Acı biber reçeli
Her tür şiddete zemin hazırlayan bol acılı toksik aşk anlatısına düşmeye o kadar da meyyal değil artık kadınlar. Aşk acıdan çok yaşama yakın duruyorsa, gelsin. Kendilerini gerçekleştirmek, yaşamak, yaşamak, yaşamak istiyor kadınlar.
Acı ve tatlı aynı anda damağa ve dimağa yayılıyor ve ikisi de olduğundan daha güçlü hale geliyor. Bazı Uzakdoğu soslarını ve biberli çikolatayı andırıyorsa da hâlâ çok da yerli. Kesinlikle bir birliktelik bu, yine de acıyı ve tatlıyı ayrı ayrı hissedebiliyorsunuz. Garip bir "biz" olup "ben" kalabilme durumu. Reçel formunda metafor yapmışlar sanki. Hemen, "hayat gibi işte" dedirtiyor tabii. Beraber kahvaltı yaptığım birbirinden güzel ve güler yüzlü Hataylı kadınlardan biri “siz bunu ne güzel yazarsınız” diyor, “bilmem ki şimdi ‘İncir Reçeli’ gibi olmasın diyorum” filmi kastederek. Bu reçel işleri ağdalanmaya çok müsait, klişesi kendinden. Gülüşüyoruz. Yaratıcı mutfağıyla gastronomi şehri seçilen Hatay’ın bu şahane mamulünü hemen bağrıma bastım, dönerken çantamda bir kavanoz biber reçeli vardı. Şekerli olmasa ben bunu bir günde yerim, şimdi azar azar tüketiyorum.
Reçelin ismi de, “aşk reçeli”. İkili bir konuşmada gülüştüğümüz bir konu da acı reçelin hemen aşka yakıştırılmış olmasıydı. Gerçi evrensel yanı da var aşkı acıyla bitiştirmenin ama bizde normali bu. Küçüklükten beri izlediğimiz her şeyde aşkın gözyaşı, sevincinden önde. Mutlu anlardan toplasan iki fragman ya çıkar ya çıkmaz. Ağlama kısmı da daha çok kadınlara düşüyor tabii. Ama artık kadınlar bu halle eskisi kadar barışık değil, diyeyim. Pek kimse bir tutam bal için bir kavanoz biber yutmaya gönüllü değil. Hayat zaten çok zor, kafa kaldırmıyor.
Tomris Uyar çok sevdiğim bir yazısında, her şeyin sarktığı bir toplumda aşkın da sarkmasının doğal olduğunu söylüyor. "Saydığı kadınla sevişmeyi doğru bulmayan, seviştiği kadını saymamayı ilke haline getiren erkekler arasında yaşıyorsanız, içinizdeki aşk tohumundan vazgeçmeyi deneyebiliyorsunuz. Çiçekleri suluyor, kedileri doyuruyor, kitap okuyorsunuz. Aşkı çalışmanıza taşıyorsunuz. Biraz kırık-dökük, biraz kısır bir dünyada yaşamayı, ilişkiyi yozlaştırışıyla kişiye dehşet veren, serüvensiz bir dünyada yaşamaya yeğliyorsunuz" diyor. "Dünyayla flört ediyorsunuz. Ki yaşamak, hiç durmaksızın flört etmek değil midir?” Onca esere, parlak donanımına rağmen adı hep büyük şairlerle yaşadığı aşklarla anılan yazar söylüyor bunu, iyice mühim.
Yine de bir vazgeçiş yok ne o yazıda, ne de kadınlarda. Kadınlar aşk ve duygu alanını ısrarla terk etmiyor ve bu iyi bir şey, hayatın yalnız biberi değil, “tuzu” da burada çünkü, kadın biliyor. “Canım çok sıkılıyor, ‘aşk olsun’ diyorsunuz.” Geçmişten farklı olan, kadınların hayatlarına da giderek daha çok sahip çıkması. Aşk uğruna her şeyi ellerinin tersiyle itme fikrinden biraz uzaklaşmış olmaları. Her tür şiddete zemin hazırlayan bol acılı toksik aşk anlatısına düşmeye o kadar da meyyal değil artık kadınlar. Aşk acıdan çok yaşama yakın duruyorsa, gelsin. Kendilerini gerçekleştirmek, yaşamak, yaşamak, yaşamak istiyor kadınlar.
Çok güzel yapıyorlar bunu hem de. Geçtiğimiz hafta boyunca hem sevgili Onur Bütün’ün aylar süren müthiş özenli çabasının ürünü olan atölye buluşmaları hem de Eğitim Sen Hatay Şube Kadın Meclisi’nin konuğu olarak gittiğim Hatay gezisinde kadınlarla yaptığım sohbetler umutlarımı artırdı. Onca iş güç, hayat gailesi arasında okumaya çok samimiyetle vakit ayıran, okuduklarını tartışan, düşündüğü gibi yaşamaya çalışan, akla gelebilecek hemen hemen her konuda dayanışmayı başarabilen kadınlarla tanıştım. Dakika başı fırlayan dolar kuru ensemizde, kadın cinayetlerinin kâbusu her yerde, sinirler bozuk, iletişim hiç bu kadar zor, hayat hiç bu denli kaydıraklı, çıngıraklı bir hal almamıştı sanki. Hayatın bunlardan ve bir de, İstanbul’dan ibaret olmadığını görmek çok güzel oluyor bazen. Onur Bütün’ün “feminist okumalar” atölyelerine yirmi farklı şehirden katılan kadınlar da, Hatay’da sohbet edebildiğim her kadın da hem içimi hem ufkumu açtı.
“İnsan sevilmek için yazar, sevilemeden okunmuş olur, yazarı yazar yapan kuşkusuz bu durum farkıdır” diyor Barthes. Üniversite yıllarından beri kafamı çok meşgul eden bu söze bir yazımda şu biçimde değinmiştim: "Yazarın esas işi ve beklentisi, bebek gibi, dolaysız haz, anında sevilmek değil. O olsa olsa harika bir bonus. Yazar niye yazar? Bunun pek çok tarifi var. Bana göre kendisinin bile hâkim olamadığı hakikate sözcüklerle bir köprü kurabilen biri, bir tür elçi olarak var. Bazısı çizer, bazısı şarkı söyler, bazısı cümleler atlasını daha iyi kullanır. Hepimiz o ele avuca sığmaz hakikati bir yerinden tutmaya çalışırız. Bunun önünde bin engel vardır. ‘Zamanın ruhu’, geldiğimiz ve olduğumuz, aktığımız yer, engeller, korkular, korkularımız. En az korkan, en iyi yazmaz ama kendi korkusunu bile en ‘dokunabilir’ biçimde malzeme yapabilen belki en çok okunur, evet. Sıklıkla yanlış, arada bir durmuş saat gibi tam da doğruyu söyleyen? Zamanın ruhunu olduğu gibi, ya da onun ötesinden söyleyen? Hepsinin bir tür değer olarak algılanması mümkün.
Hayatındaki en önemli dilimi sevmek, sevilmek, gezmek, dans etmek, uçmak, düşmek için değil, şöyle ya da böyle yazmak için kullanmış biri olarak diyebilirim ki, hayır, insan sevilmek için yazmaz. İçindekini önce bir çıkarmak, sonra bu durdurulamaz olanı iyice bir işlemek, bununla mümkün olduğunca çok insana dokunmak ister. Her durumda da, anlamak, anlatmak ve anlaşılmak... Yazar, bunun için yazar.”
İşte “sahici okur”la kurulan ilişki, bu teması hem mümkün hem de olabildiğince zenginleştirici hale getiriyor. Okur da yazarı “okuyor”, öğrenmek aslında karşılıklı oluyor. Ve eninde sonunda ortaya çıkan, çok değerli türden bir sevgi oluyor, ne güzel. Bir buçuk günde Selda ve Sevilay’la birlikte beni yüzlerinden gülümsemeyi bir an eksik etmeden söyleşilerden sıkıştırılmış şehir turuna taşıyan Güneş, Çiğdem ve Cansu, keşke adlarını tek tek sayabilsem dediğim tüm diğer kadınlar, kalbimde iz bıraktı. Bu buluşmada tevazuya dair çok övgü işittim, bana göre esas benim karşılaştığım katıksız bir tevazu ve paylaşma arzusuydu. Güzel bir şehirle ve bunca güzel insanla tanışmak içimi tazeledi. Yazar kendini okurdan okur. Teşekkür ederim.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI