Açık hava 'kistch müzesi'
Bu tür heykeller absürtlükleri ile bizleri çoğunlukla kızdırmaktalar ama bir yandan da, hadi itiraf edelim, gizliden eğlendirmekteler. Yani bunlar karşısında iki duyguyu aynı anda yaşamaktayız.
Türkiye’nin yoğun ve sancılı ekonomik ve siyasal gündeminde önümüze defalarca düşen bir mevzu, estetik beğeniden nasibini almamış, ilk bakışta çirkin denebilecek heykeller. Bu zincire bir yenisi eklendi, Diyarbakır Belediyesi’nin kente diktiği, içine çocuk yerleştirilmiş dev Diyarbakır karpuzu ile. Anlaşılan sadece Diyarbakır’da değil, tüm Türkiye’de benzerleri bir belediyecilik hizmeti sayılmaya başladı. Aralarında neler yok ki, 70 metre yüksekliğinde Kütahya vazosu şeklinde kule, üzerine çatal saplanmış İnegöl köftesi, kocaman bir elin tuttuğu Amasya elması, göle yoğurt çalan devasa Nasrettin Hoca heykeli ve daha niceleri.
Diyarbakır’da her sene karpuz festivali yapılır; en büyük, en ağır (50-60 kilo) karpuza birincilik ödülü verilmesi ve içinin oyulup küçük çocukların oturtulması bir gelenektir. Böylesine canlı ve eğlenceli bir geleneğin kaba çizgilerle sınırları çizilmiş ve dolayısı ile anlamı hapsedilmiş bir heykel ile temsil edilmesi tam bir gereksizlik, tıpkı benzeri heykeller gibi.
Bu tür heykeller absürtlükleri ile bizleri çoğunlukla kızdırmaktalar ama bir yandan da, hadi itiraf edelim, gizliden eğlendirmekteler. Yani bunlar karşısında iki duyguyu aynı anda yaşamaktayız. Zaten güçleri bu duygu karşıtlığından, bu duygu atışması içinde onları anlamlandırmakta zorlanmamızdan geliyor. Yoksa her biri bu kadar gündem olmazdı.
O zaman bu iki duyguya, kızma ve eğlenme ya da asıl haz almaya sırası ile bakalım.
Tüm sanat alanları biçimlerden önce bu biçimlere anlam veren kavramlar, tasarımın temel araçları olan soyutlamalar, metaforlar, metonimiler ile çalışır. Önce izlenimler, anlamlar, kurgular vardır, sonra bütün bunlar bir biçime tekabül ederler. Ancak burada bahsedilen heykellerde böylesine bir düşünme, kavrama süreci yaşanmadan, soyut düşüncenin alanına uğramadan, “karpuz eşittir karpuzdur” diyen bir anlayış söz konusu.
Soyut düşünceyi imha ederseniz hayatı anlamlandıracak araçlardan yoksun bırakılırsınız. Artık kalın çizgiler ile düşünceniz basit, kaba, çirkin biçimlerin içine hapsolmuştur. Hal böyle olunca, gündelik, somut gerçekler zihinleri felce uğratır, insanları düşünemez kılar. Bunların yerini hayatın içini dolduran bir sürü iş-güç-geçim dertleri alır. Ödenmesi gereken faturalar, iş yerindeki uzun mesailer, her gün trafikte geçen boğucu saatler, evdeki aile sorunları, hatta bozuk musluk ya da akıtan çatı bir uğultu olarak zihinleri doldurur.
Bütün bunların bir adım ilerisi ise beka sorunu olur. Kendinizi dış ve iç mihraklar karşısında sürekli bir savaş ve tehdit duygusu içinde bulursunuz. Düşman değişir ama iktidar her defasında yeni bir düşman yaratır. Hep tedirgin yaşamaya başlarsınız zihninizdeki uğultu ile.
Bu kurgu soğuk gerçeklikte demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi soyut kavramlara yer yoktur. Demokrasi ve özgürlük sadece sözdedir ve eşitlik en fazla karpuzun eşitliğidir.
İşte bizi gündelik hayatımızın zorluklarına hapseden bu biçimlere kızgınlığımız bundandır. Öfkemizi somut bir nesneye yöneltmek en kolayıdır tıpkı bizden olmayanlara, Kürtlere, Ermenilere, LGBTİ bireylere ya da yabancı devletlere…
Gelelim bunlar karşısında alınan o gizli hazza ve eğlencesine.
Bu heykeller sosyal medyanın en eğlenceli konuları arasında yer alıyorlar. Her biri, “bu kadar da olmaz artık” dedirtecek derecede insanı şaşırtıyorlar. Herkes, bu absürtlükleri “banal”, “bayağı”, “rüküş”, “ucuz” olarak niteliyor, altına iki satır zeki yorum yazılıyor ve sonrasında hemen unutuluyorlar, yerlerini bir başka “bu kadar da olmaz”a bırakana kadar.
Bu noktada devreye kitsch kavramı giriyor.
Kitsch’in “sanat olmayan sanat” (kare şeklindeki üçgen gibi bir oksimoron), “kitlesel ve popüler kültüre dayalı totaliter rejimlerin sanatı”, “güzel olan şeylerin reddi ve çirkinliğin asalet kazanması”, “konformizme ya da kolaycılığa dayalı var olma biçimi” ve “gündelik olanın sıradan görünümleri” gibi sayısız tanımı bulunur ve bunların hiçbiri de yanlış değildir.
Sıradanlık, bizleri kurallara uyan cici çocuklar yapar. İçinde bulunduğumuz anın içine sıkışırız ve bu bizim tek gerçeğimiz olur. Ancak konforumuz bozulmadığı sürece de hiçbir şeye itiraz etmez, ehlileşiriz. Adını bir türlü tam koyamadığımız sıkıntının yerini ise, ister beğenelim ister beğenmeyelim, kitsch ile doldururuz. Böylelikle sıradanlığımıza anlam katıp, kendimizi özel hissedip, başka bir yere yerleştirir ve kitsch ile aramıza mesafe koyarız.
İşte kitsch aradaki bu mesafedir, kendimizi sıradan olmadığımıza inandırmamızın sonu konformizme varan rahatlığıdır. Konformizm ise bireysel değil toplumsaldır, kaynağı ise iktidardır. Totaliter rejimler tam biat ister, sadece biçimde değil, düşünce ve duygularda da. Devletin sanatı yok ettiği yerde kitsch başlar ve beslendiği yer toplumun bilinçdışıdır.
Kitsch, politik bir eylemdir. Kitlelerin ortak duygularına hitap eder, onları çocuksulaştırır ve iktidar karşısında aciz kılar. Milan Kundera’nın dediği gibi “insanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinden kurulabilir ve bunu çok iyi bilen politikacılar açıkta bir fotoğraf makinesi gördüler mi, hemen en yakın çocuğun yanına koşarlar, havaya kaldırırlar ve yanağından öperler.”
Bu görüntünün bilinçdışımızda bir karşılığı var. Dil öncesi, henüz toplumun sembolik düzenine dâhil olmadığımız bir döneme ait bir imgedir bu. Her şeyin daha kolay ve sorunsuz olduğu, ebeveynlerimiz tarafından her an korunduğumuz konforlu bir dönemin imgesi. Dile gelemeyen, içimizde en derinlerde beliren bu duyguyu tüm toplum ile aynı anda hissederiz. Kitsch’i banal ve bayağı yapan, bu anlık yakalanıştır.
Toplumun normal, uyumlu, üretken bireylerden oluşmasını kitsch sağlar; bireysellik, özgürlük ve yaratıcılık bu sayede bastırılır. Kitsch, bayalığı, banallığı temsil ederken, güzelliği dışlar. Çünkü güzel olanı istemek bir irade gerektirir. Bu da toplumun içinde bulunduğu koşullara kuşku ile bakmasını, sorgulamasını ve eleştirmesini gerektirir ki, hiçbir totaliter rejim bunu izin vermez.
Onun için kitsch’i sevin, bize çocukluğumuzu hatırlattığı için ve kitsch’ten nefret edin, bizi totalitarizm karşısında çocuksulaştırdığı ve konformizmin nesneleri haline getirdiği için.
Yazıyı çok beğendiğim bir öneri ile bitireceğim.
Akademisyen Kutsal Doğan, Twitter’da içinde çocuk olan karpuz heykeli ile ilgili şunları yazdı.
“Bir gün Türkiye bunlar ve benzerleri heykelleri yapan ve güzel zanneden zihniyetten kurtulacak. O zaman bu heykelleri atmayıp hepsini tek bir müzede toplamak lazım. Deli gibi ziyaretçi çeker. Kült olur o müze. Dünyanın her yerinden insan akar.”
Evet, bugün Türkiye bir açık hava kistch müzesine dönmüş durumda ve gerçekten de ilerde bu “eserler” çok değerli olacaklar, bir dönemin haletiruhiyesini anlamak için.