Adaletten, insandan korkanlar
Paton’a kulak vermek gerekiyor: Tüm ülkeyi saran korku, kölecinin kendisini de kuşatan, teslim alan kölelik korkusudur. Ve bu korkunun köleliğini getirir. Korku, ruhu dahil olmak üzere tümden yoksullaştırır insanı.
Yollara dökülen işçilerin yolları kesiliyor. Adım başı, dipçikten geçiriliyor, yerlerde sürükleniyor, kelepçeleniyorlar. Emeğinden başka şeyi olmayan işçilerin gasp edilen emeklerini savunma yolculuğuna set çekiliyor. Ücret, emek ve hayat hırsızlığı ödüllendiriliyor.
Hırsızlık, gaspçılık, ırkçılıkla at başı gidiyor.
Çünkü biliniyor: Geçerli, makbul tek değerin, gücün para olduğu, her şeyin onunla ölçüldüğü, onunla alınıp satıldığı dünyada işsizlik, en büyük ırkçılıktır.
Paranın gücü, sadece insanlara değil, kelimenin gerçek anlamıyla dünyaya; dağa–taşa, toprağa, suya, doğaya hükmeder. Gasp eder ve yok eder. Birileri altın arıyor memleketin dört bir yanında. Delik deşik her yer. Talana ve zehre karşı durmaya, toprağına, yaşam hakkına sahip çıkmaya çalışan köylü de dipçikleniyor. Ön ödeme niyetine…
Devamında yerin altında ölüm var; fıtraten. Ödül niyetine kölelik ücreti. Ve sonrası onun da üstüne çökme.
Altının olmadığı yerde onu getirecek olan su var. Irmaklar, nehirler HES’leniyor onun için. Hayat Eve Sığar talimatının çok öncesinden beri yurt çapında sürüyor akarsuyun elektriğe çevrilip toprağı ve üstünde yaşayan her şeyi, herkesi susuzlaştırma operasyonu. Toprağından, bostanının bağının altından HES boruları geçirilmesine karşı durmaya kalkan köylü, “Tapu senin olabilir, yerin yarım metre altı devlete ait” yanıtını alıyor.
Devlet elektrik santralciye vermiş ruhsatı. Sen derdine yan.
Hasılı, Afrika’dayız uzunca zamandır.
Irkçılıkla, onun getirdiği her türden gasp, yağma ve şiddetle, yoksullukla inim inim inleyen Güney Afrika’nın çığlığı 1948’de yükselmişti: Ağla Sevgili Yurdum.
Alan Paton’ın romanı, bugün yerli/sömürgeci, siyah/beyaz ayrımlarının çok çok ötesine geçen dünyanın her yerinde hayatı kuşatan küresel sermaye ırkçılığının iç düzeni, işleyişi için hala kılavuz niteliğinde.
Paton, doğma büyüme Güney Afrikalı. Babası İskoç, annesi İngiliz kökenli. Kendisi eğitimci. Roman ıslahevi yöneticiliği deneyim ve gözlemlerinden besleniyor. Bir yolculuk ve gerçeklikle yüzleşme romanı.
Hoş, romanın kendisi de yolculuğun ürünü. Paton 1946’da ceza ve ıslahevlerini incelemek üzere Avrupa, Amerika ve Kanada’ya yaptığı yolculukların Avrupa ayağındayken Gazap Üzümleri’ni okuyunca karar veriyor ülkesinin –ve tabii kendisinin de– romanını yazmaya.
Bilindiği üzere John Steinbeck Gazap Üzümleri’nde ilk küresel ekonomik kriz olarak anılan 1929/30 yıllarının büyük ekonomik çöküntüsünü Amerika cephesinden romanlaştırır. Mülksüzler ve küçük mülk sahipleri daha da yoksullaşır her krizde olduğu gibi. Yoksullaştırmaya aldatma, gasp ve şiddet eşlik eder her daim olduğu üzere. Çaresizlik yurtsuzluğu, gurbetçiliği, telef olmayı getirir. Tek tek aileler çöker, yoksul–yoksun gurbetçiler tek bir aileye döner.
Steinbeck’in 1930’lar Kaliforniya’sından kurduğu anlatı, Güney Afrika için de geçerlidir. Bugün bizim için de.
KORKU BİR YOLCULUKTUR, KÖTÜ BİR YOLCULUK
Ağla Sevgili Yurdum, yerli –Zulu kabilesinden, siyah– rahip Kumalo’nun zorunlu yolculuğunu konu eder. Kız kardeşinin hasta olduğunu bildiren mektubu rahip Kumalo’yu Johannesburg’a götürmekle kalmayacak, ülkenin kalbine; iç gerçekliğiyle yüzleşmeye götürecektir. Devlet düzeniyle kurumsallaşmış ırkçılığın, şiddetin en tepeden en aşağıya, hayatın her anına, her cephesine zerk ettiği şiddeti içerden yaşamayı getirecektir.
Fuhuş da vardır orada, cinayet de. Gerçek çıplak ve yalındır:
Dünyada acıdan ve korkudan başka hiçbir şey yok.
***
Acıyı ve korkuyu yaratan ırkların ötesindeki asıl güçtür. Altın, elmas, her ne yolla olursa olsun para ve güç avcılığı, madenciliği. Bugün, burada yaşadıklarımızla aynıdır Paton’ın 1930’lar Güney Afrikası’ndan naklettiği “apartheid” görüntüleri:
“Ne biçim şeymiş şu maden sanayii? Yaşamayıversin, eğer bizim açlığımızla yaşayacaksa! Madenler memleketi zenginleştiriyor, diyorlar. Ne görüyoruz biz bu zenginlikten? Başkaları hayatları boyunca zengin kalsınlar diye biz yoksul mu kalacağız?"
Yoksulluk ve onu yaratan ırkçılığın fuhuştan cinayete uzanan “kaçış” yollarına sürüklenişlerini tartışırken Paton, tek tek insan hallerinden, hayat kesitlerinden “sistem”in kendisine uzanıyor:
Eğer işgücü bulabiliyorsak, kaynakları geliştirmekte haklıyızdır. Fakat nu gelişme işçinin aleyhine olacaksa buna izin verilemez. Altın madeni işletmek ya da herhangi bir şey üretmek ya da herhangi bir toprağı işlemek hoş görülemez eğer maden işletmesi, üretim ve toprağın işlenmesinin başarısı eğer işçiyi yoksul tutma politikasının başarısına bağlıysa bu madene, bu üretime, bu toprağın işlenmesine izin verilemez.
Bunun bir tek adı vardır, o da sömürüdür.
Şunu da söylüyor Paton: Toprak yok olursa, insan da yok olur.
Başka söze gerek var mı?
Var.
Yine Paton’a kulak vermek gerekiyor: Tüm ülkeyi saran korku, kölecinin kendisini de kuşatan, teslim alan kölelik korkusudur. Ve bu korkunun köleliğini getirir. Korku, ruhu dahil olmak üzere tümden yoksullaştırır insanı.
O yoksulluk, nasıl olduğu anlaşılmayan cana kıyımları, can almaları getirir. Ve her can alan, sonuçta ölümden korkar.
Kız kardeşine yardım için başkent yolunu tutan rahip, o yolculukta uzun zamandır haber alamadığı oğlunun cinayete karıştığını, cana kıydığını ve idamla yargılanışını da öğrenecektir. Bir zamanlar geceden korkan çocuk, ölümden korkan bir katildir artık…
HİÇBİR ÜLKE ADA DEĞİLDİR
Ağla Sevgili Yurdum, 1949’da müzikal olarak New York’ta müzikal olarak sahnelenir.
Paton, oyunla ilgili konferansta, “Bu dramda ben de varım” der, “eşim, çocuklarım da vardır. Bütün renklerde ve dillerde tüm erkekler, karıları ve çocukları da vardır” diye ekler. “Çünkü hiçbir ülke ada değildir, tek başına bir bütün değildir artık.”
O nedenledir ki Afrika’da ve burada aynı şarkıyı söylüyoruz yıllardır: Ağla Sevgili Yurdum