YAZARLAR

Acziyet, yardım, delirmek ya da delirmemek

Cayır cayır yanan ülkede her gün bu türden olayların şokuyla başa çıkmaya çalışırken, delirme ihtimali popüler bir muhabbet konusu halini aldı!

İzmir’de yayın yapan bir kanal, Ege’de Son Ses. Kıravatlı gömlekli, yerli dizi kendi halinde aile babası karakteri gülüşlü iki adam oturmuş, mültecilerden bahsediyor. “Aslında Ukrayna’dan bayan misafirler gelse, hepimiz evimizde misafir ederiz bak. Afganistan’dan geliyo ya. Sakallı sakallı leş gibi. Ukrayna’dan böyle, ne derler, neyse, tanımı burada kullanmayayım, bayan mülteciler gelse daha güzel olmaz mı? Sen misafir edemezsin abi, yenge seni öldürür. Ben senin yerine iki üç tane ederim.” Öyle korkunç ki insanın içinden ona kadar sayıp sonra dinlene dinlene saydırası geliyor.

Bu her an her yerde rastlayabileceğimiz erkekler arası geyik, asla masum değil. Boş bulunma, ayarı kaçmış şaka falan değil. Göçmen politikalarını eleştirmekle göçmen nefreti arasındaki, hemcins geyiğiyle kadın cinayetlerine zemin hazırlayan toksik cinsiyetçilik arasındaki üstüne basıla basıla yok olmuş sınırın resmi bu. Bizi öldüren zihniyetle aynı yerden bu sohbetler.
Mültecilerle ilgili bir, “çok istiyorsan evine al besle,” temasıdır gidiyor bir süredir.
Nereden çıktı bu eve almak meselesi? O pek övünülen Anadolu misafirperverliği, şefkati ne ara insanı ev hayvanı, yangında ölen hayvanı “et”, eve gelen kadın misafiri potansiyel taciz nesnesi olarak görmeye dönüştü? Bir yanıyla hep böyleydi elbette.
Yerli sinemanın bir dönemi şu an çok dalga geçilen “Emrah’ın annesi” tarzı filmlerle dolu. Çocuğuna bakabilmek için evlere temizliğe giden annenin tecavüze uğraması dehşetli bir namus korkusunu bir fanteziyle birleştiren trajedi pornosundan başka nedir? Başka kadınların uğradığı taciz ve tecavüzleri ancak “anana bacına yapılsa…” düz kontak empatisiyle anlamaya ve anlatmaya çalışan bir toplum için zorda kalana yardımla ondan faydalanmak arasından ok bile geçmemesi çok fazla şey anlatıyor. Yüzleşilmesi güç ama zorunlu, ağır şeyler.
Mültecilerle ilgili “karımıza kızımıza göz dikecekler,” korkusu sürekli dillendirilirken, başka bir ülkenin kadınlarını böyle uluorta, “aileden” olmayan, tabu sayılmayan her kadını da biraz daha saman altından cinsel obje gibi görmek… Ki kutsal ailenin de türlü suistimal, taciz, şiddet hikâyesiyle nasıl kolayca bir kâbus mekana dönüştüğünü biliyoruz hepimiz. İşte kadın cinayetlerinin ardında, olası tüm yollarla katilleri, tecavüzcüleri cesaretlendiren sistemin yanı sıra, onunla birlik bu zihniyet var.
Azra’nın bilmem ne kurulu üyesi, kedili, “aa hiç de öyle bir adama benzemiyor,” katili de cinayeti katilin yalan yanlış ifadeleriyle, ballandıra ballandıra anlatan haberlerden öğrendiğimiz kadarıyla sözüm ona genç kadına yardımcı olmaya çalışıyormuş. “Koronayım, bakanım yok” diyen Azra’yı bir restorana götürüp “karnını doyurduktan sonra” evde üstünü örtmeye çalışırken bir yanlış anlaşılma olmuş. Olaylar öyle bir noktaya varmış ki yine gazetelerin psikopat sevindiren korkunç diliyle “kayıp parçalar”ın tümü bulunamıyor!

Azra'nın katili Mustafa Murat Ayhan.


Toplumun nabzını iyi bilen katil, yine bu “yardım” temasından yararlanıyor anlayacağınız. Çünkü okuyanların hemen hasta kızlarını sözde yalnız bırakan ailesini suçlayacağını, vahşice katliam detaylarından bir çırpıda sıyrılıp “kadının da orada ne işi varmış” noktasına varabileceğini biliyor. Aslında niyeti iyi olduğu halde evde misafir kalan genç kadının
açılan üst başından etkilenerek bir anda şeytana uyuveren erkek imgesi de yüzlerce film desteğiyle, bilinçaltında oynamaya hazır sahne. Maalesef azımsanmayacak büyüklükte bir kesim katille empati kurabiliyor çünkü onunla benzer şekilde düşünüyor. İnsanı en çok dehşete düşüren de bu. Bu katillerin her an her yerde rastlayabileceğimiz, eline bir güç, ortam, fırsat geçirene kadar gayet zararsız görünümlü adamlar oluşu. Ellerine de her türlü bahanenin hem kültürel hem siyasi atmosferce verilişi. Muktedir Azra’nın katilleriyle değil onu koruyabilecek tek sözleşmeyi iptal etmekle, yardım tweeti atan sanatçılarla uğraşırken bir yerlerde her an yeni bir kadın cinayetinin işlenebilecek oluşu…
Bu acziyet/yardım/muhtaç olma meselesini yangınlara da uyarlayabiliriz maalesef. Pek çok sanatçının destek verdiği “Help Turkey” etiketiyle ilgili resen soruşturma başlatılacağı açıklanmadan önce Nilüfer, Şehrazat, Nilgün Belgün gibi sanatçılar çıkıp dünyadan yardım istemeyi kendilerine yediremediklerini duyurmuşlardı. “Strong Turkey” karşı etiketi başlatıldı hemen. Bir kısım sanatçısından trolüne ülke yanarken birileri başkalarına hiç ihtiyacımızın olmadığını kanıtlamaya girişti. Burada da muktedire yaranmaktan fazlası var bence. Yardım ettiğine her an tecavüze yeltenip öldürebilecek kadar bir güç psikopatisi içindeki, zihnen eril toplumun bir kısmı elbette ki dünyadan alınan yardımı da feci bir acizlik olarak görüyor. Kol kırılsın yen içinde kalsın, yeter ki dünyaya kendimizi muhtaç göstermeyelim. Yanan yerleri göstermeyince yangının vahametini gözlerden gizleyebileceğine inanmak gibi bir durum da var. Riya denizlerinin ucu
bucağı yok.

Cayır cayır yanan ülkede her gün bu türden olayların şokuyla başa çıkmaya çalışırken, delirme ihtimali popüler bir muhabbet konusu halini aldı! İnsan alışan bir hayvan. Giderek artan dozda gerilim ve belirsizlikle yaşamaya bir
noktaya kadar dayanabilir. Ben zaten çoğumuzun stres bağımlısı haline geldiğimizi düşünüyorum. Mesleğim gereği adrenalinle aram iyidir. Strese, uykusuzluğa alışığımdır yani.
Ama her tahammülün bir sınırı var, bilirim. Kayış bir kez koparsa tutturamazsın. O nedenle son zamanlarda süren “delirsek de kurtulsak” eğlencesine pek katılamıyorum. Delirsek kurtulmayacağımızı, ayrıca da delirmeyeceğimizi biliyorum. Tarih boyu onca felaketten, savaştan, bir psikopat tarafından yıllarca kapatıldıkları bodrumlardan, toplama kamplarından insanlar hayat boyu atlatamayacakları travmalarla ama kelime anlamında “delirmeden” çıkabildi çoğunlukla. Kendimizde bir şeyleri korumayı beceremezsek giderek daha bencil, daha umutsuz, daha tatminsiz ve huysuz insanlar oluruz. Sevmediklerimize daha çok benzeriz. Ama kolay kolay delirmeyiz, yok öyle bir şey.
Delirmemek sağlıklı bir ruh halini koruyabilmek anlamına da gelmiyor ama maalesef.
Ülke için gerçekten endişelenen, hele de bu son yangınlarda artık başıma bir iş gelir kaygısıyla çenesini (klavyesini) bile tutmayı pek beceremeyecek kadar dolup taşanlarımızın sayısı günden güne artıyor. Ama bizi dayanışabilir hatta tanımlanabilir bir grup haline getirebilecek kimi önemli kriterlerden de yoksunuz.
Her gün sosyal medyada kendini öfkeli, çaresiz, sıkışmış, “bizim gibi” hisseden epey insanla karşılaşıyoruz. Pek bir hayrını göremediğimiz hayli geleceksiz vatandaşlığın yükleri her gün artıyor. Hakim, yargıç, dedektif, yangın söndürme uzmanı, kriz yöneticisi ve daha pek çok şeyiz. Bunların hepsi birden olamayız açıkçası. Bu araların pek popüler söylemine kapılmayalım, her şeyin sorumlusu biz de değiliz. Her şeyden herkesi sorumlu tutmak esas sorumluları da bir
güzel gözden gizlemek demek.
Sınırlı ömrümüzde tarihin ve ülkenin çok kötü bir zamanına denk geldik, orası kesin. Geçenlerde 24 yaşında, güleç, her halinden temiz ruh, iyilik akan bir arkadaşla sohbet ediyordum. Sohbetin bir yerinde “her şey için çok geç kaldığımı düşünüyorum, kendime çok kızgınım” dedi. Bu, insanın 40 yaşında bile kendine sıkça etmemesi, ederse çimdikleyip kendine getirmesi gereken bir söz bana göre. Ama o yaş grubunda görece şanslı ya da umursamaz ya da gerçekten mücadeleci bir kesim haricinde bu ruh halinde olanlar öyle çok ki. Kötülüğün, mantıksızlığın, adaletsizliğin, liyakatsizliğin hüküm sürdüğü bir ülkede çok normal bu. Gencecik insanlar önlerinde sere serpe uzanan hayattan şimdiden ümidi kesmiş olabiliyor. Çok sevdiğim bir söz ama “gençlik gençlerde harcanıyor” meselesi değil bu. Gerçekten bir gelecek göremiyorlar. Eğitimleri ya da becerileri nedeniyle değil. Yeterince çakal olmadıklarını, bu düzene uyum sağlayamayacaklarını düşündüklerinden. Haksız da değiller.
Ne yapacağız peki? Lafla peynir gemisi yürümüyor ama dünyamızı kuran şey de dilimiz. Toplumca dilimizden düşürmediğimiz empatiyi öğrenmenin tam sırasıdır belki. Ucu bize dokunmayan çuvaldızları görmenin sırası. “Hepimiz suçluyuz”, “her şey için çok geç”le ayağımıza takılan taş konusunda bile hep başkalarını suçladığımız o ağır kısır döngüden çıkmaya çalışmanın. Hayatımızın hatalarını gerçekten üstlenmenin ve eldeki iyi şeylerle, beraberce neler yapabileceğimize bakmanın sırası…
Damızlık Kızın Öyküsü’nde duyduğumuzda gözümüz parlamıştı: “Artık bir biz de olmalı çünkü artık onlar diye bir şey var.” Evet o “biz” öyle kolay olunmuyor. Aynı mayın tarlasının üstünde yaşamak insanları bir anda birbirinin dertlerine müthiş duyarlı hale getirmediği gibi birlikte hareket etmelerini de sağlayamıyor, maalesef. İşte bunun yol ve yöntemlerini bulmaktan başka bir çaremiz yok. Hâlâ hayattayken, elimizde hâlâ talan edilmemiş, yanıp yıkılmamış bir şeyler varken, hemen.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.