Ahmaklığın kısa tarihi: Savaş
Hiçbir stratejik çıkar, hiçbir bir ‘kutsal’ dava, hiçbir ütopya ve din, bir insanın öldürülmesini haklı ve meşru gösteremez. Savaşı ‘iyi’ ve ‘kötü’ diye ayıranlar, bir madalyonun iki yüzüdürler.
Mehmet Taşdemir
Savaş, hayatın doğal akışını bozup, mezarlıkları büyütür. Her şeyi tersine çevirir. Baba oğlu gömmek zorunda kalır. Yaşamı güzel kılacak ne varsa, ölümü yüceltmeye harcanır. İktidarlar, vatanseverlik demagojisiyle gece gündüz demeden hakikatin kuyusunu kazarlar. Savaş elleri böğründe kalmış kadınlardan bir ordu yaratır. Örgütlü bir cinayettir savaş. Savaşlar toplumların geçirdiği bir nevi sara nöbetleridir.
Savaşlara yol açanlar toplumun savaştan kaynaklanan hastalıklı ruh halini, gözlerini kırpmadan, onun sağlık işareti olarak yansıtırlar. Herkesi alçaklığın kahramanlık olduğuna inandırırlar.
İktidarda kalmanın en etkili yollarından biri, gerçeğin sürekli tersyüz edilmiş halde tutulmasıdır. Savaş bunun en muazzam araçlarından biridir. Savaşın yarattığı toz duman, herkesi kör edeceğinden, bir sahtekâr, kalın kafalı bir general veya yarı cahil bir siyaset simsarı kimseye görünmeden, el çabukluğuyla bir anda aziz mertebesine tırmanabilir. Böyle bir atmosferde tenekeye teneke demek bile keyfi biçimde suç kategorisine dâhil edilebilir. Bununla da yetinilmez, tenekeyi pırlanta kabul etmek bir yükümlülük haline getirilir. Savaş bütün zorbalıkların, adaletsizliklerin, aptallıkların, keyfiliklerin meşru kılınmasıdır. Savaş hallerinde insanlar yaptıklarından değil, yapmak istemediklerinden de sorumlu tutulurlar. Savaşa karşı olmayı yasaklamak bir yerde masum bile sayılabilir. Çünkü asıl felaket, savaşı desteklememiş olmanın bir suç haline getirilmesidir.
Savaş durumlarında suç erdemle, vicdan kıyıcılıkla, akıl çıldırma haliyle yer değiştirir. Toplumun tımarhaneye dönüştüğünü kazara söylemeye kalkışanlara delilik ve hainlik damgasının vurulduğu bir ortamda, gerçeğin cılız sesi hiçbir kulağa ulaşmaz. Böyle zamanlarda söz bir kadavradır, sadece savaşı sürdürmekten yana olanların pis kokularını etrafa yayar. Haber alma kanalları ise borazana döner. Toplum, esasen kliniğe yatıramadığı bir despotun veya despotlar grubunun cezasını her gün ölerek, öldürerek ve çıldırarak çeker. Geniş kitleler her an ölümün yüceltildiği, hayatın hiçe sayıldığı nutuklarla afyonlanır. Gerçeğin suikasta uğramasına boyun eğildiğinde, çürüme korku eşliğinde bütün bedene yayılmakta bir an bile tereddüt etmez. Savaşın içine çekilmiş bir toplumun da hakikat kaygısı olmaz zaten. “Savaşta verilen ilk kayıp, gerçektir.” (Aeschylus)
Savaş bir yalanlar silsilesidir. Savaşlarla şöhret kazanmış bütün ‘büyük’ kişiliklerin, ‘kahramanların’ üstünü kazıdığımızda, altından profesyonel katiller çıkacaktır. İnsan, savaşı bir ‘çözüm’ aracı olarak devam ettirdiği sürece iflah olmayacak, yalan onun ‘hakikati’ olmaya devam edecektir. Bir şaheser olan Kitle ve İktidar kitabının yazarı Elias Canetti, savaşı bir metaforla şöyle anlatır: “Birbirinizin karşısına çıplak durumda çıkmak zorunda kalsaydınız, birbirinizi boğazlamanız daha bir güç olurdu. Katil üniformalar(dır)”. (İnsanın Taşrası kitabından)
Savaşı anlatan sayısız edebi eserin olduğunu biliyoruz. İlk akla gelen Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı dev eseridir. Napolyon’un 1812’deki bozgunla sonuçlanan Rusya Seferini en ince detaylarına kadar anlatan Tolstoy, romanın sonlarına doğru savaşı ve tarihteki ‘büyük’ kişilikleri teorik açıdan da irdeler. Büyük romancı Tolstoy bile tarihe adlarını savaşla, kanla yazdıran bu ‘büyük’ kişiliklere eleştirel yaklaşmayı aklından geçirmez. Aslını sorarsanız, bu örnekten de anlaşılacağı üzere, edebiyat tarihi de çok masum değildir. Savaşın yüceltildiği, savaşan, savaşlara yol açan kişiliklerin kahramanlaştırıldığı pek çok edebi eserin olduğunu biliyoruz. Edebiyatın da yer yer kıyıcı tarihin bir dişlisi olmakla kalmadığını, ona meşruluk kılıfları biçtiğini görüyoruz. Ama olumlu örneklerin de azımsanmayacak düzeyde olduğunu söylemeden geçmeyelim. Mesela Batıda Yeni Bir Şey Yok romanı. Savaşın, faşizmin vahşi yüzünü yalın ama sarsıcı biçimde anlatan bu romanın, yeryüzünde barış çabalarına ilham veren eserlerden biri olmayı hak ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Adını anmaya değer bir başka eser, Çek yazar Yaroslav Haşek’in Aslan Asker Şvayk adlı romanıdır. Savaş ve edebiyata dair açıklayıcı olduğunu düşündüğüm arka kapak yazısının bir bölümünü buraya almak istiyorum. “Aslan Asker Şvayk, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarından birini, Birinci Dünya Savaşı’nı tüm anlamsızlıkları, gülünçlükleriyle yerden yere vuran bir yergi başyapıtı. Çek yazar Yaroslav Haşek’in, savaş çığırtkanlığını, militarizmi, devlet buyurganlığını gözünün yaşına bakmadan eleştirdiği bir mizah klasiği. Şvayk ise, dünya edebiyatının en unutulmaz karakterlerinden biri… Şvayk her zaman zorbalığa karşı edilgin bir direniş içinde. Aslan Asker Şvayk, yayınlandığı dönemde, savaşa karşı direniş yalımlarını tutuşturmuş, savaş taşlamalarıyla tüm Avrupa’yı ‘bulaşıcı bir virüs’ gibi sarmış.” (Çev. Celal Üster, Can Yayınları)
Neredeyse bütün savaşlar karşılığını edebiyatta bulmuştur. Savaş gibi muazzam dramlar yaratan toplumsal olaylara kayıtsız kalan bir edebiyat zaten kalıcı olamaz. Savaşların tarihinden bir anlığına edebiyatın kovulduğunu hayal ettiğimizde, geriye tatsız tuzsuz bir tarih anlatımı, insanın ruhuna kara bir perde gibi düşecek bir hamaset kalır sadece.
Sanatlar içinde edebiyat kadar savaşların ipliğini pazara çıkaran bir disiplin az bulunur. Görünürde savaş basit bir eylemdir. Savaşa yol açan nedenler ise çok karmaşıktır. Edebiyatın kendisi, toplum, birey, ideoloji, etik, psikoloji ve politika üzerinden yol alıp, bu karmaşıklığı göz önüne sermeye çalışır. Edebiyat ne bir çözüm odağı ne de bir ‘kurtarıcı’dır. Bilakis gerçek edebiyatın asıl ‘kurtarıcılar’la sorunu vardır. Bütün ‘kurtarıcılar’ var olmalarını mevcut veya tahayyüllerindeki savaşa bağlarlar. Ölümden yana değil, hayatı savunan bir edebiyat doğal olarak, baskıya, şiddete, yıkıma, doğanın tahribine karşıdır. Savaşı bir ikbal ve yükselme kapısı gibi gören ‘kurtarıcılar’ edebiyatı sadece ellerinin kanını temizleyecek bir araç gibi görürler. Gerektiğinde edebiyata taş çıkartan nutuklar atmalarının sebebi budur.
Edebiyat politikanın dışında da değildir sanıldığının aksine. Ama politikacıya özenen edebiyatçının edebiyat yerine içi boş bir belagatle edebiyatı gözden düşürdüğünü de söylemeden geçmek olmaz.
Savaşların ipliğini pazara çıkaran bir edebiyat olduğu kadar, savaşı meşrulaştırıp yücelten geniş bir külliyatın olduğunu da vurgulamak gerekir. Savaşı, yiğitlik, erkeklik, mertlik, cesur olma gibi kavramların ardına gizleyen bu hamaset edebiyatı, militarizmin ve kıyıcılığın toplumda ve insan vicdanında kök salmasında en az savaşa karar verenler ve yürütenler kadar önemli bir rol oynarlar. Militarizm hayranlığının gerçek mimarlarından biri de edebiyatı ve kalemini alçaklığın erdem olduğunu kanıtlamaya adamış yazarlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu yazarlar her zaman ‘kahraman’lardan yanadır. Oysa kurbansız ‘kahraman’ olmaz. İnsanlığın vicdanını temsil eden yazarlar ve onların ürettiği edebiyat her koşulda ‘kurban’ın yanında yer aldığı için kalıcı olabilir ancak.
Savaşın en çürütücü sonuçlarından biri de bir suskunlar ordusu yaratmasıdır. Gerçeğe karşı susarak suikastta bulunan geniş çoğunluk, çok geçmeden bunu doğallıkla içsel hale getirir. Korkunun bir sonucu olan suskunluk çok çabuk yayılan bir virüstür. Edebiyatçının kendini bu virüsten koruması hiç de kolay değildir. Edebiyatçı her kelimeyi titreyerek karalar. Her sözü endişeyle sarf eder. Yaratıcılığın da en büyük düşmanıdır savaşlar. Bütün toplumu olduğu kadar, aydını, sanatçıyı ve edebiyatçıyı da görünmez bir kafesin içine hapseder. Savaşı bütün yönleriyle ifşa edecek olanların susturulması, yeni suçlara hazırlık ve kayıtsızlığın örgütlü bir kötülük haline getirilmesi anlamına gelir.
Savaşan hiç kimse aynı kalmaz. Kimi stratejik değerini, kimi caydırıcılığını, kimi ilkelerini, kimi ahlakını, kimi vicdanını, kimi de özgürlüğünü kaybeder. Savaşların kazananı yoktur. Her savaş özünde bir ‘Pirus Zaferi’dir. “Bir zafer daha kazanırsam tamamen biteceğim.” (Pirus) Cihatçı örgütlere karşı savaşı kazandığı kabul edilen Esad’ın Suriye’si bunun en trajik ve çarpıcı örneğidir. Ahmaklığın Tarihi sırf bu yüzden yazılır işte…
Kirli savaşlarda da ‘kutsal’ savaşlarda da kaybeden sadece halktır. (Adına ‘kutsal savaş’ dedikleri asıl en kirli olanıdır. Çünkü biri sırf kafasındaki hurafelere geçerlilik kazandırmak için, öbürü ideolojik saplantılarına hayatiyet kazandırmak uğruna insan öldürmeyi, katliam yapmayı, kelle koparmayı, yok etmeyi mübah görür.) Rusya Ukrayna savaşında da bu gerçeğin değişebilmesi için bir mucizeye inanmamız gerekir. Ama vasat insanların ülkesiyiz ne de olsa. Biri demokrasi taraftarlığı adına Amerika ve müttefiklerini desteklerken, diğeri sosyalizmin anavatanı adına Rus despotizminin arkasında hizalanır. Hiçbir stratejik çıkar, hiçbir bir ‘kutsal’ dava, hiçbir ütopya ve din, bir insanın öldürülmesini haklı ve meşru gösteremez. Savaşı ‘iyi’ ve ‘kötü’ diye ayıranlar, bir madalyonun iki yüzüdürler. Savaşları reddetmek bir vicdan meselesidir. Zira hiçbir ‘dava’ savaşta oğlu ölen bir ananın göğsündeki boşluğu doldurmaya muktedir değildir.