Açlığın hükmü

Açlık, sağlıklı bedenin gerektirdiği enerjiden mahrum olma halidir. Bugün yaşayan her sekiz insandan biri açlık içinde yaşamını sağlıksızca sürdürmeye çalışıyor veya açlık yüzünden yaşamını yitiriyor.

Fotoğraf: Kevin Carter/Corbis Sygma Fotoğraf: MEGAN PATRICIA CARTER TRUST/ CARTER KEVIN/CORBIS SYGMA
Google Haberlere Abone ol

Seyfi Elçiboğa 

“Bütün ömrüm bir mercimek çorbasına fedadır! (...) Vicdan mı? Saçmalama! Sen vicdan sahibi olamayacak kadar fakirsin.”  Knut Hamsun

Sürünmekten bitap düşmüş, kemikleri teninden dışarı taşmış Sudanlı çocuk ve hemen ardında adeta avının ölümünü bekleyen leş yiyici akbaba... Fotoğrafçı Kevin Carter o hazin anı deklanşöre basıp ölümsüz kılar ve sonra ülkesine döner. Fotoğrafla, 1994 yılında “Pulitzer” ödülünü kazanır. “Çocuğa neden yardım etmedin?” diye soranlara: “Yardım görevlisi değil, fotoğrafçıydım” açıklamasını yapar.

Açlıkla boğuşan insan yığınlarının, ekseriyetle Afrika ve Doğu Asya'da yaşadığını biliyoruz. Geçtiğimiz binyıla nazaran açlık çekenlerin dünya nüfusuna oranı yarı yarıya azaldı. Bugün, yine de, yaşayan her sekiz insandan biri açlık içinde yaşamını sağlıksızca sürdürmeye çalışıyor veya açlık yüzünden yaşamını yitiriyor.

Açlık için, sağlıklı bedenin gerektirdiği enerjiden mahrum olma hali diyelim. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ölçümüne göre, günlük 1800 kalorinin altında beslenenler aç sayılıyor. Bu ölçüme göre basit hesapla insanın aç kalmadan yaşayabilmesi için günde en az 680 gram ekmek yemesi gerek. Bazal metabolizma, yani hareket etmeden hayatta kalmak için gerekli enerjinin karşılığı ise farklı. Dr.Selma Güngör “günde 1-1,5 litre su, 4 çorba kaşığı şeker, 2 çay kaşığı tuz, 1 çay kaşığı karbonat ve 100-500 miligram arası B1 vitamini” alınmalı der.

Açlığı tıbbi açıdan ikiye ayırırlar: homeostatik ve hedonik... Homeostatik açlık, biyolojik enerji yoksunluğudur; yağ, protein, glikoz ve vitamin yokluğunda karaciğer glikojen depolarını yakmaya başlar ve şayet bu evre uzarsa beden doku kaybı ve anoreksiya gibi hastalıklara yakalanır. Hedonik açlık ise duygusaldır, enerji gereksiniminden ziyade lezzetin sunacağı hazzı gereksinmedir; anksiyete, obezite ve buna bağlı diyabet vb. hastalıklara yol açar. Alışkanlıklar yoluyla karaktere dönüşen açlık algısı sayesinde biyolojik ya da duygusal olsun, her iki açlık durumunda insan benzer tepkiler verir.

İbn Haldun, coğrafyanın, iklimin ve gıdaların kişilik üzerinde etkili olduğunu yazar. Mukaddime adlı eserinde çölde yaşayan Bedevileri, zorunlu ihtiyaçlar dışında aşırı tüketime kaçmadıkları ve daha cesur oldukları için över. Kentli Hadarileri ise dünya nimetlerine ve eğlenceye aşırı düşkün oldukları için iyi ve hayırlı şeylerden uzak, bencil kişiler olarak tanımlar.

Haldun'dan 800 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sürer ve dünya açlıkla mücadele ederken ABD'de, 1944 yılının Kasım ayında, otuz altı kişiyle, açlığın psikolojik ve fizyolojik etkileri üzerine Minnesota Üniversitesi'nde bir deney başlatılır. Gönüllüler, çok düşük kalorili iki öğün yemekle beslenir ve haftada 35 km yürütülür. Ciddi kilo kaybına uğrayan gönüllü deneklerin bir yıl sonunda saçları dökülür, elleri ayakları şişer; deney süresince denekler kansız kalır, üşür, depresif ve huzursuz olurlar. Eski hallerine dönmeleri yıllar sürer. Deney, beslenme alışkanlıkları ve açlık konusunda sahip olduğumuz önemli verileri ortaya çıkartır.

Gastronomlar arasında, bol çeşitli, sık aralıklarla beslenmenin sağlıklı olduğunu öne sürenler olduğu gibi seyrek aralıklarla az çeşit beslenmeyi önerenler de var. Nitekim tarihte bedeni aç bırakmanın ruh ve beden sağlığına faydalı olduğu ve hatta kimi topluluklarda hastalıkları iyileştirdiği inancıyla başta Sümerler olmak üzere çoğu uygarlık ve dinde oruç tutma ritüeli uygulanagelir. Kimi incelemelerde aç kalmanın hücre içinde yer alan lizozomlar yoluyla hücrelerin kendi kendini onarıp yenilediği ve daha dirençli kıldığı gözlenir. Örneğin sinirbilimci Sinan Canan, “açlık beyni besler” der. Kanımca, bundan açlığa övgü değil aksine oburluğa yergi sonucu çıkarmak daha akılcı bir tutum olur.

Çeşitli araştırmalara göre özgüven eksikliği ve hırçın kişilik yapısında olanlar tatlı gıdaları fazla tüketir, dışadönük karakterler yağlı yiyecekleri tercih eder, sorumluluk sahibi kişiler ekşi gıdaları yemeyi seçerken acı içecekleri tercih eden kişilerin tatlı içecekleri tercih edenlerden daha kinci, agresif ve antisosyal kişilik özelliği sergilediği gözlenir.

Açlık özünde yoksulluk, yoksulluk ise ekonomik başarımdaki bireysel zayıflıktan ziyade, kaynaklara erişim ve yönetimde toplumsal adaletsizlikler ve yanlış yapısal uygulamalar yüzünden ortaya çıkan yoksunluk halidir. Örneğin engelliler, eğitimsizler, farklı cinsel eğilimliler, kadınlar, yetim veya öksüz çocuklar, azınlıkta kalan dinsel veya dilsel topluluklar, politik muhalifler, göçmen veya mülteciler, ten rengine göre beyaz ırk dışındakiler liberal ekonomik ülkelerde yoksulluğa itilirler.

Yukarıda sıraladığım dezavantajlı grupları korumak için hükümetler ve uluslararası örgütler tarafından sosyal politikalar üretilir. FAO verilerine göre açlığı azaltmak için girişilen tarım odaklı yatırımlar diğer sektörler ile karşılaştırıldığında açlığı beş kat azaltır. Gelişmiş ülkeler bu sonuca rağmen sorumluluk almakta isteksiz davranır. Oysa sırf gelişmiş ülkelerin aşırı tüketime dayalı beslenme alışkanlıkları nedeniyle her sene 1,3 milyar tonluk gıda çöpe atılarak israf edilir. İşte bu sebeple 21.yy’ın ortalarında 9 milyarı aşacak dünya nüfusunu beslemek için 12 milyar insana yetecek gıda üretimi gerekecek. Böylece dünya var olan tarımsal üretimi gelecekte en az yüzde 60 artırmak zorunda kalacak.

Doyma, beslenmenin sonlandırılması ise tokluk, doyduktan sonra açlık hissedene kadarki evredir. Tokluk algısı, uzun veya kısa, kişiye hastır ve bu algı kişilikle denge içindedir. Alışkanlıklar ve yaşam biçimine göre tokluk algısı bozulan insan endişeli, uyumsuz ve dürtüsel davranışlar sergilemeye başlar. Adanmış, bir amaç uğruna bedenini bilinçlice açlığa yatırmış olanlar hariç, sabırla açlığın üstesinden gelinemez.

Savaş, göç ve ekonomik kriz gibi büyük toplumsal olaylarda beklenmeyen düzeyde bireysel ve toplumsal çatışmalar, ahlâki ve sosyal çöküşler, korkunç düzeyde şiddet vakalarının yanı sıra kitlesel yağma ve hırsızlık olaylarının yaşanması bu nedenden ötürü kaçınılmaz. Buna açlığın hükmü diyorum.

13 Ekim 1972 tarihinde 45 kişiyi taşıyan Uruguay Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçak And Dağları’na çarpıp düşmüş, hayatta kalan 16 kişi ancak kazanın üzerinden iki aydan uzun bir süre geçtikten sonra kurtarılabilmişti. Bu kişilerden Nando Parrado 2006’da verdiği röportajda: “Bavulların deri kısımlarını koparıp yemeye çalıştık. Bu maddelerdeki kimyasalların bize yarardan çok zarar vereceğini bile bile… Koltuk oturaklarını saman buluruz ümidiyle parçaladık ama içinden sadece yenmesi mümkün olmayan koltuk süngeri çıktı.” diyordu.

Sağ kalanlar eğitimli ve nispeten varlıklıydı. Karla kaplı arazide yiyecek namına ne bitki ne de hayvan vardı.  Sonuç mu? Açlığın hükmüne boyun eğmişler, yakın dostlarının cesetlerini yemiş, öyle hayatta kalabilmişlerdi.

Sosyal canlı olarak aç insan ümitsiz ve çaresiz. Fizyolojik gereksinimini karşılayamayan insan için artık sevilmenin, sayılmanın, itibarın veya kendini gerçekleştirmenin hiçbir önemi yok. Görgü kuralları, ahlâki/dini gereklilikler ve hatta kanunların aç insan üzerinde hiçbir engelleme gücü yok. Açlık kuduz köpek gibi ısırır. Mikrobunu bedene sinsice yayar. Aç insan korkmaz, iğrenmez, utanmaz.

Peki o meşhur fotoğrafı çeken ödüllü fotoğrafçı Kevin Carter’a ne oldu?

Kevin Carter, fotoğrafı çektikten bir yıl sonra 27 Temmuz 1994’te arabasında intihar ederek hayatına son verdi. Çünkü, vicdan bile tok karına kurulan bir mahkemeydi.

Fotoğrafçı Kevin Carter