'Adalet'i 'fetih'e endeksleyen ödev: 'Arzu duyulan tarih anlatısı'
Bodrum TED Koleji öğrencilerine verilen ödevde 'fetih' ile 'adalet' kavramlarının ilişkilendirildiği görüldü. Tarihçi Elçin Arabacı "Fetih kavramının tarihsel bağlamından koparılarak verilmesi öğrencinin 21. yy.’da adalet kavramını fetih ve gazaya endekslemesine yol açabilir" uyarısında bulundu. Ahmet Murat Aytaç "Fetih adalet değil, ‘güçlünün hakkı’ ilkesine dayanır" dedi. Yektan Türkyılmaz: “Bu gerçekte var olmayan ama arzu duyulan bir tarih anlatısı."
DUVAR - Siyasi iktidarın Osmanlı'ya ilişkin resmi ideolojik anlatısı ve hukuk/adalet konusundaki yaklaşımının eğitim alanına yansımasının bir örneği, 7. sınıf öğrencilerine verilen ödevde kendini gösterdi.
Bodrum TED Koleji’nde öğrencilere verilen 9 soruluk bir sosyal bilgiler ödevinde, Osmanlı’daki fetih kavramı adaletle ilişkilendirildi. Öğrencilerden fetih ve adalet arasındaki ilişkiyi açıklamalarını isteyen sorunun tam metni şöyle:
Aşağıdaki metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız.
Osmanlı Devleti’nde yönetim anlayışı, fetih siyaseti ve adalet prensibine dayanıyordu. Buna göre hükümdar adaletli olursa halk emniyet içerisinde serbestçe sosyal ve ekonomik faaliyette bulunabilirdi. Böylece üretimde artış kaydedilirdi. Üretim artışı vergi gelirinin artmasını ve dolayısıyla devletin zenginleşmesini sağlardı. Zenginleşen devlet, daha güçlü ordular besler ve yeni ülkeler fethedebilirlerdi. Fethedilen yerlerde de adaletli olunursa ….. şeklinde devam eden bu sisteme daire-i adalet denilirdi.” (Mehmet Ali Ünal Osmanlı Müessseseleri Tarihi)
1.Fetih ve adalet arasındaki ilişkiyi açıklayınız.
2.Yönetim adaletli olmasının sonuçları neler olabilir? Açıklayınız
Ödevde "II. Mehmet yerinde siz olsaydınız İstanbul’un fethi için başka hangi hazırlıkları yapardınız? Neden?" sorusunun yanı sıra şöyle bir soruya da yer verildiği görüldü:
Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Musevileri de havrada görmek
isterim. Hepsi evladımdır. Aralarında fark yoktur. II.Mahmut
Yukarıdaki söze bakarak Osmanlı toplumunda hoşgörü ve birlikte yaşam için neler söyleyebilirsiniz?
FETİH SİYASETİ OSMANLI TARİHİNİN TAMAMINI KAPSAMIYOR
Gazete Duvar’a konuşan akademisyenler Elçin Arabacı, Ahmet Murat Aytaç ve Yektan Türkyılmaz ödevde yer alan soruları tarih perspektifi ve iktidarın hakim ideolojisinin eğitim sistemine etkisi üzerinden değerlendirdi.
Elçin Arabacı, ödevde Osmanlı’nın yönetim anlayışının prensiplerinden biri olarak anlatılan fetih siyasetinin Osmanlı tarihinin tamamını değil yalnızca bir dönemini kapsadığını ancak bunun soruda belirtilmediğini ifade ediyor:
“İslam ümmetini bu dünyadaki kurtuluşa götüreceği tasavvur edilen ideal nizam-ı âleme göre, fetih bu dünyadaki toplumsal refahın ve adaletin şartıdır. Çünkü fetihlerle üretiminin artı değerine ‘vergi’ olarak el konulan tebaa ve kaynaklarına el konulacak topraklar artar, devlet zenginleşir. Vergi gelirinin yüksek olabilmesi aynı zamanda hükümdarın adil olması, yani şeriata uymasıyla mümkündür. Devlet zenginleşirse, ilahi yasaları yeryüzünde hâkim kılarak evrensel adaleti sağlayacak askeri güç de sağlanabilir.”
“Bu ideal nizam-ı alem formülasyonu Osmanlı fetihlerinin sona ermesi ve toprak kayıplarının başlamasıyla Osmanlı siyaset literatüründen yavaş yavaş kaybolmaya başladı. 19.yy’ın sonlarında Osmanlı ricali artık ülkenin zenginliğini, fetihlerle üretiminin artı değerine el konulan tebaanın artışı ve toprakların genişlemesiyle değil, ticari tarım ve sanayileşme ile sağlanan üretim artışıyla ilişkilendiriyordu. Adalet ve adil devlet ise ilahi yasaları yeryüzünde hakim kılmak üzerinden değil, Tanzimat dönemiyle birlikte tebaadan vatandaşlığa geçen bireylerin temel hak ve hürriyetlerinin devlet tarafından tanınması ve onun garantisi altında olması ile tanımlanmaya başladı.”
'IŞİD'İN BENİMSEDİĞİ ADALET ANLAYIŞI'
Arabacı, fetih kavramının tarihsel bağlamından koparılarak öğrencilere verilmesinin olumsuz sonuçlar doğuracağını söylüyor:
“Osmanlı klasik dönem siyasetname literatüründeki adalet anlayışını dönemine oturtmadan, kavramın tarihselliğini vermeden güncel bir olguymuş gibi öğrenciye vermek, öğrencinin 21. yy’da adalet kavramını fetih ve gazaya endekslemesine yol açabilir. Böylece günümüzde ancak IŞİD’in benimsediği adalet anlayışı ve siyasi-askeri hedeflerle genç beyinleri koşullandırmış olursunuz, ancak bu adalet anlayışının elbette evrensel insan haklarıyla uzlaşabilecek bir yanı yok. Ayrıca beş yüz küsur yıl önce fetih/cihat kapsamına giren eylemler, mesela sivilleri esir alma ve köle ticareti bugün savaş suçu kabul edilen eylemlerden.”
‘FETİH, ADALET İLKESİNE DEĞİL GÜÇLÜNÜN HAKKI İLKESİNE DAYANIR’
Akademisyen Ahmet Murat Aytaç, soruda geçen 'daire-i adalet' kavramının tarihsel arka planını şöyle açıklıyor:
“Daire-i adalet, ilk başlarda Aristoteles’e atfedilen ama sonra onunla ilgisi olmadığı anlaşılan Sırr’ul Esrar isimli bir esere dayandırılan klasik bir yönetim modelidir. Aristoteles ile İskender arasındaki bir mektuplaşmayla başlayan eser, nihayet her hükümdarın izlemesi gereken yönetim anlayışının unsurlarını ve ilkeleri belirleyen dairesel bir model çerçevesinde özetlenir. Buna göre yönetimin temel ilkesi adalettir ve adalet her biri diğerine dayanan devlet bileşenlerinin arasındaki dairesel ilişki sayesinde hayat bulur. Üçlü, dörtlü veya sekizli çeşitleri olan adalet dairesi anlayışının en karmaşık uyarlamalarından birini Osmanlı siyasal düşüncesi içinde etkin halde buluruz. Osmanlı’nın siyasi metinleri arasında en son Tanzimat Fermanı’nda bu modele bir atıfta bulunulduğunu görürüz.”
Soruda ifade edilenin aksine fetih kavramanın daire-i adalet sistemine değil güçlünün hakkı ilkesine dayandığını belirten Aytaç, bu durumu şu sözlerle anlatıyor:
“Soruda kullanılan adalet dairesi modeli dünya düzeni, hükümdar, halk, ordu, ekonomi gibi unsurlarla adalet ilkesi arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmaktadır. Ama bu modelin orijinalinde ilgili bölüm şu şekildedir: ‘Mülkü zapt eyleyemez illa leşker/ Leşkeri cem’ edemez illa mal.’ Alıntı yapılan yazar ‘mülkü zapt eyleme’ düsturu üzerinden fetih ile adalet arasında bağ kurmaya çalışıyor olsa gerektir. Ama bildiğim kadarıyla burada zapt etmekten kasıt esas olarak fetih değil, otorite ve devlet düzenini sağlamaktır. Asker olmadan bir devlette düzenin sağlanamayacağı, asker toplamak için de ‘mala’ yani iyi bir ekonomiye ihtiyaç olduğu söyleniyor. Fetih, yani başka memleketleri zorla ele geçirme, Türkiye’deki Osmanlıcıların savunduğunun aksine adalet ilkesine değil, ‘güçlünün hakkı’ ilkesine dayanır. Fetih sonrasında uygulanan hukuk da ‘kazananların adaleti’ anlayışını yansıtır. Mesela İstanbul’un fethinden sonraki üç gün boyunca şehrin yağmalanmasına izin verilmiş, şehir nüfusunun belli bir kısmı da esir olarak değerlendirilmiştir. Adaletin gücüne inanmayanlar güçlünün adaleti dışında bir şey tanımazlar; fetih yoluyla başkalarının topraklarına adalet götürülebileceğine inanmalarının asıl nedeni de budur.”
‘ÜSTÜNLÜKÇÜ BİR BAKIŞ’
Ödevi Gazete Duvar için inceleyen antropolog Yektan Türkyılmaz da soruların üstünlükler, zaferler ve kahramanlıkların bir araya getirildiği eklektik bir anlatı üzerine kurulduğunu savunuyor:
“Bu gerçekte var olmayan ama arzu duyulan bir tarih anlatısı. Bunu günün arzuları ve günün narsistik yaraları etrafında yani olmak istediğiniz ve olduğunuz arasındaki gerilim olarak okumamız lazım. Buradaki üstünlükçü bir bakış. Öyle ki siz bir yeri fethettiğiniz zaman o yeri şereflendiriyorsunuz ve yendiğiniz yer size şükranla borçlu hale geliyor. Burada kolektif narsizmin çok tehlikeli olan bir boyutu yani kendisini yapılan işlerle, üretimiyle, marifetiyle değil kim olduğuyla açıkladığı bir durum var. Kendisinin çok üstün olduğuna inanmasının yanında bundan şüphe de duyuyor."
II. MAHMUT'A ATFETİLEN SÖZ: HOŞGÖRÜ DEĞİL HİYERARŞİ KURUYOR
Ödevde, öğrencilerin Osmanlı’da hoşgörü ve birlikte yaşam kültürünü de yorumlamaları isteniyor. Bu yorumun II. Mahmut’un söylediği şu sözden yola çıkılarak yapılması bekleniyor: “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Musevileri de havrada görmek isterim. Hepsi evladımdır. Aralarında fark yoktur.”
Yektan Türkyılmaz, II. Mahmut’a ait olduğu iddia edilen bu sözün soruda tarif edildiği gibi bir birlikte yaşama kültüründen bahsetmediğini aksine o toplumda var olan gruplar arasında bir hiyerarşi kurduğunu ve bu toplulukların nasıl yaşayacağına dair sınırlar çizdiğini ifade ediyor:
“Burada esas anlatılan şu: Kendinizi sadece fethetme hakkı ve meşruiyeti ile donatmıyorsunuz, aynı zamanda orada var olan grupların hiyerarşisini kurmaya da kendinizi yetkili görüyorsunuz. Burada, eşitlik üzerine aynı haklara sahip olma üzerine kurulu bir sistemden bahsetmiyoruz. Bu, hiç romantize edilecek bir şey değil. Özellikle de bu topraklar 200-250 yıldır eşit yurttaşlık mücadelesine sahne olurken bu talebe sebep olan hiyerarşiyi insanlara bir özgürlük, bir barış ve bir arada yaşama anlayışı olarak sunmak korkunç.”
İNDOKTRİNASYON TARTIŞMASI: ‘TÜRKİYE TOPLUMU UZUN SÜRE BUNUNLA UĞRAŞACAK’
Akademisyenler, ödevin AK Parti iktidarının eğitim sistemine yerleştirmeye çalıştığı resmi tarih indoktrinasyonunun önemli bir örneği olduğunu ifade ediyor. Bilginin eleştiri ve tartışmaya açık olmadığı indoktrinasyon kavramı, insanların manipüle edilerek belirli ideolojik amaçları takip etmeye zorlanması anlamına geliyor.
Özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında eğitim sisteminin çok yönlü bir saldırı içerisinde olduğunu belirten Yektan Türkyılmaz, eğitim sisteminin bir parçası haline gelen indoktrinasyonla Türkiye toplumunun uzun süre uğraşmak zorunda kalacağını söylüyor:
“Çocuğa yönelik onu kökünden geleceği değiştirecek şekilde şekillendirme arzusu çok rahatsız edici. Türkiye’de “devrimci” bir dönüşüm yaratmanın çabası bu. Çocuklar mevcut durumdaki iktidar elitinin hedefine ve aracına dönüştürülüyor. Bunu eğitim sistemiyle ne kadar çok uğraşıldığını üzerinden de düşünmek gerekiyor. Tarihle kavgasını kendi tarihinden mutsuz olması ile ilgili derdini çocuklar üzerinden çözmeye çalışması da korkunç bir şey.”
Öte yandan akademisyen Elçin Arabacı, dönemlerin resmi tarihlerinin en yalın ve basitleştirilmiş versiyonlarının tarih ders kitaplarında sunulduğuna dikkat çekiyor. Arabacı, resmi tarih indoktrinasyonun amacına dair şunları söylüyor: “Aslında gelecekte yaratılmak istenen ideal toplum modelinin genellikle geçmiş altın çağlarda kendisinin ya da bu modele temel olacak kökeninin bulunduğu, bu yönüyle de tarihin gençlere arzulanan toplum modelini gelecekte yaratmaya ilham olacak şekilde kurgulandığı tarih anlatılarından ibarettir.”
“Bu ödev soru kağıdından rejim iç ve dış politikalarını ve günümüzde yaşadığımız adaletsizliği meşrulaştırmaya yönelik bir resmi tarih anlayışının okullarda öğrencilere empoze edildiğini, özel ve devlet okullarında bu açıdan büyük bir fark olmadığını çıkarmak mümkün. Ancak elbette bu konuda kesin bir yargı için özel ve devlet okullarında okutulan ders kitaplarını, sınav ve ödev sorularını, okullar arası düzenlenen yarışmaların konularını inceleyen kapsamlı bir araştırma yapmak gerekiyor. Bu da mükemmel bir doktora ya da yüksek lisans tez konusu olabilir, fakat ifade özgürlüğünün sınırlandırıldığı günümüz akademik koşullarında ilk-orta eğitimde verilen tarih eğitiminde AKP resmi tarih indoktrinasyonunu araştıracak olan bir tezin üniversite ve YÖK’ten onay alabileceği de şüpheli.”
‘OSMANLI NE ROMANTİZE EDİLMELİ NE ŞEYTANLAŞTIRILMALI'
Peki, eğitim sisteminde çoğu zaman kurgusal olan resmi tarih anlatısı sorunu nasıl çözülebilir? Yektan Türkyılmaz’a göre bu sorunun yanıtı Osmanlı İmparatorluğu’nu da diğer imparatorluklar gibi değerlendirmekten geçiyor: “Osmanlı’yı da tıpkı diğer imparatorlukları incelediğimiz gibi ele almalıyız. Osmanlı, esas itibari ile meşruiyetini yönetici veya iktidar sahibi elitin dini referansla kurduğu bir siyasal yapıydı. Osmanlı ne romantize edilmeli ne de şeytanlaştırılmalı.”
Tarih eğitiminin resmi tarih anlatısına mecbur olmadığını belirten Elçin Arabacı ise, okullarda öncelikle “biz ve düşmanlar” ikiliğini aşan bir anlatıya ihtiyaç olduğunu belirtiyor: “Maddi ve sosyal tarih verilerine ve incelemelerine önem veren, evrensel değerlerin tarihsel gelişimine ışık tutan, mukayeseli ve eş zamanlı bir perspektifte bu ülke geçmişinde yaşananları dünyanın başka bölgelerindeki gelişmelerle birlikte inceleyebilen tarih ders kitapları üretmek ve yeni nesillere öğretmek için önümüzde siyasi engellerden ziyade bir şey yok.”