Acılarımızı da sevinçlerimizi de ödünç verir misiniz?
Ortak acılarımızı, tasalarımızı, mutluluklarımızı ve gurur kaynaklarımızı ödünç verelim mi birbirimize? Yeni senede bir değişiklik yaparak her birimiz kendi mikro-kozmosumuzdan başlayarak duygudaşlık oyunu oynayalım mı? Ve bunun için de tüm kutuplaşma eğilimlerimizi ve yankı odalarına hapsoluşlarımızı bir kenara bırakalım.
Altını çizdiği bir kitabı birine verirken çekinirmiş büyük şair Turgut Uyar: “Sanki yaralarımı teslim ediyormuş gibi, sanki 'bak benim buralarım çok ağrıyor' der gibi” diye düşünürmüş.
Peki ya ortak yaşantılarımızda altını çizdiğimiz yaralara, ağrılarımıza, sızılarımıza veya başkalarının başarılara verdiğimiz tepkilere ne demeli? Birbirimize emanet edebiliyor muyuz yaralarımızı, gururlanmalarımızı, yoksa hep bir “ama” mı alıkoyuyor bizi?
Düşününce çok uzun zaman geçmiş gibi geliyor üzerinden. Kadına yönelik erkek şiddetinin önlenmesinde temel belgelerden biri olan İstanbul Sözleşmesi’nden, toplumun geniş yelpazesinin tepkisine karşın, Mart 2021’de çekilmiştik. Peki o günden bu yana yaşadığımız kırgınlık ortaklaştı mı?
Kadın hakları savunucuları bu sözleşmedeki kazanımları sonuna kadar korumak için mücadelelerine devam ediyorlar. Peki duyduk mu meydanlarda, konferans salonlarında, medya demeçlerinde altını çizdikleri satırları, ses verdik mi onların haykırışlarına?
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu verilerine göre 2021 yılında 367 kadın öldürülürken, 2008-2021 yılları arasında 3 bin 719 kadın katledilmiş. Ortaklaştık mı bu trajediye? Yoksa “gecenin o vakti orada ne işi varmış?”, “kadın haliyle erkeğe kafa mı tutmuş” mu dedik? Çevremizde duygusal ve fiziksel şiddet gören tanıdıklarımız, dostlarımız oldu. Peki ne kadar koruyabildik onları? Siper olduk mu bu acımasız şiddete? Yaralarını teslim ettikleri kitaplara sahip çıktık mı?
Tunceli’den Hollanda’ya uzanan başarı öyküsünde geçtiğimiz günlerde Hollanda’nın yeni Adalet Bakanı olan 45 yaşındaki Dilan Yeşilgöz’ün gözlerindeki o haklı gurur halen gözümün önünde. Peki bu başarı hikayesini alkışladık mı?
Hollanda’da Başbakan Mark Rutte liderliğinde oluşturulan yeni koalisyon hükümetinde Türkiye kökenli iki kadın bakanın görev alacağı haberi karşısında insan olmanın gereğini koyduk mu ortaya?
“Sözde ben bir insan olmaya geldim, serimi meydana koymaya geldim” mi dedik, yoksa Yeşilgöz’ün eski demeçlerini ortalığa serip bir anda yeni günah keçileri mi yarattık medyanın gündelik vitrinlerinde?
Kendi lüks yaşantılarından ödün vermeyip başkalarını soğan ekmek veya yarım simit yemeğe layık görenler oldu. Türkiye’nin yaşadığı yüksek enflasyon halini 100 yıl öncenin Almanya’sıyla kıyaslayanlar da... Bu zorlu dönemde açlıkta, yoksunlaşmada, yoksullaşmada ortaklaştık mı, sokaktan topladığı kağıtlarla akşam evine 70 lira götürmek için dev gibi çekçeklerin altında ezilen çocukları gördükçe bu adaletsizlik karşısında haykırdık mı? Yoksa günü ve statüyü kurtarmaya mı adadık tüm iştahımızı?
Günlük vaka sayısı 55 bine ulaşmışken ve koronavirüs varyantları çocukları da etkilemeye başlamışken çevrimiçi eğitime geçilme ihtimali karşısında evimizdeki taşınabilir bilgisayar sayılarıyla mı övünmekle yetindik? Yoksa dezavantajlı gruplardan tanıdığımız birine, kapıcımıza veya gündelikçimize, evde kullanılmayan bilgisayarı vererek veya maddi destek sağlayarak çocuğunun dijital uçurumun kurbanı olmasını önledik mi?
Küçük kızlarıyla poz veren tütülü babalar akımına bakıp yüzümüze kocaman bir gülümseme kondurduk mu, yoksa toplumsal cinsiyet rollerine dair dipsiz tartışmaların içinde mi kaybolduk? Neşenin safını mı seçtik yoksa ebedi mutsuzluğun ve griliğin mi?
Geçtiğimiz günlerde Rize’nin İkizdere ilçesinde yapımı süren taş ocağına karşı mücadele eden İkizdereli kadınlar, 2021’in “Yılın Kadınları” olarak seçildi. Kimisi çocuk yaşta evlendirilmiş, çoğu muhtemelen ilkokul terk köylü kadınların, birçoğumuzun gösteremeyeceği bir cesaretle ekoloji ve yaşam hakkına dair mücadelesi hakkında amasız, fakatsız neler düşündük fildişi kulelerimizde görece konfor içerisinde yaşarken?
Resmi enflasyon rakamlarının yüzde 30’ların üzerine tırmandığı, alım gücümüzün giderek eridiği, her geçen gün daha da fakirleştiğimiz bir ortamdan geçiyoruz. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) son raporuna göre her on kamu çalışanının altısının hane geliri yoksulluk sınırı altında.
Tam da bu dönemde Ankara Büyükşehir Belediyesi 192 bini aşkın aileye hane başı 500’er TL’lik doğalgaz desteği yaparken, 100 bine yakın ailenin su faturasını öderken bu sosyal belediyecilik örneğini takdir ettik mi, dayanışma ruhuna ortak olduk mu? Yoksa Sn. Mansur Yavaş’ın muhalefet oylarıyla seçilen bir belediye başkanı olması bizim tüm toplumsal farkındalıklarımızın önüne mi geçti, her şeyi perdeledi mi?
Geçtiğimiz ay 88 yurttaşımız artan alkol fiyatları sonucu yöneldikleri sahte alkol tüketimi nedeniyle hayatını kaybederken, sigara ve alkol grubundan alınan ÖTV’ye yeni gelen yüzde 47’lik zam karşısında neler hissettik? Ortak kitabımızda hangi cümlelerin altını çizdik?
Bunu bir yaşam tarzı meselesi olarak görüp “zaten içmesinler, zararlı mı” dedik, yoksa empati duvarlarımızı yumuşattık mı? Bunun dezavantajlı gruplarda alkolden de ucuz olan bonzai ve benzeri sentetik uyarıcıların kullanımını ve buna bağlı ölümleri tetikleyeceğini fark ettik mi? Yoksa gözyaşlarımız sadece kent merkezlerinde parlak ışıklar altındaki filtreli yaşantılara değen nazarlarla mı sınırlı?
2021 yılı boyunca 1361 doktor Türkiye’yi terk etmişken ve bunun ardında ağırlıklı olarak sağlıkta şiddet ve ağır iş yükü gerekçe olarak gösterilirken, hastanede bizi veya bir yakınımızı sağlığına kavuşturan doktorun, ona yardımcı olmak için 36 saat uykusuz mesaisini sürdüren hemşirenin yorgun ama şefkatli gözlerinin içine bakarak bir çift güzel söz söyledik mi?
Son on yılda ülkemizden 5 bin 285 doktor yurtdışına giderken, pandeminin ilk yılında sekiz binden fazla doktor istifa ederken, bu sene yurtdışında çalışmaya giden doktorlar açısından kaydedilen rakam –ve çoğu da yeni mezun- gerçekten kendi başına çok anlamlı ve trajik. Ardındaki ağır mesajı, dört haneli beyin göçü dalgasını yüreğimizde hissettik mi?
Sözün özü, tüm bu soru işaretlerinin labirenti bizi entelektüellik tanımına çıkarıyor. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük kamusal entelektüellerinden biri olarak kabul edilen Edward Said’e göre, entelektüelin görevi belli bir kesimin çektiği zorlukları daha geniş bir insani bağlama taşımak ve bu durumu da başkalarının zorlukları ve acılarıyla ilişkilendirmekti.
Sahi, ortak acılarımızı, tasalarımızı, mutluluklarımızı ve gurur kaynaklarımızı ödünç verelim mi birbirimize? Yeni senede bir değişiklik yaparak her birimiz kendi mikro-kozmosumuzdan başlayarak duygudaşlık oyunu oynayalım mı? Ve bunun için de tüm kutuplaşma eğilimlerimizi ve yankı odalarına hapsoluşlarımızı bir kenara bırakalım.
Birbirimize altı çizili kitaplarımızı vermekten artık çekinmeyelim, çünkü bilelim ki empati yoksunluğu dilsizlikten ortaya çıkar. Birbiriyle konuşan, dertleşen, doğru iletişim kuranlar birbirinin acılarını da başarılarını da kalplerinde duyumsar. Tunceli’den çıkan Hollanda’nın bakanı da, İkizdereli cesur köylü kadın da, bilgisayarı olmadığı için çevrimiçi dersten geri kalan çocuk da, ülkeyi çaresizlikten terk eden hekim de vicdanlarımızda altı çizili olarak kalabilecek mi?