Adalet Beklentisi-7: Anlatıcı ve dinleyici için güzel şeyler söyleyen bir ayna kalıyor elimizde

Soykırımların, yıkımların temsili nasıl olmalı? “Piyasa” koşulları içinde düşünülen, iyileştirici, kötülüğü aşındırma ve dönüştürme gücü olmayan “üretimler”; gösteri çağı içinde hakikaten bir anlam ifade ediyor mu? Sözcükler nerde hizalanmalı, nerde bir adım geri durmalı? Film sosyolojisi alanında çalışan Umut Tümay Arslan, yargı gazeteciliği ile tanınan Ayça Söylemez, haberlerinde cezasızlığı, romanlarında devlet şiddetini yazan Gökçer Tahincioğlu yanıtladı. 

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bir gazetecinin ödül aldığı o an anlamlı gelir. Gizli bir kusur vardır orda; tam da bu çağa ilişkin. Kocaman gülümsemeyle plaket alınır. Anlattığı öznenin, yıkımı yaşayanın bu seremoniden haberi bile yoktur oysa. Bütün iyi sonuçları bir yana; sadece bundan ibaret olmasa da genel anlamda acıya üşüşmenin bir meslek olması zaten tuhaftır esasında.

Acı karşısında 'heyecanlanan' (!) bir 'üretim' süreci neye delalet eder? 2010’lu yıllarda başlatılan barış süreci ile birlikte 1990’larda devlet eliyle yaşatılanların öyküleri, romanları yazıldı, belgeselleri çekildi, filmleri yapıldı. Yakın gelecekte de aynı şekilde Taybet Ana, kargoyla gönderilen ceset, Hrant Dink, Ankara katliamı yazılacak. Yani Gezi direnişi sürerken Gezi’yi anlatan kitapların çıkması gibi tam bugünlerde yaşanan felaketleri senaryolaştıran birileri var şu anda. 

'Piyasa' koşulları içinde düşünülen, iyileştirici, kötülüğü aşındırma ve dönüştürme gücü olmayan 'üretimler'; gösteri çağı içinde hakikaten bir anlam ifade ediyor mu? Failden önce en çok da mağdur anlatılmıyor mu? Bu durumda fail, olay yerinden çok uzaklara taşınmıyor mu? Veyahut; tüm bu üretimlerin insanlığa çok büyük katkısının olamayacağı kabulüyle hiç eşelememek mi gerekiyor bu soruları? 

'SEYREDENİ HUZURSUZ ETMEYEN DIŞ TEHDİT OLARAK KALAN EŞİTSİZLİKLER’

Umay Tümay Arslan

Film sosyolojisi alanında çalışan, felaketin temsili üzerine düşünen Umut Tümay Arslan, “Faillik, tarihin oluşumuna katılımımız ya da fail olma potansiyelimiz pek de anlatılmıyor” diye başlıyor sözlerine.

“Şu da var: Adaletsizliklerin ya da kolektif suç ve şiddet olaylarının anlatımında inkar etmek yerine kabul etmek bir başına yeterli olmuyor. Hatta kimi zaman bu, ne yazık ki anlatanın ve okuyanların, seyredenlerin, dinleyenlerin kendi duyarlıklarını sağlama almalarının, iyi niyetli ve temiz düşüncelere sahip insanlar olduklarına inanmalarının, kısaca kendilerini iyi hissetmelerinin bir yolu haline de gelebiliyor. Geriye, meselenin ve mağdurlarının yiyip yutulduğu, bir kez daha seslerine el konulduğu anlatıcı ve dinleyici hakkında güzel şeyler söyleyen bir ayna kalıyor elimizde.”

Soykırımların, yıkımların, felaketlerin temsili nasıl olmalı? Anlatılan özneler için anlatıldıkları sanat eserlerine bakmak, okumak nasıl bir şeydir örneğin? Kolektif bir icra olmamaları sebebiyle; anlatıcıyı seçme şanslarının olmaması onları sadece birer karaktere, figüre indirgiyor olabilir mi?

Arslan şöyle yanıt veriyor:

“Temsil etmenin bir başına bir problem olarak ele alınması, anlatılmak istenen tekil olayın olgusallığından ibaret, hukuki ve siyasi taleplerle sınırlı bir çerçeveden arta kalanlar üzerine de düşünmeyi gerektiriyor. Sanatın bilinç katmanlarındaki yeri, hukuki ve siyasi taleplerin yeriyle eş olmak zorunda hiç değil. Hatta o daha derine inebilir, suçla uzlaşmayı, bağışlamanın imkansızlığını görünür kılan etik bir uzam açabilir. Öfke, hınç gibi duygulara yer açabilir. Bu yüzden şu soru hep önemli: Mağdurlar, susturulmuş olan, konuşma ya da susma hakkı, duygularını ifade etme hakkı elinden alınmış olan, nasıl bir görme ve işitme düzeneği içine konuluyor? Sanırım bu soruyu sormamız gerekiyor öncelikle. Nasıl bir görünürlük rejimi söz konusu? Paylarına daha çok ne düşüyor? Hangi imgeler? Hangi sözler? Toplumsal eşitsizliklerin, yapısallaşmış ırkçılığın ya da erkek şiddeti gibi toplumsal şiddet türlerinin mağduru olanların payına ne tür görüntüler ve sözler düşüyor? Peşi sıra bir başka önemli soru var: Susturulmuş olanı, adaletsizliğe uğramış olanı, suç ve şiddet kurbanını bizim bakışımıza karşılık verme gücüyle, kuvvetiyle birlikte nasıl temsil edebiliriz? Bu yüzden geçmişte yaşanmış katliamları ya da şimdinin içinde şiddet, eşitsizlik ve haysiyetsizleştirme içeren meseleleri anlatmanın, bunları konuşmanın ya da temsil etmenin yerleşik biçimleri üzerine düşünmenin zorunlu olduğuna inanıyorum. İnsanları dünyanın adaletli bir yer olduğuna ya da iyi, vicdanlı insanlar olduğuna inandıracak, güvenlik ve kontrol duygusunu sarsmayan temsillerin bizi götürdüğü yer, bildik dünyamız ve gerçekliğimiz oluyor yine. Yani, dehşet ve şiddet içeren eşitsizlikler, gerçekliğin uzlaşımsal biçimi içinde kalarak anlatılamıyor. Bu uzlaşımsal form içinde kalındığında ne oluyor peki? Dehşet, bize bütünüyle dışsal bir tehdit olarak kalarak başkasının acısının manzarasına dönüşebiliyor, kolay hazmedilir duygu ve düşüncelerin (acıma, umut, uzlaşma, kurtuluş beklentisi gibi) üretimi içinde boğulup soğuruluyor: Sorumluluk ve faillikten uzak kurbanlaştırma, başkalarının acısının bildik peyzajı, seyreden de iç huzursuzluğa sebep olmayacak bir dış tehdit olarak kalan eşitsizlikler.”

‘TARİHÇİ YA DA BELGELEMEYLE UĞRAŞAN HAK SAVUNUCUSU GİBİ HİSSEDEBİLİYORUZ’

Ayça Söylemez.

Türkiye’de yargı haberciliği ile bilinen Ayça Söylemez’in haber dili bilinçli bir tercih olarak çoğunlukla acıya mesafeli. Yargı mekanizmasının işleyişini günbegün kaydeden Söylemez’e soruyorum: Bir gazeteci kimi tanık olduğu kimi de olay bittikten sonra dahil olduğu hikâyede tam nerde durmalı? Sözcükler nerde hizalanmalı, nerde bir adım geri durmalı? Grotesk bir yere düşmemek için nerde buz kesmeli? 

Söylemez, “ ‘Tarafsızlık’ gibi liberal ve oksimoron bir mefhumdan” bahsetmediğinin altını çizerek şöyle yanıtlıyor:

“Son dönemde gazetecilerin haber yapma değil (mecburi ya da gönüllü) haberin öznesi olmasının örnekleri çoğaldıkça, anlatıcı ile anlatılan arasındaki mesafe hızla kapandı. Gazetecilerin, belki doktorlarda olduğu gibi, insanlara mesafeli ve zor da olsa duygularını karıştırmaksızın yaklaşması gerektiği kuralı, ‘eski dünyada’ kaldı. ‘Dramayı’ değil olup biteni dümdüz anlatmak gibi aslında yalın ve zor bir görev gazetecilik. Aksi halde hikâyenin içinde olduğumuzda bakış açımız değişir, daha da kötüsü gölgelenir, bazen gerçeği göremeyecek hale geliriz. ‘Tarafsızlık’ gibi liberal ve oksimoron bir mefhumdan bahsetmiyorum, tarafsızlık savunanlar ya kavram üzerine çok düşünmemiştir ya da (çoğunlukla ve açıkça) muktedirin tarafındadır. Gazetecinin asil görevi her zaman mağdurun sesini duyurmak tabii ki. Ancak mağdura karşı da korumamız gereken mesafe kısaldıkça, haberin gerçekliğinin de yara alması gibi yapılan işi çöpe atan bir durumla karşılaşıyoruz.”

“Senin tabirinle habere ‘buz keserek’, bir cerrah titizliğinde ve her yönünü düşünerek, herkese ve her şeye şüpheyle bakarak yaklaşmamız gerekiyor. Bunu becerebildiğimizde, hızla yabancılaştığımız ve bize olağan geldiği için zaman zaman haber değerini bile göremediğimiz olayları, klişe belki ama belgelemek ve tarihe bırakmak adına yazmamız önem kazanır.”

“Bu iş bugünlerde eskisinden de zor ve umutsuzluğa düşüp kendimizi sonuç alan bir iş yapar gibi değil de tarihçi ya da belgelemeyle uğraşan bir hak savunucusu gibi hissedebiliyoruz. Ancak bizim farkımız, bir değişim amacıyla yola çıkmamız ve görmezden gelinen detayları ortaya çıkararak yalanı, kara propagandayı hakim kılmak isteyenlere karşı durmamız. Yaptığımız iş hala önemli ama bunu nasıl yaptığımız, neyi yaptığımızdan (yazdığımızdan) daha önemli.”

 'CEZASIZLIK KÜLTÜRÜNE KARŞI EN ETKİLİ MÜCADELE YÖNTEMİ DEŞİFRE ETMEK’

Gökçer Tahincioğlu

Türkiye’deki yargı haberciliğinin bir diğer ismi Gökçer Tahincioğlu, cezasızlığın arşivini oluşturuyor denebilir. Tahincioğlu aynı zamanda bir edebiyatçı. Sözcüklerle kurduğu dünyanın içinde en çok da devlet şiddeti var. 

Fail yerini yeni faile bıraktığında eski failin yaptıkları daha rahat mı konuşuluyor? Şöyle yanıtlıyor Tahincioğlu:

“Cezasızlık kültürü bir devlet geleneği… Bir süreklilik… Ancak fail yerini yeni faile bıraktığında, evet, elbette eskiyi konuşmak daha kolay… Bunu bazen bizzat sistem yapar. 12 Eylül’ün bütün kural ve kurumlarıyla ayakta olmasına rağmen, ‘darbelerle hesaplaşıyoruz’ denilerek o dönem suçlarının konuşulabilmesinin önünü açmak gibi. Bu zaman zaman da bugünü görünmez kılmak için yapılıyor. Ancak konuşulsa da sistem yine işlemeye devam eder. Yine de yeni faili konuşmak her zaman daha güç ve zorlu.”

“Hayat sürdüğü müddetçe haber bitmez. Bu nedenle, daha acısı, daha büyüğü, daha kötüsünün olması ve buradan haber çıkartmak istemek söz konusu olamaz gazetecilikte. Ancak mesleği yapanların içerisinde acıyı bir meta olarak gören, şiddet ve acı pornografisi hevesi bulunan, bunun şehvetine kapılan insanlar vardır ve olacaktır. Normalde hakikatle bağı, haklar konusunda bir duyarlılığı bulunmamasına rağmen dönemin ruhu gereği hak temelli bu alandan beslenmeye çalışanlar gibi.”

“Bütün bunlar düşünülerek, failin nasıl korunduğunu deşifre etmek, olayın nasıl yaşandığını aktarabilmek açısından hikâyeye odaklanmak şart. Yeni failleri deşifre etmek açısından da büyük önem taşıyor. Ancak ajitasyon yapmadan, şiddeti yeniden üretmeden, faili belirsiz ve görünmez kılmadan, aksine açığa çıkartarak bunu gerçekleştirmek gerekiyor. Evrensel ilkeler esas alındığında, cezasızlık kültürüne karşı en etkili mücadele yöntemi, deşifre etmek.”

Walter Benjamin’ın Son Bakışta Aşk’ta tariflediği gibi, çömlekçinin parmak izleri çanağa nasıl yapışıp kalırsa, anlatıcı da hikâyesinde öyle iz bırakıyor. Bu yüzden Adalet Bekleyişi’nde bu hafta anlatıyı, anlatı üzerine kurulu üretimleri, anlamları konuştuk.