AB 'göçtü'
AB’nin Göç Paktı’nı uygulamaya koyması, Türkiye’nin mülteci ve sığınmacıların geri yollandığı bir “biriktirip postalama” noktası olması statüsünü tescilliyor. Diğer bir deyişle, şu an Yunanistan’ın üzerindeki yük de Türkiye’ye yıkılacak. Türkiye, iyiden iyiye, geri yollanan mülteci ve sığınmacıların “biriktirildiği” ve ardından da, kendisinden de sınırdışı edilmek üzere bekleyenlerin, insani dramlarının yığıldığı bir “dış kamp merkezi” olacak.
Avrupa Birliği, sonunda merakla beklenen yeni göç “belgesini” açıkladı. Normalde 30 Eylül’de açıklanması beklenen AB Komisyonu’nun “Göç Paktı”nın açıklaması, 23 Eylül’e çekildi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in ifadesine göre açıklamanın öne çekilmesinin sebebi, Yunanistan’nın Midilli/Mytilini Adası’ndaki “meşum” Moria Mülteci Kampı’nı yok eden yangın.
Hatırlanacağı gibi, 8 Eylül akşamı son derece kötü koşulların hakim olduğu Moria Kampı’nda yangınlar başlamış ve geceler boyu tekrarlamıştı. Sonuçta, yaklaşık 13 bin mültecinin barındığı kampın tümü kullanılmaz hale gelmişti. Bu kadar çok insanın barınaksız kalmasına sessiz ve tepkisiz kalmak, AB’nin yeni göç stratejisinin ilkesel ana dayanakları olarak lanse edilen “Dayanışma ve Sorumluluk” kavramlarına her bakımdan ters düşecekti. Dahası, orijinal olarak “Türkiye” gündemi ile toplanacak AB Konseyi Özel Komisyonu normalde 23-24 Eylül’de gerçekleşeceğinden, Göç Paktı ile ilgili tartışmaların o toplantı ile çakışmasından endişe edildi. Malum, AB Konseyi Özel Toplantısı, 1-2 Ekim’e ertelendi.
Ancak yine de, henüz üzerinde bir mutabakata varılıp varılmayacağı belli olmayan “Göç Paktı”nın alelacele sahneye sürülmesinin asıl sebebi, Moria’daki yangın.
Herhalükarda, mülteciler ve göç konusunun AB için 2015’ten bu yana ne kadar “hayati” bir mesele haline geldiğini düşünürsek; yeni “Göç Paktı”nın açıklanması da oldukça büyük bir olay. AB’nin gelecek rotasının, dış ilişkilerden iç işleyişin dinamiklerini belirleyen temel düzenlemelerin belirleneceği önümüzdeki dönemde, göç gibi Avrupa’nın “ruh halini” belirleyen bir konuda nasıl bir yönelim benimseneceği oldukça önemli.
Öncelikle, 2015’teki “Mülteci Krizi”nden beri, göç konusunda AB liderleri ve ülkelerinin yaklaşımları arasında “dağlar var”. Göç konusunun kendisi üzerinde “asgari minimumda” anlaşmak bir yana, bu konunun yarattığı görüş farklılıkları nedeniyle bölünme ve hatta hizipleşmeye savrulmak da, AB’yi kurumsal olarak yıpratıyor.
Bir yanda, Yunanistan ve İtalya gibi, mültecilerin ve göçmenlerin ilk giriş yaptığı, tüm AB’nin yardımcı olmasını talep ettiği sorunlarla boğuşan “kriz noktaları” var. Öte yanda ise, Macaristan ve Polonya gibi, göç konusunun ülkenin “başlıca meselesi” haline getirildiği ve AB ile “mültecilerle ilgili yük paylaşımı” konusunda işbirliğine gitmeyi kesinlikle reddeden taraflar...
“Göç Paktı”, ne zaman nasıl “Göç Mutabakatı”na dönüşebilecek? İşte, bu bahsettiğim bu “ikilikten” ötürü biraz netameli bir konu: Yunanistan+İtalya gibi göçten birinci derece etkilenenler ve Macaristan+Polonya gibi asıl etkilenen onlarmış gibi davranan “göçfobik” ülkeler arasındaki ayrı gayrılıkların aşılması, iki yakanın bir araya gelmesi oldukça zor.
Tabii, bir de işin şu boyutu var: 2015’ten beri AB-Türkiye ilişkilerinin “Mülteci Meselesi”ne indirgendiğinden yakınıp duruyoruz-demek ki, aslında “Göç Paktı”nın ilgilendirdiği başlıca taraflardan biri Türkiye.
Peki; AB’nin, Türkiye ile de ilişkilerini şekillendiren başlıca konu olan “göç” konusundaki yeni politikaları nedir?
Öncelikle, “Göç Paktı”nın üç ana aksı var:
Birincisi, AB dış sınırlarından (ki bu konunun başlıca ilgilendirdiği Türkiye oluyor) tüm girişlere sıkı “ön kontrol” getirilmesi. AB Komisyonu, Birlik sınırlarından içeri adım atan tüm “izinsiz göçmenleri” sıkı bir ön kontrolden geçirecek. Ön kontroller, “sağlık”, güvenlik” alanlarını kapsayacak. Ön kontrolün, kişilere AB’den sığınmacı veya mülteci statüsü verilmeyeceğinin kararlaştırılması sürecini çok kısaltacağı iddia ediliyor; amacı da bu. Bu da, demek ki; örneğin, Türkiye’den Yunanistan’a sığınmacı olarak geçen birinin ön kontrolü geçememesi, Türkiye geri iadesinin hızlanması demek.
İkincisi, Pakt’ın temel ilkesel ve yapısal dayanakları olarak sunulan “Dayanışma” ve “Sorumluluk” mekanizması. Bunun meali ise şöyle: Göç konusundan coğrafi bakımdan uzak olan ülkelerin, mülteci ve/veya sığınmacı kabul etmek istememeleri durumunda, maddi bakımdan veya somut biçimde “geri dönüşlerin” (sınırdışıların) gerçekleştirilmesine destek olmaları. Yani, gene Türkiye’den Yunanistan’a geçecek bir sığınmacının “ön kontrolü” geçememesi halinde, göçmen istemeyen Macaristan gibi bir ülke, ya sınırdışıya maddi destek verecek veya güvenlik personeli gibi insan kaynağı sağlamak yoluyla sürece katılacak.
Üçüncü temel aks, “geri dönüşler” meselesine ağırlık verilmesi. AB verilerine göre, her sene 370 bin mülteci/sığınmacı başvuru dosyası incelenip “red” kararı veriliyor. Ancak, yaklaşık 120 bin kişi, AB sınırlarından sınırdışı edilebiliyor. AB, çözüm olarak yeni bir görevlendirmeye yapıyor: Üye ülkelerin ulusal temsilcileri ile bir ağ oluşturarak çalışacak bir “AB Geri Dönüş Koordinatörlüğü” yapısı oluşturuluyor.
AB’nin “Göç Paktı” görüldüğü üzere, daha ziyade “Göçememe” ve “Geri Postalama” Mutabakatı oluşturmayı hedefleyen bir belge.
2015’ten beri geçerli olan ve işlemeyen yaklaşım, AB ülkeleri gönüllü olsunlar olmasınlar, belli kotalara göre mülteci/sığınmacı kabulü yapmaları yönündeydi. Almanya’nın savunduğu ve ileri sürdüğü bu yöntem, Polonya ve Macaristan başta olmak üzere Orta ve Doğu Avrupalı üye ülkelerin muhalefeti ile karşılaşmıştı.
Pakt’ın resmen AB politikası haline gelebilmesi için 27 üye ülkenin liderleri tarafından onaylanması gerek.
Öte yandan, Macaristan ve Polonya’dan şimdiden yeni Pakt’a da itiraz gelmeye başladı: O cenahtan gelen ilk açıklamalar, “AB sınırlarının tamamen mülteci/sığınmacılara kapalı” hale getirilmesi gerektiği yönünde. Buna karşılık, mülteci ve sığınmacılar alanında çalışan sivil toplum örgütleri ise, “AB’nin Macaristan ve Polonya gibi konuya zenofobik yaklaşan ülkelerin çizgisine yenildiğini” belirtiyor-ki, Pakt’ın “geri yollama” odaklı genel havasına bakınca hiç de haksız değiller.
Sonbahar, Avrupa Birliği için önemli sınavlarla başlıyordu: Öncelikle, AB’nin gelecekte nasıl şekilleneceğinin tartışılacağı büyük toplantının ne zaman nerede yapılacağı belirlenecekti. “AB’nin Geleceği Konferansı”nın akıbeti hâlâ belirsiz. Göç konusunda mutabakata varılması da, “geleceğin taşlarını döşeyen” yolda çok önemli bir dönüm noktası idi.
Eğer bu Pakt konusunda anlaşmaya varılamazsa, AB için ciddi bir kurumsal yenilgi olacak. Bununla beraber, anlaşmaya varılması ve AB’nin Göç Paktı’nı uygulamaya koyması, Türkiye’nin mülteci ve sığınmacıların geri yollandığı bir “biriktirip postalama” noktası olması statüsünü tescilliyor. Diğer bir deyişle, şu an Yunanistan’ın üzerindeki yük de Türkiye’ye yıkılacak. Türkiye, iyiden iyiye, geri yollanan mülteci ve sığınmacıların “biriktirildiği” ve ardından da, kendisinden de sınırdışı edilmek üzere bekleyenlerin insani dramlarının yığıldığı bir “dış kamp merkezi” olacak.
Türkiye’den insan hakları ihlalleri konusunda kendisine çekidüzen vermesi de beklenmeyecek, çünkü kendi içinde hak ve özgürlüklere önem vermeyen bir ülke olması, AB’nin de iyice işine gelecek. Mülteci ve sığınmacılara yönelik hak ihlalleri; örneğin canhıraş sınırdışılar yapıldığında, “Türkiye’nin iç işi” denecek.
Dahası, AB’nin yeni Göç Paktı, sadece Türkiye’de değil, Libya’da da benzer bir mekanizmanın işlemesine neden olacak: Türkiye’nin Libya ile olan yoğun angajmanı düşülürse, mülteci/sığınmacı konusu o taraftan da önemli bir meselemiz olacağa benzer.