Acının şifresi: 2 Temmuz

Birbirimize daha yakın duruyorsak, bu kültürü paylaştığımız için. Acının kültürünü! Acının kültürüyle biçimlenmiş bir hayat yaşıyoruz. Behçet Aysan’ın dediği gibi: “Yaşıyoruz işte, yok başka cehennem"

Google Haberlere Abone ol

“2 Temmuz” artık yalnızca bir tarih değil, birçok “şey”dir. Örneğin, insanlığın bir kısmının kendine ihanet ettiği bir dönemin adıdır. Kötülüğün, karanlığın ve acının şifresidir. Bir insanlık ayıbından, bir toplumsal vicdansızlıktan, kalleşlikten, cehaletten, karanlık fikirlerin toplamından oluşan bir yumağın çağrışımıdır. Bütün bu uğursuz çağrışımların yoğunlaşmış anlamıdır.

“2 Temmuz” ifadesi, duyduğumuzda, gördüğümüzde, okuduğumuzda tüylerimizi ürperten, korkunç, gerçeklerden yapılmış bir insanlık macerasının adıdır. Kullanmaktan korktuğumuz bir kavramdır. Bir değer ölçütüdür. Bir yanımızı elimizden alan yangındır. “Cehennemin öteki adı”dır. Bu ad, birçok arkadaşımın, dostumun, kardeşimin katledildiği karanlığın da adıdır. Bunlardan biri Metin Altıok, dostum, ağabeyim, arkadaşım, 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta yobazlar tarafından yakılan Madımak Otel’deydi. Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri’nde şiir okumaya gitmişti. O gün ağır yaralandı. Ankara’ya getirildi. Kurtarılamadı ve 9 Temmuz 1993 günü aramızdan ayrıldı. Binlerce kişi, “Kavaklar” şiirini/şarkısını okuyarak, yakamızda fotoğrafla, Ankara Maltepe Camii'nden sonsuzluğa uğurlamıştık. Dünyanın yaşayan en önemli felsefe insanlarından olan İoanna Kuçuradi de en önde yürüyordu. Gözleri ıslaktı. Yol üstündeki evlerin pencerelerinde insanlar ağlıyorlardı. Hani Gülten Akın, “İnsanların vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyordu ya, işte Metin Altıok o gün o “ince şey”di. O gün insanlar durup anlamışlardı onu. Evet, acının şairi değil, acının ta kendisiydi. Ah, Sivas’taki o zavallılar, o insanlar (bunu zor söylüyorum, çünkü eni konu bize benziyorlar) kimin/kimlerin canına kıydıklarını bir anlayabilseler, bir an için bu mümkün olsa, ne yaparlar acaba?

Metin Altıok, 9 Temmuz 1993 günü aramızdan ayrıldı. Binlerce kişi, “Kavaklar” şiirini/şarkısını okuyarak, yakamızda fotoğrafla, Ankara Maltepe Camii'nden sonsuzluğa uğurlamıştık. 

“…
Bilici hadi söyle beni bekleyen ne?
Suya bak, aleve sor, göçebe rüzgârı dinle.
Yeni bir kente gideceğim burdan
Ne uğurlayan olacak beni,
Ne orda karşılayan güvermiş bir sevinçle

Ben eski bir çakalım,
Kovuldum taşlandım bunca sene,
Suç bende değil, bildiğim yok
Anımsanırım nedense
Hep karanlık çökünce…
(Metin Altıok, Küçük Tragedyalar)”

Biz şimdi seni karanlık çökünce değil, hep nerede kör edici bir ışık görürsek, hatta bir alev görürsek anımsıyoruz. Zaten hiç unutmuyoruz ki! Tıpkı Behçet Aysan’ı, Asaf Koçak’ı, Uğur Kaynar’ı, Asım Bezirci’yi, Menekşe Kaya’yı ve diğer canlarımızı unutmadığımız gibi. Behçet Aysan’la dostluğumuz, şiirin içinden iki insan olmamızın çok ötesindeydi. Ankara’da yaşadığım yıllarda, onunla akşam üzerleri bir kafede şiirden, hayattan, aşktan söz ederken alıp eve götüreceği kızı Eren’in ilkokulunun dağılma zilinin çalıp çalmadığını kontrol etmek için ikide bir saatine bakışlarını asla unutamam. Birlikte yolculuklar yaptığımız, şiir etkinliklerinde şiirler okuduğumuz, gür ve yaralı sesiyle şiirler okuyan, insanca yaşama mücadelesi veren arkadaşımı sevgiyle ve özlemle selamlıyorum.

Nasıl unutabiliriz ki! O yangını çıkaranlara söylüyorum: O meşum hatıra, bize yaşattığınız o lanetli yangının küllerinden hep yeniden doğacak. Belleğimizde hep yeni, köklü bir yer açacak kendine. Giderek hatıra olmaktan çıkacak ve gündelik yaşamımızı belirleyen bir kültür olacak. Oldu da zaten. Ve bu kültürle belirlenmiş seslerle konuşuyoruz. Birbirimize daha yakın duruyorsak, omuzlarımız birbirine değiyorsa, bu kültürü paylaştığımız için. Acının kültürünü! Acı çekmenin kültürü olur mu? Evet, olur. Bunu öğrenmemizi sağladınız. Epeydir acının kültürüyle biçimlenmiş bir hayat yaşıyoruz. Behçet Aysan’ın dediği gibi: “Yaşıyoruz işte, yok başka cehennem.”

Metin Altıok, Uğur Kaynar, Behçet Aysan

Siz bu kültürü yaşamıyorsunuz ama onun bilgisi gelip gelip aklınızı karıştırıyor. Örneğin, avukatlık büronuzdaki dosyaların arasından çıkıveriyor. O karanlık savunmalarınızı unutturuyor, kanıtlarınızı geçersiz kılıyor ve size davanızı kaybettiriyor. Biz hatırladıkça siz unutuyorsunuz. Bu unutkanlık, seçmenlerinizle, izleyicilerinizle, okurlarınızla ya da evinize gelen konuklarınızla konuşurken, gelip soluk borunuza bir yumruk gibi yerleşiyor. Ölmekten korkuyorsunuz. Bu unutkanlık, rüyalarınızı biçimlendiriyor. Bir gece rüyanızda, örneğin, Menekşe Kaya’yı görüyorsunuz. Hayır, Menekşe Kaya’nın rüyasını görüyorsunuz: Büyümüş, genç bir kadın olmuş. Bir doktor olarak, beyaz önlüğüyle bir hastane koridorunda, sırtı dönük yürüyor. Son hastasını ziyaret etmiş. İyiye doğru gittiğini görmüş olmanın huzuruyla koridorun sonuna geldiğinde, dönüp size bakıyor. O da ne! Saçları tutuşmuş, yüzünün yarısı yok. Yüzünün yarısıyla size bakıyor kardeşi Koray. On iki yaşındaki Koray Kaya. Yanarak size doğru koşuyorlar, el ele. Çok korkuyorsunuz. Ter içinde fırlıyorsunuz yatağınızdan. Yaşadığınız şeyin rüya olduğunu anlayıp rahatlıyorsunuz. Hayır, öyle sanıyorsunuz. Çünkü biz o meşum hatırayı aklımızda tuttukça siz unutuyorsunuz. İşte bu unutkanlığınız hayatınızı cehenneme çeviriyor.

Unutmayacağız! Çünkü biz hatırladıkça siz unutuyorsunuz ve bu unutkanlık size yanlış yaptırıyor. Gerçeği bilmenizi engelliyor. Bilmiyorsunuz. Örneğin, Asım Bezirci’nin hep “halk için, emekçi sınıf için sanat” anlayışını savunduğunu, yani sizin adınıza bir estetiği savunduğunu bilmiyorsunuz. Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız onu? Peki Nesimi Çimen’i? Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız Nurcan Şahin’i, Özlem Şahin’i, Asuman Sivri’yi ve Yasemin Sivri’yi? Halk dansları oynamak için gelmişlerdi oraya. Yani sizin danslarınızı. Hani düğünlerinizde ve başka mutluluk paylaştığınız anlarınızda acemice de olsa kalkıp oynadığınız havalar var ya, işte onları ustaca, nefis, izlemeye doyamayacağınız bir estetikle yapan genç kızlarımızı? Pırıl pırıl gülen yüzleriyle hayat saçan kız kardeşlerimizi? Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız? Karikatürü karanlığa, zulme ve tutsaklığa karşı bir direnme biçimi olarak gören, asker arkadaşım Asaf Koçak’ı? Peki, şiiri bir yaşama biçimi olarak gören, tutkulu, o gün orada, sizlerle birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyan, hemşeriniz, şair Uğur Kaynar’ı? Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız?

Asaf Koçak

Asaf’ı tanısaydınız, utancınızdan çoktan eriyip, çözülüp yok olmuştunuz. Asaf Koçak'la 1978'de, Ankara'da, Yapıt dergisinin ofisinde karşılaştık ve tanıştık. O, dergiye karikatürler, desenler çiziyordu, ben de şiirler ve yazılar yayınlıyordum. Düşünen Adam karikatürü derginin bir sayısında, kapakta yayımlanmıştı. Bir köyde öğretmenlik yapıyordu. Dostluğumuz ilerledi. 1983'de aynı bölükte asker olarak karşılaştık. Asker arkadaşlığının, "sıkı arkadaşlık" olduğu bilinir. Dört ay askerlik yaptık. Bu süre içinde de bol bol sanat, resim, karikatür, estetik konuşma, tartışma zamanımız oldu. Yozgat'ta öğretmendi ve askerlik bitince Ankara'ya geldi. Kısa sürede Ankara "entelijansiyası" onu çok sevdi. Bir de kendine ağız armonikası edinmişti (Madımak Oteli ateşe verildiğinde, içerde ölümün soluğunu hisseden insanlara armonikasıyla moral vermeye çalıştığı söylenir) ve böylece tam bir yarı bohem, biraz çılgın, sokakların haylaz çocuğu, "herkesin sevgilisi" imajı oluşturmuştu. Elbette kendini bütünüyle karikatür ve tasarım işine verdi. Yaşamını böyle kazanıyordu. Hatta benim 1992'de yayımlanan 'Karşılaşma' adlı kitabımın kapak tasarımını yapmıştı ve "en iyi işim" diye övünüyordu. Gerçi ben pek beğenmemiştim ve o benim bu işlerden anlamadığımı öne sürüyordu. Bir yıl sonra anlatılmaz bir vahşetin, Sivas katliamının onu elimizden alacağından habersizdim. Asaf Koçak'ı, sevgili kardeşimi, tesadüfen yaşayan bir fani olarak, özlemle, saygıyla ve çok sevgiyle anıyorum.