Acı kuskus
Yaşananlar bu kez Paris banliyösünde değil Fransa’nın liman kenti Sète’de geçiyor. Eski yıllarda göç etmiş, otuz beş yıl çalıştığı tersaneden ayrılmaya zorlanan Süleyman alacağı tazminat ve banka kredisiyle hurda bir gemiyi lokantaya çevirme hayali kurar.
Costa Gavras’ın “Z (Ölümsüz)” (1969) filminin bitişini asla unutmam…
Akan yazıda gözler filmde emeği geçenlerin adlarını boşuna arayacaktır. Çünkü, Yunanistan’da-Albaylar Cuntası tarafından yasaklananların listesi akar…
Örneğin yasaklanan şunlar ard arda okunur: Euripides, Marc Twain, Sofokles, Tolstoy, uzun saç, mini etek, sendika özgürlüğü, grev, Rus usulü kadeh kaldırma, Ionesco, Sartre, Çehov, Beatles, Socrates'in eşcinsel olduğunu yazmak, Albee, Pinter, basın özgürlüğü, sosyoloji, Beckett, Dostoyevski, modern müzik, barış eylemi, pop müzik, modern matematik ve eski Yunancada ‘Yaşıyor’ anlamına gelen “Z” harfi…
“Z (Ölümsüz)” filminde Yunanistan'ın adı geçmez, ama anlatılan solcu milletvekili Gregoris Lambrakis’in hükümetçe yönlendirilen sağcı çetelerce öldürülmesi ve sonrasıdır. Film başladığında şu sözler okunur: "Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler rastlantısal değildir. Her şey KASITLIDIR.” Film Oscar ödülü kazanmıştı, ama albaylar cuntası devrilinceye kadar Yunanistan'da -ve bir on beş yıl ekleyelim Türkiye’de- gösterilememişti. Ki aynı cunta filmde canlandırılan savcıyı, yani yıllar sonra Cumhurbaşkanı olacak Christos Sartzetaki’yi görevden almış, hapse atmış, işkence yapmıştı…
“Z (Ölümsüz)” filmi yanı sıra, sonrasında izleyebildiğim İtiraf, Sıkıyönetim, Missing (Kayıp), Amen gibi Gavras filmlerine, bir başka ve 2022 yılı yapımı Gavras filmi daha eklendi, ama oğul Gavras, Romain Gavras’ın yönettiği ve yakın zamanda gördüğüm “Athena” filmi. Yükselen İslamofobi, yabancı düşmanlığının gölgesindeki banliyö semtleri, sosyal konutlarda (HLM) yaşayan, polisçe öldürülen birinin kardeşi-diğerlerinin can dostu için adalet isteyen isyancı gençlerin sonu kötü biten savaşımı. Etkileyici bir öykü, ‘diyasporik’ bir film.
Mathieu Kassovitz’e yirmi sekiz yaşında Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü getiren “La Haine / Protesto” ve oyuncularının çoğu hikayesi anlatılan banliyöden seçilen “City Of God” gibi filmlere bir ‘saygı duruşu’ filmi olarak adı geçen “Sefiller / Les Misérables” (2019) sonrası “Athena” geldi… Romain Gavras başkaldıran gençleri, biri polis, öldürülen küçük kardeşleri nedeniyle düşmanlaşan kardeşlerin çatışmalarını, şiddet ve öfkenin tüm kente yayılan ateşini ultra uzun/plan-sekans çekimlerle filme aldı. “Modern bir Yunan tragedyası” denilebilecek “Athena”, son dönem Fransız politik yaşamını etkileyen film oldu. İlki “L'affaire Dreyfus/Dreyfus Davası” (1899) filmiydi. Yapımcısı Méliés yakın tarihin olaylarını dekor ve oyuncularla yeniden oluşturarak filmler çekmişti, olaylı, skandallı Dreyfus Davası bu anlamda başarılıydı, 1950’ye kadar yasaklı kaldı.
“Yaşam Bizimdir / La vie est a nous” (1936) Fransız Komünist Parti’sinin yapımcısı olduğu, yükselen faşizm tehlikesini haber veriyordu, yasaklandı, otuz üç yıl sonra gösterilebildi. Jean-Luc Godard imzalı Cezayir bağımsızlığına ve yapılan işkencelere değinen “Küçük Asker / Le Petit Soldat” (1963) yasaklandı. Gillo Pontecorvo’nun Cezayir Savaşı (1966), evet Fransız değildi ama Fransa’da yasaklandı. Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi örgütünün, Fransız ordusu ile savaşımını, yine işkenceyi anlatıyordu… Daha yeni yıllara doğru gelirsek, Costa Gavras’ın “Amen” filmi var (2002). Gerçek kişilikleri canlandıran bir SS subayı ile Vatikanlı Cizvit papazının yahudilerin yaşadığı mezalimi durdurma, geride kalanları kurtarma amaçlı savaşımı, asıl önemlisi Vatikan’ın bu soykırıma kayıtsızlık/sessizliğini anlatıyordu. Filmin afişini bahane ederek Fransız aşırı sağı-Le Pen’ciler, Vatikan tepki gösterdi, hatta afişi duvarlara asılamadı.
“Athena”ya gelince Fransız sağcı politikacı Gilbert Collard -tabii ki o bir sözcü-, gösterimine tepki verenlerin başında geliyordu. Filmi iç savaş tehlikesinin habercisi olarak karalayıp provokasyon yaptı. Filmin başta Collard’ı ve temsil ettiği sağ politikadakileri ürkütecek denli sahiciliği Romain Gavras’ın 2005 yılında, yaşadığı o bölgedeki ayaklanmalarla ilgili bir belgesel (365 jours à Clichy-Montfermeil) çekmiş olmasından da kaynaklanıyordu.
“Athena” onun yakın gözlemi ve bu deneyiminden yararlanarak ortaya çıkmıştı; Romain Gavras’ın kamera-gözü bir buçuk saat boyunca ayaklanmaların içinde -izleyiciyi koltuğuna çivileyerek- dolaşıyordu. Nerede? Paris banliyö sosyal konutlarında, öncesinde Kuzey Afrika’dan gelenlerin, işsiz-yoksul-altta kalanların, filmdeki gibi işlerin çığırından çıktığı dünyasında… Konu ‘kalbe dokunsa da’, açlıkla-yemek kültürüyle uzaktan yakından ilgili değildi. Ama yakından ilgili bir filmin adını verebilirim:
“La Graine et le mulet/Balıklı Bulgur” (2005) hem göçmenlik-fakat ‘içselleştirmeyi’ fazlasıyla başararak- hem yemek kültürüne, her ikisine dokunan bir hikâyeye sahip…
Yönetmeni Tunus asıllı Fransız sinemacı Abdelatif Kechiche, ki hatırlanırsa hüzünlü bir büyüme/aşk hikayesi “Mavi En Sıcak Renktir” filmiyle Cannes‘da Altın Palmiye almıştı. “Balıklı Bulgur” filmi de Fransız sinemasının aynası gösterilen filmlerden, ama bulguru ‘kuskus’, balığı da ‘sarıgöz’ kefal olarak anlamanızı isterim. Kuskus ise, bilindiğince Tunus, Fas, Cezayir gibi ülkelerin kültürel mirası, özellikle ailelerin bir araya geldiği günler ya da kutlamaların vazgeçilmez yemeği.
Yaşananlar bu kez Paris banliyösünde değil Fransa’nın liman kenti Sète’de geçiyor. Eski yıllarda göç etmiş, otuz beş yıl çalıştığı tersaneden ayrılmaya zorlanan Süleyman alacağı tazminat ve banka kredisiyle hurda bir gemiyi lokantaya çevirme hayali kurar.
’Kuskuslu Balık’ Süleyman’ın yaşamının bu hassas yeni döneminde çevresindekilere, ayrıldığı eşi, biri evli kızlarına ve sevgilisine yakınlaşma yolunun simgesi olacaktır. Gemi-restoran açma fikri kuşkusuz para kazanmaya da uygundur, ama Süleyman daha çok yaşadığı hayal kırıklıkları, değersizlik, başarısızlık duygusunun üzerini örtmek için bu kararı almıştır.
Süleyman ailesine gerçeği açıklar: “-Fransız istemiyorlar artık…İhtiyarları istemiyorlar, göçmen işçi tercih ediyorlar!”.
Fransız vatandaşı da olsa Süleyman “Ramazanda sıcak bir buluşma yeri haline getireceğiz… Topluluğumuzun bir araya gelip fikirleri, kültürümüzü paylaşıp yemek yiyeceği bir yeri yok bu kentte. Ve elbette topluluğumuz dışındaki insanlara da açık olacak…” açıklamalarına karşın, kasıtlı önüne konan bürokratik engelleri aşamayacak, hayal kırıklığına uğrayacaktır. Üstelik kendisine bir süre sonra aynı yere bir gemi yanaşacağı için orada uzun süre kalamayacağı da açıklanmaz.
Süleyman’ın kuracağı yeni hayata inanmayanların arasında sadece banka, belediye yetkilileri değil, alaycı gülümseyişleri ile ailesi, çevresindekiler de vardır. Ama Süleyman projesini gerçekleştirmenin bir yolunun elinde avucundakileri harcamak pahasına, içlerinde bürokratların, yetkili kişilerin de olduğu yaklaşık yüz kişiye ‘ziyafet vermek’ olduğuna inanmıştır.
Tabii ki canlı müziğin de olması gereken bu davette müzisyen arkadaşları armağan olarak o gece çalmayı kabul edeceklerdir.
Davette başlangıçta her şey yolunda giderken, pişen ve evden gemiye taşınacak kuskus kazanının Süleyman’ın damadının aşk kaçamağı için kullandığı otomobilin bagajında unutuluşu olayların gidişini değiştirir. Kuskusun ‘acılaşacağı’ yeni bir hikâye başlar.
Otomobile ulaşmak mümkün olmayınca yeniden kuskus pişirtmek için mopediyle yaptığı ve bu arada kızının aldatılma gerçeğini de öğreneceği kısa yolculuk tıpkı Vittorio De Sica’nın ünlü filmi “Bisiklet Hırsızları”ndaki gibi, ama bu kez bisiklet değil, çaldırdığı mopedin nefes nefese peşinden koşarken geçirdiği kalp kriziyle sona erer. Süleyman gemiye dönemeyecek, kuskus asla gelemeyeceği için ‘kuskuslu balık’ da servis edilemeyecektir.
Film için, “‘Balıklı Bulgur’ hayata benzeyen film değil, filme benzeyen hayat…” denilmişti (Télérama).
En iyisi Brecht’in şiirindeki gibi, (Bir yuva değil, bir sürgün yeri olur ancak/ Kabul edildiğimiz ülke bize) hangi ülke ve kentte olurlarsa olsun bu insanların sürgünlüklerinin hiç bitmeyeceğini düşünürsek, ilk fırsatta yapılıp, sofraya konacak kuskuslu -bulgurlu- balık bu dertli, tasalı yaşamın bir an için belki derin solunacak ‘oksijeni’ olarak hayal edilebilir.
Sanırım Fransız sağı pek de beğenilen “Balıklı Bulgur” filminin kendilerine sessiz, güçlü bir tokat attığının farkına varamadı.
“Z (Ölümsüz)” filmindeki akan yazılara -günümüzde de birçok ülke/rejimde eklenmeye devam ediliyor- “La Graine et le mulet/Balıklı Bulgur”u da eklemek umarım akla gelmez…
——————————-
Kuskuslu levrek
(İki kişilik)
1 su bardağı kuskus
2 su bardağı sıcak su
1 çay kaşığı zerdeçal, tuz, karabiber
2 yemek kaşığı zeytinyağı
1 yemek kaşığı tereyağı
1 adet sarımsak
Yanında
1 adet levrek (fileto)
2 adet havuç (dilimlenmiş)
1 adet kabak (dilimlenmiş)
1 çay kaşığı tuz, karabiber, toz kırmızı biber
3 yemek kaşığı tereyağı
Yağları tencereye alın, sarımsağı atın ve kısa sürede çıkarın, Kuskus, zerdeçal, tuz ve baharatları tencerede bir iki tur çevirip su ekleyin, ara ara karıştırarak pişirin. Ayrı bir kapta havuç ve kabakları tuz ekleyerek haşlayın. Bu arada tuz, karabiber serptiğiniz balığı tereyağında kızartın. Demlenen kuskusu, pişirilen balıkları, haşlanmış sebzeleri tabağa alın, üzerinde toz kırmızı biberle eritilmiş tereyağı gezdirin.