Adana, gençliğim ve Ercan Kont
Ercan Kont, Adana'nın kültürlenme sürecinde yeri olan, destanımızda da macerası olan bir adamdı. Yazlık sinemaların, düğün salonlarının, masum eğlencelerin, dürüst ve hak edilmiş mutlulukların önemli figürüydü. Adana Belediyesi Kültür Müdürlüğü yaptı. Şehir Tiyatrosu'nu yönetti. Bir dönemi belki de onunla tanımlamak mümkündü. İşte Ercan Kont'u geçen yıl bu günlerde kaybettik. Belki bir dönemi de kaybettik
Bir şey bazı şeyleri hatırlamama ve yeniden yaşamama neden oluyor. Mesela arada bir Müslüm Gürses'i dinlemeyi çok severim. Son dinlediğimde, geçenlerde, beni aldı nerelere götürdü, durun anlatayım: On sekiz yaşıma kadar doğup büyüdüğüm Adana’da tam bir arabesk ortamda yaşadım. Arabeskin başkenti gerçekten Adana’ydı. Ünlü kabadayılardan tanıdığım oldu, ünlü müzisyenlerden. Ferdi Tayfur’u, Müslüm Gürses’i, Sadık Altınmeşe’yi (İzzet Altınmeşe’nin kardeşi ve bence ondan daha kaliteli bir müzisyendi) gençliklerinde tanıdım. Düğün salonlarında sahneye çıkarlardı. Benim arkadaşlarım hep benden yaşça büyük insanlardı. Örneğin bir terzi olan arkadaşım Memet’in dükkanının karşısında da Ferdi Tayfur’un sanırım amcasının kahvehanesi vardı, Kocavezir Mahallesi'nde. Ferdi oraya sık gelirdi. Müslüm Gürses de terziydi ama sanırım bırakmıştı artık ve müziğe vermişti kendini. Memet bana acayip şık ve son moda pantolon, ceket dikerdi. Onları giydiğim zaman yaşımdan çok büyük gösterirdim. Yaz tatillerinde gazinolarda, çay bahçelerinde garsonluk yapardım. İyi para kazanırdım. Adana’da çok bahşiş verirlerdi. Hiç unutmam, 1975’de, Şikago adında bir kafe açılmıştı, son derece modern, Adana’da ilkti. Eve bazen taksiyle giderdim. O zamanlar, Sun Taksi adında lüks bir taksi durağı vardı, 64 model Cadillac falan çalışırdı. Onlara biner, arka koltuğa kurulur, bizim yoksul mahalleye girerdim. Anneme harçlık verirdim. Güzel yemek yapardı. Çok gurur duyardı benimle. Ah, canım annem! Bütün bunları yaparken on altı-on yedi yaşındaydım. Bir gün okul yaz tatiline girdi, iş arıyordum, bir arkadaşımın çalıştığı çay bahçesine gittim. Dörtyol’da, kocaman bir bahçeydi. Şimdi park olmuş. Arkadaşım şef garsonla görüşmemi istedi. Görüştüm. Şimdilik elemana ihtiyaç olmadığını ama istersem şu ileride, bir masada, nargile içen adama sorabileceğimi söyledi. Patron o, dedi. Gittim, iş istediğimi söyledim. Bu sefer o da şef garsonu çağırdı, ona eleman gerekip gerekmediğini sordu. O da gerekmiyor, dedi. Ben de “Sağol abi” deyip uzaklaşırken, arkamdan seslendi, döndüm, bana doğru hafif eğilerek, “Oğlum harçlığın var mı?” diye sordu. Mahcup olmuştum. “Sağol abi, param var” falan dedim. İlerideki dondurma tezgâhının oraya, arkadaşımın yanına (dondurma tezgâhında çalışıyordu) gittim. Biraz bozuk ve sinirliydim. “Şuradaki adam patronmuş, iş istedim, yokmuş, bana para vermeyi önerdi, kendini ne sanıyor bu herif’” diye söylendim. Arkadaşım da bir yandan bir çocuğa, elindeki külaha vişneli dondurma koyarken, “O, Asfalt Rıza” dedi. Adını duymuştum. Ünlü kabadayılardan. Çaktırmadan gittim, arka taraflardan, gizlenerek, bir süre Asfalt Rıza’yı izledim. Valla çok normal bir adamdı, işte. Ama biraz tedirgin olduğumu belirtmeliyim. Kesinlikle belinde tabanca vardır, diye düşündüm. Aradan bir süre geçti. Adana’da bir haber yayıldı: Asfalt Rıza'nın ünlü kardeşi Süleyman Sırrı belediye meclis toplantısını basmış, silahla önüne gelene ateş etmiş. Belediye Başkanı Ege Bagatur ağır yaralanmış. Çalıştırdığı çay bahçesi belediyeninmiş ve bir anlaşmazlık varmış. O günden sonra Asfalt Rıza kayıplara karıştı. Hakkında bir yığın söylenti dolaştı. Ama gidiş o gidiş, bir daha da Asfalt Rıza’dan haber alınamadı.
Elbette bu “kriminal” ortama karşın, entelektüel, insanı güzel bir dünyanın imgelemine yönelten şeyler de olmuyor değildi. Son derece nitelikli edebiyat öğretmenlerimin ve bir-iki sağlam arkadaşımın sayesinde kitapları keşfettim. Bir de Fransızca öğretmenimiz vardı, “Ajan Fe”. Gerçek adını hatırlamıyorum. Zaten öğretmenleri lakaplarıyla bilirdik. Bir öğretmenin lakabı yoksa, kayda değer biri sayılmazdı. İşte Ajan Fe bize Fransızca’dan Baudelaire, Valéry falan okuturdu.
Adana’nın kendine özgü figürlerinden de söz etmeliyim. Bunlardan biri Ercan Kont’tu. Yanlış hatırlamıyorsam, 1980’li yılların sonlarıydı. Adana’da bir kültür sanat etkinliğine katılmıştım ve program gereği Sabancı Kültür Merkezi’nde bir söyleşi yapmış, Adana’da şiir yazmaya nasıl başladığımı, nasıl yaşadığımı anlatmıştım. İzleyiciler arasında, en ön sırada oturan bir adam da konuşmamı büyük bir ilgiyle dinliyordu. Konuşmamın bir yerinde, yaşadığım bir olayı aynen şu şekilde anlatmıştım:
“Lise birinci sınıftayken, yani on altı yaşımda yazdığım şiirlerimi göstermek, eleştirisini almak istediğim birini arıyordum. Bana birisini önerdiler. Bu adamı kim önerdi, hatırlamıyorum. ‘O, şiirden anlar’ dediler. Aslında onu birkaç kez görmüştüm. Düğün salonlarında sunuculuk yapıyor, fıkra anlatıyor, şiir okuyordu. O zamanların ‘talk show’cusuydu denebilir. Yarattığı imajıyla da ilginç bir insandı. Uzun sakalı, uzun saçları ve yarısı kızıl, yarısı siyah bıyıklarıyla, o dönemlerde pek rastlanmayan bir görüntü sunuyordu. Ona nasıl ulaşacağımı araştırdım. Marmara Pavyon’da sunuculuk yaptığını öğrendim. Yıl 1972. On altı yaşındayım. Ülkede olup biten olayları hissediyorum ama ciddiyetinin farkında değilim. Bir gece şiir defterimi alıp Marmara Pavyon’a gittim. Ona şiirlerimi gösterecektim. Merdivenleri çıktım. Kapıdaki adama onu sordum. ‘Burada bekle’ dedi, gitti. Az sonra o adam geldi. Şiirlerimi göstermek istediğimi söyledim. Beni arkalarda bir masaya oturttu. Bir oralet söyledi, gitti. Sahneye çıkacak dansözü sunduktan sonra geldi. Defterimi aldı, şöyle bir göz attı. Ben bu arada pavyonun ilk kez gördüğüm ortamına dalıp gitmişim. ‘Bunları sen mi yazdın?’ diye sordu. ‘Evet, ben yazdım’ dedim. ‘Bu vakitte tek başına mı geldin? Nereden geldin? Ortalık tehlikeli, bilmiyor musun?’ dedi. ‘Tek başıma, Kanalköprü’den geldim’ dedim. Kanalköprü, o zamanlar kentin dışında sayılacak bir uzaklıktaydı. Oradan yürüyerek gelmiştim kent merkezine. ‘Yazmaya devam et, hadi git’ dedi. Başka bir şey söylemedi. Çıkıp gittim eve, gece yarısı, kolumun altında şiir defterim, yürüyerek. İşte o adam Ercan Kont’tu!”
Ercan Kont oturduğu yerde hafif sarsıldı, çok şaşırdı, yanıma geldi, bana sarıldı.
Birkaç yıl önce, aradan yarım yüzyıla yakın zaman geçtikten sonra, başrolünü benim oynadığım bir filmin gösterimi için Adana’ya gittik. Filmin öyküsünde bu olaya da yer vermiştik. Filmdeki karakterler gerçek adlarıyla yer alıyordu. Yaşar Kemal Salonu’ndaki gösterime Ercan Kont’u da davet ettik. Filmde kendine yer verdiğimiz için çok duygulandı. Bana sarıldı, ağladı. Küçük bir konuşma yapmasını istedik. O profesyonel adam çok heyecanlanmıştı.
Ercan Kont, Adana'nın kültürlenme sürecinde yeri olan, destanımızda da macerası olan bir adamdı. Yazlık sinemaların, düğün salonlarının, masum eğlencelerin, dürüst ve hak edilmiş mutlulukların önemli figürüydü. Adana Belediyesi Kültür Müdürlüğü yaptı. Şehir Tiyatrosu'nu yönetti. Bir dönemi belki de onunla tanımlamak mümkündü. İşte Ercan Kont'u geçen yıl bu günlerde kaybettik. Belki bir dönemi de kaybettik