Ahiret korkusu KHK’yla iptal
Şu ya da bu vesileyle memleket nüfusunun şu ya da bu kesimini ortadan kaldırmaya yönelik türlü kanlı tezgâhlardan geçip bugünlere geldiklerinden, duygudaşlıkları elbette benzer işleri becerenlerledir. Onlar için İsrail’le ticareti kesmeme belki de yegâne açık sözlü davranış sayılabilir.
İsrail’le ticarî ilişkilerin kesilmesini talep ederek "Filistin İçin Bin Genç” adıyla faaliyet gösteren inisiyatif, talebini duyurma amacıyla Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde bir araya gelip gösteri yapmaya kalktı ve polisin abartılı şiddetine mâruz kaldı. Gösterici grubun Gazze konusunda boynu eğik iktidar seçmenine hitap edebilme kabiliyeti yüksek. Aralarındaki başörtülü genç kadınlar taze konjonktürde muktedirlerin gözüne saatli bomba gibi görünüyor olmalı. Hattâ, ne saatlisi!.. Taşıyıcı kolonlara yerleştirilmiş tahrip kalıpları gibi.
Seçimdeki “İsrail muhabbeti etkisi” henüz güvenilir şekilde ölçülemedi. Şahsen, iktidar seçmeninin, başka hiçbir sebep olmaksızın, sırf Filistinli Müslümanlara sırt çevrildi, “düşmanla” iş birliği yapılıyor diye iktidar partisinden kolay kolay oyunu esirgeyeceğini sanmıyorum. Yapan olduysa, bunca yıldır bunca hak-adalet çiğnemeye, çalma çırpmaya, iktidardan düşmemek için kanlı yollara başvurmaya en azından sessiz kalarak omuz verip sonra birdenbire Gazze halkı için insafı, vicdanı, adalet hisleri ayağa kalkan görüldüyse -tuhaf ahaliyiz, olmaz değil-, seçim sonucuna damga vuracak sayıda değillerdir diye tahmin ediyorum. (Erbakan’ın Oğlu Partisi’ne yönelişin bir tepkiler-saikler kombinasyonunun ürünü olduğunu sanıyorum.)
AKP destekçileri nezdinde “Aman İsrail’le muhabbete halel gelmesin!” tutumundan duyulan rahatsızlığı belki “karşı tarafın” bu meseleyi sahiplenmesi artırmıştır. İsrail’e akaryakıt, çelik, patlayıcı ve silah imalatında işe yaradığı söylenen birtakım parçalar taşıyan gemilerin gidiş-gelişini, iktidarın muhtemel şerrinden korunabilmek için evini barkını terk etmek zorunda kalan muhalif gazeteciden (Metin Cihan’dan) öğrenmeleri, bu ikiyüzlülüğün belgelerini yayan, paylaşan insanların kendilerinden saymadıkları kimseler olması, sanırım olayın kendisi kadar sinir bozucu olmuştur. Zira bu etken, aynı zamanda, tapınılan devlete nihayet hakim olmuş muhayyel “Müslümanlar”ın düpedüz gaflet ve delalet ve hattâ hıyanet cinsinden sistematik tavırlarının teşhirini daha cafcaflı, daha gösterişli hale getirdi.
Üstelik, İsrail’le muhabbetin bir türlü kesilemeyişinin gerisinde yatanı bir türlü kavrayamayış da vahameti artırıyor. Bırakın geçen güne kadar iktidarı destekleyen -bundan ilk defa bu seçimde vazgeçmiş- seçmen kitlesini, muhalifler de anlayamıyor ki vazgeçilmez derin muhabbetin altında yatanı. Kiminle konuşsak, ilk cevap: “ekonomi”! Peki, bu kadar mı yani? Yani İsrail’den gelecek para bile böylesine vazgeçilmez mi? Sayıları derleyip aktarmaya üşeniyor değilim, değerli okurlar, bundan özellikle kaçınıyorum, çünkü erişebileceğimiz sayılara güvenip bu konuda fikir yürütmemizin hiç mi hiç sağlıklı olmayacağını sanıyorum. Böylesine ısrarla sarılınan ilişki hakkında öğrenemeyeceklerimiz mutlaka bilebileceklerimizden fazla kalacaktır. Akla gelen ikinci ihtimal, Ankara’nın, Suriye ve Irak başta, İsrail’in hemen dibinde, belki çevresinde kalkışacağı işlerde, Tel-Aviv’in üstü örtülü rızasına, en azından ses çıkarmamasına ihtiyaç duyacak olması. Bizim bilmediklerimizi bilen birileri belki bu ihtimali kurcalayarak bir şeyler çıkarabilirler. Biz şimdi ne desek spekülasyon olacağından ihtimale işaret etmekle yetinebiliyoruz. Ve elbette üçüncü olarak, Ankara’nın, şimdilerde Suriye ve Irak sınırlarının ötesine uzanan “Kürt politikası” nedeniyle, -yakın tarihe de uzanacak şekilde!- Tel-Aviv tarafından sıkıştırılabileceği ihtimali var. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kalemini her fırsatta işaretlemek üzere bu şıkkın etrafında gezdirdiğini gördük.
Hangisi olursa olsun -belki hepsi bir aradadır-, iktidarın İsrail’le muhabbet tutumunun içerideki konumunu böylesine sarsacağını hesaplamadığı belli. Çünkü iktidar koalisyonunu ayakta tutan gövdeden hiçbir uzvun buradan kopmaya cesaret edemeyeceğini veri almaya alıştılar. Haksız değildiler elbette. Ama insan evladı bazen her şeye sonsuza kadar katlanamayabiliyor. Eğer burada tehlike görselerdi -özellikle Tayyip Erdoğan görseydi- mutlaka, göstermelik de olsa İsrail hükümetine yönelik bazı sert çıkışlar, kınamalar, tehditvârî duyurular falan yaparlardı. Kaldı ki, gizli hatlardan görüşüp, “kamuoyu baskısı yüzünden sevkiyata ara veriyoruz, biraz da küfür kıyamet gideceğiz” mesajı verip işleri herkesin bu kadar gözüne sokmadan yürütmek de imkânsız değildi. İsrail’le ticaretin nasıl hayasızca sürdürüldüğünden bizi ABD veya Rusya gizli servisleri falan haberdar etmedi sonuçta; bir gazeteci tamamen açık kaynaklardan derlediği bilgileri aktardı. Böylesine yüzsüzce apaçık olmayabilirdi.
Açıkçası bu kadar pişkinliğin, riyakârlığın gayet nazik ve tehlikeli bir konuda, hiç tedbir alınmaksızın ve uluorta sürdürülmesini nâçiz köşeyazarınız da anlayamadı, muhterem okurlar. Bu yüzden, işte, yukarıda değindiğim tesbite sığındım: hesaplayamadılar, küçümsediler. Ve bu “kibir faktörü”, şüphesiz dindarlığın kendinden menkûl erdemine basarak yükselmiş birileri için ayaklarının altından zeminin çekilmesi demek. Bu durumda belki de başa, AKP’nin demokrasi, hak-adalet vaatleriyle ortaya çıktığı günlere dönüp, artık şüphesiz siyaseten değil, ama hiç değil, buna karşılık felsefî düzeyde, varoluşsal sorun çerçevesinde, ahlâk ve vicdan konularını yeniden konuşmalıyız. İsterlerse, ahiret korkusu bağlamında.
Çünkü yalnız dünyanın gözü önünde soykırıma girişmiş İsrail’le ticareti kesmeyi aklından bile geçiremeyen oportünist, faydacı, bir yandan da korkak politikacılardan falan söz etmiyoruz. Dinin koruyucu kalkanı arkasında çıkarcılık ve riyakârlığın donattığı sahnede programa çıkanlar, seçim kaybedince iftar çadırı kapatan dinibütün belediye kadroları artık. Yoksul halka faydadır diye iftar çadırı kuran siyasetçinin seçim kaybedildiğinde herhalde öfkeyle, muhtemelen nefretle, kesinlikle intikam duygusuyla, her hâlükârda akla hafsalaya sığmaz bir hainlikle bu hizmeti kesmesi, tıpkı çocuk istismarını hasıraltı etmek için taklalar atanlarınki gibi bir ihanet olmalı, şu meşhur “değerler”e. Değilse, kimin bu “değerler”den ne anladığından başlayıp bizzat değerlerin ne ölçüde sahici olduğuna uzanan tartışmalara zemin doğar. Her hâlükârda sonunda yine geliriz aynı soruya, dini siyaset aracı yapmış kişilerde, özellikle muktedir konumlara yükselmiş olanlarında sahiden ahiret korkusu olup olmadığı sorusuna.
Normal olarak bu, hiçbir memleketin siyasî hayatını toptan ilgilendiren bir soru olmazdı. Ancak bizde mevcut iktidar büyük ölçüde din istismarı siyasetine dayanıyor. Ve ahlâk, vicdan ve insafın özellikle en çok aranacağı yerdeki yokluğundan doğan muazzam obruk -ki azamî derinliğine AKP marifetiyle ulaşmıştır- hepimizin ortak alanda toplanıp dertlerimizi halletmemizi imkânsızlaştırıyor. Devletin çektiği jiletli elektrikli telleri aşınca ulaşılacak açık alanı obruk fiilen yok ediyor. Bunlardan ötürü, öncelikle halledilmesi gereken varoluşsal meseleler çıkıyor karşımıza.
Ha belki “Erdoğan ya da AKP iktidarda yalnız değil ki,” diye hatırlatanlar çıkacaktır. Devletin bilmediğimiz yerlerindeki bildiğimiz ama tanımadığımız güç odaklarını ve MHP’yi hesaba katmamızı istiyor olabilir bu dikkatli kimseler. Konuştuğumuz bağlamda onları hesaba katmamız gerekmiyor, sayın seyirciler. (Artık hepimiz sayın seyircileriz; soykırım izliyoruz koltuklarımızdan, kanepelerimizden.) Hak-adalet tanımayan güncel Türk-İslâmcı iktidarın bu ortaklarının İsrail’in marifetine ilişkin yegâne duygusu kıskanmaktır zannederim. Bir de haset; tıpkısını yapamıyor olmaktan doğan. Şu ya da bu vesileyle memleket nüfusunun şu ya da bu kesimini ortadan kaldırmaya yönelik türlü kanlı tezgâhlardan geçip bugünlere geldiklerinden, duygudaşlıkları elbette benzer işleri becerenlerledir. Onlar için İsrail’le ticareti kesmeme belki de yegâne açık sözlü davranış sayılabilir.
AKP içinse… Bakarsınız yarın öbür gün öğreniriz ki, ahiret korkusu zaten “AKP ve MHP oylarıyla red” ya da KHK’yla iptal edilmiş.