Acımak
Gündelik yaşamda duygularımızı ifade ederken onun nasıl yaralayıcı olabileceğini çoğu zaman fark etmiyoruz. Bize oldukça insani gelen pek çok duygu ifadesi, güç ilişkisine dönüştüğünde, lütuf içerdiğinde veya kendi cömertliğimizi göstermenin bir yolu olarak devreye girdiğinde sorunlu bir hâl alıyor.
Sosyal medyada, yüzü çamurlu, sümüğü akmış, ayakkabısı delinmiş çocuk fotoğrafları, üzerinde acıma içeren cümlelerle nesne gibi akıp duruyor gözümüzün önünden. Ne çocuğun haberi var nesne olarak değerinden ne de acıma duygusunu belirtenin yaptığı işten. Acımak, ilk bakışta gayet insani bir duygu gibi değerlendirilebilir. Ancak birine acıyarak bakmakta rahatsız eden bir yan vardır, bu bakışı bedeninde hissedenin ne düşündüğü üzerine kafa yorduğumuzda işler biraz karışabilir. Çünkü acıma, kendi konforlu alanından vicdanını temizlemek anlamına gelebilir, edilgin bir duygudur. Ayrıca, bu hissi belirtmek, acınan durum için yapılabilecek olan üzerine düşünmemektir çoğu zaman, bu nedenle acıma duygusuyla baktığın yoksulluğun, sefaletin nedenlerini görünmez kılmayı içerir. Yukarıdan bir bakışı da imleyebilir. Çünkü bu duygunun sebebi senin dâhil olmadığın bir nedendendir. Ama bir şey yapmamayı da o vicdan dediğin şeye yediremezsin, bundan dolayı da hem dışarıda kalıp hem de erdemlice görevini yerine getirmeyi umarsın.
Sabahattin Ali’nin 'Ayran' öyküsündeki Küçük Hasan’ı hatırlayalım, bu öykü acıma duygusunu sonuna kadar hissettirir okura. Evdeki bir keçiden sağdığı sütle yaptığı ayranı, yakınlarda bulunan tren istasyonunda satarak bir kara ekmek alıp annesine ve kardeşlerine götürme çabasındadır Hasan. Sabahattin Ali, çocuğu öyle bir tarif eder ki yüreğiniz sızlar, yine ayran satmaya gittiği bir gün soğuk havada, kar
yağarken istasyonda bekleyişi ve kararmış, buz gibi havada dönüş yolunda hissettiği korku içinizi burkar, acırsınız hâline “soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgârdan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu”(1) diye ifade eder durumu anlatıcı. Bu öyküde anlatılanlarda acıma duygusu belirgindir, içinize işler Hasan’ın çaresizliği ama bir öykü karakteri için bir şey yapamazsınız, en fazla duygulanır diğer öyküye geçince de unutursunuz çünkü dâhil değilsinizdir o hayata. Bu durum sorunsallaştırma çabasına girdiğimiz acıma duygusuyla da ilişkilenir. Okurken, Hasan neden bu kadar fakirdir diye düşünmeyiz çok fazla, anlık bir duygulanma ile okuruz, seyirci konumunda bulunuruz ki Sabahattin Ali de metinde bahsetmez bunca sıkıntının, yoksulluğun nedeninden.
'Duygular Sözlüğü'nün acımak bahsinde şöyle diyor: “Merhamet, bir başkasının acısına dâhil olma isteğini içerse de acıma, daha ziyade bir izleyici aktivitesidir. Yunanlılar için acıma, bir güç asimetrisi ima ediyordu: Acıyanlar, aynı zamanda salıverme, bağışta bulunma, affetme kapasitesini elinde tutuyorlardı.”(2) Bu anlamda düşününce acıma, yukarıdan bir bakışı, gücün sende olduğunu belirtirken aynı zamanda seyirci konumunu da hatırlatıyor, tıpkı 'Ayran' öyküsünü okuduğumuz zaman olduğu gibi. Ayrıca, acırken acıma yaratan duruma değil, maruz kalana çeviririz yüzümüzü. Çünkü bakışımızı nedene yönelttiğimizde irade göstermemiz, değişmesi için bir şeyler yapmamız gerekir ama bunu istemeyiz ve seyirci kalmayı seçeriz. Böylece, duygumuzu, maruz kalan kişiye yöneltmiş oluruz, hem vicdanen kendimizi iyi hissetmiş hem de duyarsız kalmamış oluruz. Bu ikircikli durum acımanın sebebini görünmez kılarken bakışın yönünü değiştirir. Örneğin; en başta bahsettiğimiz yoksul çocuk fotoğraflarına bu hisle verdiğimiz tepkide, afili cümlelerle ifade edilen yoksulluğun, asıl sebebi sistemin çıkmazlarıyken, biz yönü saptırırız çünkü romantize eden bakış hakikati gizler. 'Duygular Sözlüğü'nde şuna da dikkat çekilir: “Başkasının acısına tanıklık etmek zor olabilir, çoğumuzda acımanın eksik kalmasının sebeplerinden biri de kendimizi güvenli bir mesafede uzakta tutmamız. Belki de gereken fiziksel desteğin büyüklüğü gözümüzü korkutuyor ve kendimizi bir gözyaşıyla avutup geçiyoruz. Belki de, başkasının kırılganlığı ve fiziksel hastalığı bize itici geliyor, kendi başımıza geldiğini düşününce baş edemediğimiz bu şeyleri başkalarında görmeye dayanamıyoruz…” Bu cümlelerde de doğruluk payı olabilir, gözyaşı döküp geçmek kişisel olarak bizi rahatlatabilir ama “başkasının acısını görmeye dayanamama” ve “kendi başımıza geldiğini düşünmenin” üzerinde durulabilir. Burada bir rahatlama vardır ve bu da bencilce bir yan içerir, kendimizi başkasının düştüğü olumsuz durum üzerinden arındırma, bizim başımıza gelmediği için şükretme hâlinde yine kendi konfor alanımızın derdindeyizdir. Burada elden bir şey gelmemesinin sıkıntısından çok kendimiz aynı durumda olmadığımız için minnet duyarız.
Acıma duygusu çetrefilli, şu da söylenebilir, “Başkasına acımanın nesi kötü, ben gayet insani davranıyorum” ama mesele bundan daha karmaşık. Bakışın “beyazlaştığı” bir noktada durduğumuzda, acımayı bir lütuf, cömertlik olarak sunduğumuzda sıkıntı başlar çünkü acıma duyduğunuz öznenin hislerinin, sizin nesneniz hâline geldiği duruma gönderme yapar bu. Çekilen acıyı alırız, onu kendimize mal ederiz, orada olan şey artık acıma duyduğumuz öznenin başına gelen değildir, onu sahneden çıkartmış oluruz, o artık bizim üstün vicdanımızın gösterisinin bir parçası olur. Nicanor Parra’nın bir şiirinde bahsettiği gibidir durum: “Fotoğrafçıları, sefaletin ortasında küçük bir mabet inşa etmeye çalışırken ve mümkünse melankolik bir ayakkabı boyacıları da olsun isterler…” Fotoğrafçının sahnesini tamamlamak için çektiği ayakkabı boyacısı imgesi gibi, sadece vicdan sahnemizi tamamlayan bir şeye dönüşür bu nedenlerle bazen acımak. Burada, ayakkabı boyacısının yaşamı değildir onu değerli kılan, onun hissettirdiği melankoli veya acıma duygusudur. Acıma bir temsile dönüşür, sosyal medya çağında ise artık gösterinin bir parçasıdır, bu duygunu ne kadar hissettirirsen, durumun sebebi değildir artık orada olan, sensindir. Bu da çoğunlukla farkında olmadan bu konuda gerçekleştirdiğimiz performanslarımızdan sadece biridir bana kalırsa.
Tüm bunlar, değerleri yeniden yorumlama çabasına girişen Nietzsche’yi akla getirir. Bu çaba insanın tüm “ahlaklılık” gösterisinin altında yatanları da görmenizi sağlar. Böylece, acıyan ve acınan arasındaki ilişki biçimini sorgulayabiliriz. Nietzsche “acımayı” olumsuzlar ve şöyle söyler Zerdüşt; “ Ah, acıyanlar arasında görülenlerinden daha büyük budalalıklar var mıdır şu dünyada? Ve yine dünyada acıyanların budalalıklarından daha büyük acı veren bir şey olmuş mudur?”(3) Acıyanlar neden budaladır, çünkü acıyanın derdi acıdığından çok kendisiyledir, kendi cömertliğini sunmak ve bundan haz almak ister. Acıyanların sesinin çoğunlukla kendi rahat alanlarından yükseldiğini duyarız ve o sesi duyulur kılmak çabasını da hissederiz. Herkes onun ne kadar iyi yürekli olduğunu görsün isterler, benlikleri sonuna kadar onaylansın. “Bak fakir çocukları giydirdim, sokakta üşüyen çocuk vardı mont aldım, kadın çöpten yemek topluyordu fotoğrafını çektim, yazık!” Bundaki ikircikli yan yine Nietzsche’nin 'Zerdüşt’ünün şu cümlesinde karşılık bulur: “Acıyan biri olmak istiyorsam eğer, böyle adlandırılmak istemem; ve acıdığımda da, bunu uzaktan yapmayı yeğlerim.” “Acıyan biri olmakta” sorun görülmeyebilir ama bunu yukarıdan bir ilişki biçimiyle ortaya koyduğumuzda sıkıntı başlar ki bu biraz dikey hayırseverlik durumunu hatırlatır, “uzaktan” yaptığında yani acımayı kendin için işlevsel kılmadığında bu dayanışma ilişkisini çağrıştırarak eşit bir ilişki biçimine çevrilebilir. Bu da Nietzsche’nin şu cümlesini çağrıştırır: “Ama ben armağan eden biriyim: Seve seve armağan ederim bir dost olarak dostlara. Yabancılar ve yoksullar ise yemişi benim ağacımdan kendileri koparmalılar: Böylesi daha az utandırır.” Bu durumda acınan kişinin hisleri gözetilir, kendiliğinden gelişen yardımlaşma ve armağan ilişkisi eşitsiz, yukarıdan bakışı iptal eder.
Gündelik yaşamda duygularımızı ifade ederken onun nasıl yaralayıcı olabileceğini çoğu zaman fark etmiyoruz. Bize oldukça insani gelen pek çok duygu ifadesi, güç ilişkisine dönüştüğünde, lütuf içerdiğinde veya kendi cömertliğimizi göstermenin bir yolu olarak devreye girdiğinde sorunlu bir hâl alıyor. Bu duyguların ikircikli yanlarını fark edersek, eşit ilişki biçimleri üzerine konuşabiliriz. Yoksa acımak gibi duygular asıl sorunu, yaşanana maruz kalanı görünmez kılmaya ve nedenler üzerine düşünmenin önünde engel olarak durmaya devam edebilir.
Çünkü bizim derdimiz açlıktan karnı şişmiş Afrikalı çocuğun içimizi acıtan imgesiyle değil, bunun sorumlusu olan kapitalist düzenin eşitsiz, yağmacı politikalarıyla.
Dipnotlar:
- “Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle, Tren Geçti”, s. 61, İstanbul: Metis Yayınları.
- Smith, T., W. (2018), “Duygular Sözlüğü ‘Acımadan Zevklenmeye’, s. 32-33, (Çev. Hale Şirin), İstanbul: Kolektif.
- Nietzsche, F. (2011), “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, s. 108-109, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI