil adımlar atması için Ankara üzerindeki baskıyı sürdürecekleri belli oldu. AB’nin son zirve sonuçlarının Türkiye için anlamını, Ankara’nın dış politikada attığı geri adımların neden ve sonuçlarını, AB’nin önümüzdeki süreçte Türkiye politikasının nasıl devam edebileceğini Alman Güvenlik ve Politika Vakfı'nda (SWP) faaliyet gösteren Uygulamalı Türkiye Çalışmaları Merkezi'nde Araştırmacı Sinem Adar’la Gazete Duvar için konuştuk:

Avrupa Birliği’nin 25-26 Mart tarihleri arasında Türkiye ile ilgili yaptığı zirveden çıkan kararları Türkiye-AB ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sinem Adar.

Geçtiğimiz sene hem Ekim hem de Aralık ayındaki zirvelerden çıkan kararlarla büyük ölçüde örtüşüyor. Ekim 2020 zirvesinde açıkça ifade edilmese de AB Gümrük Birliği’nin modernizasyonunu üyelik müzakereleri çerçevesinden ayırmaya yönelik bir adım atmıştı ve Gümrük Birliği’nin modernizasyonunu Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de atacağı adımlara koşullandırmıştı. Aralık ayında da bu tutum devam etmişti. Geçtiğimiz hafta alınan kararlar Ekim ve Aralık ayı zirveleriyle paralellik göstermekle birlikte AB Ankara’ya hala ‘bekle ve gör’ durumunda olduğunun sinyalini yolluyor. Yani Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de geri adım atmış olmasından dolayı memnuniyetini ifade ederken Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konularında uzlaşmacı tavrının devam etmesi halinde özellikle ekonomik alanda işbirliği yapmaya açık olduğu mesajını veriyor. Etmemesi durumunda da AB’nin gerek kendi gerekse üye ülkelerin çıkarlarını korumak için elindeki enstrümanları bir baskı aracı olacak kullanmaktan çekinmeyeceği belirtilmiş. Tabii bu noktada AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell’in Türkiye’yle ilgili olarak hazırladığı öneri niteliğindeki rapor dikkat çekici. AB’nin Türkiye yönelik kullanabileceği baskı araçlarının çapı, yaptırımları da kapsayacak şekilde genişletilmiş. Listede AB Yatırım Bankası’nın ve diğer finansal kurumların faaliyetlerinin kısıtlanmasını da içeren AB ve Türkiye arasındaki ekonomik işbirliği alanlarının daraltılması ya da turizm sektörü dâhil ekonomiye yönelik atılacak adımlar ve enerji sektörüne yönelik muhtemel ithalat ve ihracat yasakları gibi maddeler var. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizin derinliği düşünüldüğünde AB Türkiye’yi ekonomik taahhüt ve baskı ihtimalleriyle dış politikada ehlileştirmeye çalışıyor denilebilir. Tabii unutmamak gerek ki zirveden çıkan kararlar hem mültecilere yönelik finansman desteğinin devam edeceğinin hem de Türkiye ile sınır kontrolü ve mültecilerin geri alımı konularında birlikte çalışmaya devam etmek istendiğini de vurguluyor.

Türkiye muhalefeti AB’yi sert adımlar atmamakla eleştiriyor. Ancak fasılların açılmıyor olması, üyelik müzakerelerinin durdurulması, Gümrük Birliği’nin yenilenmesi meselesinin askıya alınması zaten Türkiye’ye uygulanan mevcut somut baskılardı. Tüm bunlara belli kişi ve sektörlere yönelik yaptırım sinyalleri de eklendi. Bunun dışında AB daha ne yapabilir? AB’nin elinde başka enstrümanlar kaldı mı?

Türkiye’deki demokrat aktörler AB’yi insan hakları konusunda giderek artan baskılar ve hukuk devletinin tahribatı bağlamında kuvvetli bir eleştirel pozisyon almamakla itham ediyor. Bir anlamda da haklılar çünkü yukarıda söylediğim gibi Ekim 2020 zirvesinde AB hem insan hakları ve hukuk devletini direk ilgilendiren adaylık müzakereleri çerçevesini Gümrük Birliği’nin modernizasyonundan ayırmak yönünde bir tercihte bulundu hem de ilişkilerdeki koşulsallığı dış politikaya endekslendi. Bunda üyelik müzakerelerinin 2016’dan bu yana fiili olarak işlevselliğini kaybetmiş olması ve eş zamanlı olarak Türkiye’nin uluslararası norm ve hukuk ilkeleriyle örtüşmeyen ve oldukça cüretkâr bir kuvvet kullanımına dayalı dış politikası etkili oldu diyebiliriz.

Ekim ayında çizilen bu patikanın sınırları ve elindeki enstrümanlar bağlamında geçen hafta alınan kararlarla aslında AB Türkiye üzerindeki ekonomik baskıyı arttırmak yönünde çok da hafif olmayan bir adım attı. Burada sorulması gereken soru belki de şu: Üyelik müzakerelerinin çalışmadığı bir durumda AB’nin Türkiye üzerinde normatif bir baskı aracı kaldı mı? Bir ihtimal 2020’de işlevsel hale gelmiş insan hakları yaptırımları kullanılabilir. Ama Türkiye müzakere süreci donmuş olsa da hala AB’ye üye ülke statüsünde olduğu için bu yaptırımları kullanabilmek için teknik ve yasal olarak ne kadar geniş bir manevra alanı var, bilemiyorum.

Sonuç bildirisinde aday ülke ifadesinden özellikle kaçınılarak Türkiye’nin jeo-politik konumuna ve stratejik önemine vurgu yapılarak komşu ülke sıfatının tercih edildiğini görüyoruz. Bu ifadeyi AB’ne üye olmaya aday ülke pozisyonunda olmasına bir önem atfedilmiyor. Bu ilgiyi de görmüyor gibi görünüyor. Böyle yorumlamak doğru olur mu?

Katılıyorum, bütün süreç oraya doğru eviriliyor. AB-Türkiye ilişkilerinde hep inişli çıkışlı dönemler olmuştur. Bu da inişli dönemlerden bir tanesi ama diğer benzer dönemlerden farklı olarak buradan çıkış ne yazık ki çok kolay gözükmüyor. Gidişat üyelik müzakereleri çerçevesinin tamamen marjinalize edilmesi yönünde ve bu da dün başlamış bir süreç değil. Esasen 2013’ten beri devam etmekte denilebilir.

2013’te vize serbestisi için AB’nin Türkiye’ye bir yol haritası sunması, sonrasında yine 2013’te mültecilerin geri alınması anlaşmasını imzalaması gibi adımlar üyelik müzakeresi teknik çerçevesi dışında gerçekleşmiş. Keza bu süreçteki çok önemli bir nokta Kasım 2015 ve Mart 2016’da mülteciler ile ilgili olarak yapılmış işbirliği. Ancak teslim etmek gerek ki her ne kadar üyelik müzakereleri çerçevesine paralel olarak “al-ver” olarak adlandırılabilecek bir ilişki ve ilişkilenme biçimi 2013’ten beri gelişmekte ise de bu süreçte insan haklarına ve hukuk devleti normlarına vurgu azalsa bile yine de mevcuttu. 2020 Ekim zirvesi itibariyle demokratik koşulsallığın formel olarak olmasa da pratikte bir işlevi kalmadı demek yanlış olmaz. Türkiye’yle güvenlik ve ekonomik temelli bir işbirliği önceliği insan hakları ve demokratik temelli bir ilişkinin önüne geçmiş durumda. Ve belki şunu da söylemek gerek. Öyle gözüküyor ki Joe Biden’ın ABD seçimlerini kazanmasıyla insan hakları meselesinin öznesinin AB değil ABD olması oldukça muhtemel.

Yani Türkiye’nin içişlerine AB değil de daha çok ABD dâhil olacak gibi görünüyor.

Şu ana kadar elimizdeki veriler böyle bir durumun mümkün olduğunu söylüyor. Çok yakın zamana kadar ABD Türkiye’nin AB’nin üyesi olması için AB üzerinde baskı kuran aktörken ve demokratik koşulsallığı bu vesileyle AB’ye devretmişken bugün geldiğimiz noktada demokrasi ve insan hakları meselesinde ABD daha aktif bir rol oynama iddiasında diyebiliriz.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursulavon der Leyen ile AB zirvesi öncesi 19 Mart’ta görüştükten hemen sonra Ankara İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini beyan etti. Türkiye o kadar sert adımlar atıyor ve uzlaşmadan o kadar uzak ki gelinen bu noktada AB, Türkiye’yle insan hakları ve demokrasi temelli bir politika nasıl yürütebilir? Elinde kullanabileceği ekonomi dışında ne gibi araçlar olabilir? Ayrıca Türkiye’nin kendi demokratikleşme süreci için AB kendisini neden zorlasın?

Ekonomi dışında AB’nin elinde Türkiye’deki rejimi davranış değişikliğine itecek çok da fazla araç yok. Onu da dış politikadaki davranışı değiştirmeye öncelik verecek şekilde kullanmaya karar vermişler gibi görünüyor. Ancak yine de AB üyelik müzakereleri çerçevesinde aktarılan fonları tamamen kesebilir ki zaten bu fonlarda ciddi bir azalma halihazırda var. Geçen yıl kabul ettikleri insan hakları yaptırım paketini Türkiye özelinde de işlevsel hale getirebilir. Türkiye ve AB arasındaki Erasmus programlarını iptal edebilir. Ama bunları yaptığında kimi cezalandırıyor sorusunu da sormak gerektiğini düşünüyorum. Eğer buradaki hedef Türkiye’yi yöneten iktidar bloğunun davranışını değiştirmekse bu araçlar davranış değişikliğine yol açar mı? Bence bu cevabı kolay bir soru değil.

Ancak silah ambargosu ve ihracatına getirilebilecek kısıtlamalar ile kişilere yönelik yaptırımlar etkili olabilir. Tabii bir de meselenin söylemsel boyutu var. Kınamanın bir adım ötesine geçecek sembolik bir duruş, Türkiyeli demokrat aktörlerin AB’nin iddia ettiği üzere demokratik ilkeler ve normlar temelli bir kurum olduğuna dair giderek zayıflamakta olan inancını yeniden diriltebilir. Bir de tabii altının çizilmesi gereken bir diğer nokta şu: Demokratik bir Türkiye AB için sadece ilkesel bir mesele değil aynı zamanda bir çıkar meselesi. İstikrar devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde demokratik normlardan daha önemli kabul edilebiliyor. Ancak Türkiye’nin kendine has ekonomik, siyasi ve sosyal koşulları itibariyle otoriter rejimin stabilize olamadığını gözlemliyoruz. 

ABD başkanı Joe Biden’ın Ankara ile doğrudan bir görüşme yapmamışken Türkiye’nin tartışılan konular arasında birinci maddede yer alan AB zirve toplantısına katılmasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Biden’ın başkan seçilmesiyle değişik üye ülkelerdeki siyasi aktörler AB’nin Biden yönetiminde ABD-Transatlantik ilişkileri yeniden güçlendirmeye hazır ve istekli olduğu yönünde mesajlar yolladılar. AB ve ABD’nin tekrar birlikte çalışmaya başlaması ihtimali tabii ki Türkiye’yi de direkt ilgilendiriyor. Keza aralık ayındaki zirve kararlarını birçok uzman AB’nin Biden yönetiminin ne yapacağını görmek için zaman kazanmak adına somut kararları Mart ayına ertelediği yorumunu yapmıştı. Sadece Türkiye özelinde değil genel anlamda Biden yönetimi ve AB arasında Transatlantik ilişkiler ve NATO genelinde bir işbirliği dönemine girdik. Biden’ın toplantıya katılması ABD’nin hem AB’ye bir iyi niyet mesajı hem de Türkiye ve Rusya’ya mesajı olarak yorumlanabilir.

Bu yıl Eylül ayında Almanya’nın genel seçimleri var. Merkel artık başbakan olmayacak. 2022 yılında da Fransa seçimleri var. Macron Türkiye’nin seçimlere müdahale etmesinden duyduğu endişeyi dile getirdi. Belki Almanya’da da böyle bir endişe vardır bilemiyorum. Bu açıklamayı nasıl değerlendirirsiniz? Gerçekten Türkiye’nin böyle bir gücü var mı?

Macron’un gerek Erdoğan gerekse Türkiye ile ilgili çıkışları ve söylemlerini Merkel’in söylemleriyle karşılaştırdığımızda ciddi bir fark görüyoruz. Macron yüksek oktavdan konuşmayı ve zaman zaman provokatif sayılabilecek açıklamalar yapmayı seviyor. Bu bağlamda Fransa iç siyasetinin de etkisiyle Türkiye’yle ilgili olarak da kuvvetli bir dil kullanmaktan çekinmiyor. Almanya’da durum daha farklı. Türkiyeli siyasi aktörlerle karşılıklı bir atışma içine girmekten imtina ediniliyor. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Burada siyasetçilerin kişisel farkları kadar, iç siyaseti dinamikleriyle ilgili bir durum da var. Fakat bunun yanında 2016’dan itibaren AB içerisinde tarihsel olarak Türkiye’ye daha ılımlı yaklaşan üye ülkeler gözünde dahi Türkiye’nin gerek AB ilişkilerinde gerek NATO ile olan ilişkilerinde gerekse AB’nin güney mahallesi denilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki faaliyetleri bağlamında problem yaratan bir aktör olduğu yönünde bir algı var. Almanya’yı ele alalım. Ekonomik ve sosyopolitik sebeplerle Türkiye’ye ılımlı yaklaşmış bir ülke olmasına rağmen son iki senede Türkiye’ye dair algısında bir değişiklik var. 

Türkiye belli ki Biden’ın Amerikan seçimleri kazanması ve Türkiye’deki ekonomik krizin daha da derinleşmesi sebepleriyle, 2016’dan beri sürdürdüğü esasen kuvvet kullanımına dayalı dış politikasında limitlerine ulaştı. Geçtiğimiz beş sene içerisinde hem ikili ilişkileri hem de NATO, AB gibi devletler üstü organizasyonlarla ilişkileri ciddi anlamda tahribata uğradı. Esasen dış politikasındaki cüretkâr ve öngörülemeyen savrulmaların da bu tahribatla birebir ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Aslında hem muhalif kesim hem de hükümet zaman zaman AB’yi iki yüzlülükle suçlar. Siz ne düşünüyorsunuz AB ikiyüzlü mü?

Neticede AB bir devlet nasıl davranırsa öyle davranıyor. Yani birliğin genelinin ve üye ülkelerin çıkarlarına zarar vermeden ya da en az zararı verecek şekilde Türkiye’deki mevcut iktidarla mümkün olduğu kadar ilişkileri koparmadan yürümeye çalışıyor. Burada tezat oluşturan ya da kafaları karıştıran durum, çıkarlar doğrultusunda atılan adımların demokratik norm ve ilkelere dair bir iddiası olan bir kurumun normatif duruşuyla örtüşmüyor olması. Bunun da en önemli sebebi Türkiye’nin hala resmi olarak üye statüsünde bir ülke olması. Yoksa örneğin çok az kişi AB’yi örneğin Mısır ya da Suudi Arabistan gibi demokratik teamüllerden son derece uzak otoriter rejimlerle çalıştığı için eleştiriyor. Bununla beraber altının çizilmesi gereken bir nokta çıkarları demokratik ilkelerin önüne koymak suretiyle otoriter devletlerle yapılan işbirliklerinin bilerek ya da bilmeyerek bu devletlerin ömrünü uzatabileceği ya da meşruiyetini sağlamlaştırabileceği meselesi. Ki bunun en iyi örneklerinden birisi Türkiye ile AB arasında Kasım 2015 ve Mart 2016’da, Güney ve Doğu Anadolu’daki Kürt il ve ilçelerinde aktif bir çatışma durumu devam ederken, yapılmış göç işbirliğidir. Türkiye’nin otoriterleşmesi 2018’de başlamış bir süreç değil. 

Almanya’nın AB dönem başkanlığı sonrası Türkiye ile olan ilişkiler nasıl ilerleyebilir?

Üye ülkeler içerisinde Almanya Türkiye’yi esasen kapasitesi yüksek bir pazar olarak görüyor. Bunun yanı sıra Avrupa’nın en büyük Türkiyeli diyasporasının Almanya’da ikamet ediyor olması sebebiyle Türkiye ile olan ilişkiler Almanya için bir iç siyaset meselesi. Öte yandan Fransa Türkiye’yi özellikle dış politikasında stratejik bir rakip olarak görüyor. Keza Fransa’nın 2020’nin ortasından itibaren Türkiye’yi çok kuvvetli bir şekilde eleştiriyor olmasının ana sebeplerinden birisi Türkiye’nin Libya savaşına müdahil olmasıdır. Dönem başkanlığı 2022’de Fransa’ya geçecek. Türkiye için çok kolay bir dönem olmayabilir.

Türkiye’de yönetim yöntem olarak varlığını krizlerle güçlendirmeyi tercih ediyor. Uzun zamandır bunu dış politikada yapıyordu. Ancak şimdi Yunanistan’la istikşafi görüşmelere başladı, Libya’da geri adım atıyor vs. Türkiye’nin dış politikada atacak adımı kalmadı mı? Şimdi Ankara’nın dış politikası daha belirli daha anlaşılır bir yola girer mi?

Türkiye’yi yönetenler 2016’dan itibaren giderek askerileşen dış politika konusundaki eleştirilere
“Türkiye masada kendisine yer açmak için bu yolu tercih etti” argümanıyla karşılık verdiler ve veriyorlar. Gerek 2020 Kasım ayı ABD seçim sonuçları, gerekse giderek derinleşen ekonomik kriz dış politikada Türkiye’nin elini ciddi anlamda bağlayan iki önemli faktör. Üst sınırlarına ulaşmış bir dış politikayla karşı karşıyayız. Tercihler yüzünden değil ancak mecburiyetler yüzünden dış politikada geri adım atan bir Ankara var. Devlet kurumlarının tahribatı, kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması ve liyakat ilkesinin erozyonu geçtiğimiz 5 senede Türkiye’nin diplomatik ve siyasi yetisi ve kapasitesine ciddi şekilde zarar verdi ve bu hasarı onarmak çok kolay değil.

Kolay olmadığı bozulan ilişkileri onarmaya yönelik Mısır’dan İsrail’e değişik ülkelere atılan adımlara gelen ya da gelemeyen yanıtlarda göze çarpıyor. Biden hükümeti iktidara geleli 4 ay oldu ve henüz başkanlar düzeyinde bir iletişim kurulmadı. Biden hükümeti Mart ayının başında ulusal güvenlik strateji raporunu yayınladı. Hemen onuna ardından dışişleri bakanı Blinken de dış politika vizyonunu açıkladı. Her ikisinde de otokratik rejimlerle mücadele yeni ulusal güvenlik stratejisinin bir maddesi olarak belirlenmiş durumda. Bu Türkiye’nin dış politikadaki mecburiyetini arttıran bir değişken olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde AB’nin Türkiye’yi ekonomik taahhüt ve baskı yöntemiyle ehlileştirme çalışmaları da. Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikada tabiri caizse geri adım atması mecburiyetlerin zorladığı taktiksel bir hareket.