Ahmet Güneştekin: Kayıp Alfabe, sanat hayatımın en önemli sergisi
Ahmet Güneştekin ile ‘Kayıp Alfabe’ sergisini konuştuk. Güneştekin, “Kayıp Alfabe son altı yıl içinde yapmış olduğum eserlerden oluşmakla birlikte pratiğime çok geniş bir ölçekten bakıyor” dedi.
DUVAR - Ahmet Güneştekin’in ‘Kayıp Alfabe’ başlıklı kişisel sergisi, 17 Ocak’ta Artİstanbul Feshane’de sanatseverlerle buluşmaya başladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, İBB Kültür’ün katkılarıyla düzenlenen sergi, Ahmet Güneştekin’in toplumsal süreklilikleri ve kırılmaları izleyerek geçmiş olaylara dair kavrayışını güncel meselelerle ilişkilendirdiği çalışmalarına odaklanıyor.
Christoph Tannert’in küratörlüğünü üstlendiği sergi, Güneştekin’in hafıza ve göç nesneleri, sesler ve görüntüler, üstkurmaca yapılar ve malzeme müdahaleleriyle makro ve mikro ölçekleri birleştirdiği disiplinlerarası işlerini bir araya getiriyor.
Ahmet Güneştekin’le ‘Kayıp Alfabe’yi konuştuk.
‘SERGİYİ OLUŞTURAN İŞLER, İZLEYİCİYİ GEÇMİŞİN ACI VERİCİ YÜZLEŞMELERİYLE BULUŞTURUYOR’
“Kayıp Alfabe” sergisi fikri nasıl ortaya çıktı? Sergiyle vermek istediğiniz ana mesaj nedir?
Malzeme, tüm işlerimin oluşumunda güçlü bir unsurdur. Farklı çerçevelerden yola çıksam bile, her biri sonunda hafızanın alanına ulaşır. Taş veya metalle, sesle veya kitaplarla çalıştığım işler, ortak bir anlatıda bir araya gelir. Serginin düşüncesi de bu malzemelerle şekillendi ve genişledi. Uzun zamandır, günümüz dünyasının bulanık gerçekliklerine bir yanıt arayışıyla bir sergi açma fikrim vardı. Yapısal özellikleriyle, büyük ölçekli üretim gerektiren bu işler için en uygun mekân Artİstanbul Feshane’ydi. Son iki yıl içinde hem İstanbul’da hem de İstanbul dışında yedi farklı stüdyoda yoğun bir çalışmayla uluslararası standartlara sahip bir sergi ortaya çıkardık. Düşünce aşamasından gerçekleşmesine kadar çok sayıda kültür çalışanının serginin oluşumuna katkısı var.
‘Kayıp Alfabe’yi oluşturan işler, tarihi yeniden yorumladığım, izleyiciyi kişisel ve toplumsal geçmişin acı verici yüzleşmeleriyle buluşturan çalışmalar. Milyonlarca yılda oluşan işlem görmemiş ve bazıları fosil içeren taş oluşumları kullandığım heykellerden nesnelerle çalıştığım enstalasyonlara kadar, izleyicinin hareketi ve algısı üzerinde farklı etkiler yaratacak, ortamla diyalog halinde ve çoğu mekâna özgü işler. Eserlerle izleyici arasındaki bağı şekillendiren en önemli unsurun malzeme olduğu bilinciyle bir sergi yapısı tasarladım. Ancak izleyicinin deneyimi için ön mesajlar veremem. Eserlerin tümü, sergileme anından başlayarak, nesneyle deneyimi can alıcı hale gelen izleyiciye teslim ettiğim işler.
Eserlerinizde hafıza, göç ve üst kurmaca temalarını işliyorsunuz. Bu temalar sizin için neden önemli?
Göç nesnelerini kullandığım enstalasyonlarda, farklı düşsel dünyaları birleştirdiğim seramik heykellerde ve kapıların mikro unsurlarına müdahale ettiğim çalışmalarda, malzemeye hiyerarşik olmayan bir bakış açısıyla yaklaşıyorum. İnşa ettiğim temsili anlamla malzemeye yeni bir anlam katarak izleyiciyi de sürece dahil etmek önemli. Belirli fikirleri iletmek için heykel ve enstalasyonla ilgilenmeye başladım çünkü bana geçmişin parçalarını günümüz toplumunun şiddet dolu çerçevesine yerleştirme olanağı sağlıyor. Hafıza ve tarihle ilişkilenen çalışmalarım belki de bugünün bir arkeolojisidir ancak bu hazır bir gerçekliği temsil etmek anlamında değil. Kavramsal bir örnekleme eylemi daha çok. Seçtiğim parçaları bağdaştırarak birleştiriyorum. ‘Kayıp Alfabe’nin malzemesi de böyle oluştu.
‘MALZEMENİN ÖZÜNE SADIK KALDIM’
Disiplinlerarası bir yaklaşım sergiliyorsunuz. Farklı malzemeleri ve teknikleri bir arada kullanırken hangi zorluklarla karşılaştınız? Kullandığınız malzemelerin seçiminde hangi kriterleri göz önünde bulundurdunuz?
Sergide heykel alanına yerleştirilen işlerde taşları minimum müdahaleyle kullandım. Taş ocağından çıkarıldığı haliyle tabakalanma seviyelerini dahi görebilirsiniz. Malzemenin özüne sadık kalarak, kendi doğal özelliklerini ve karakterini vurgulayarak taşı kullanmayı seçtim. Taş oluşumları metalle bağdaştırarak geometrik formlar oluşturdum. Bu heykeller, farklı boyut ve yerleşimlere sahip, devasa ve iç içe geçmiş yapılardan oluşuyor. Dairesel metal karkasların içine alınmış mermer taş oluşumlar Akdeniz’in yumuşak sarısıyla Ege’nin kiremit rengini taşıyor. Sert malzemelerle çalışmanın elbette zorlukları var ama bu onları eğemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Sert ve soğuk olabilirler ama nefes alan oluşumlar oldukları için belki de diğer malzemelerle bağdaştırılmaya oldukça uygunlar.
Sergide titiz bir malzeme yönetimiyle mikro ve makro ölçekleri bir araya getirdik. Kullandığım malzemeleri ortaklaştıran şey, hepsinin yaşamın değişken doğasına dikkat çekerken, öznelliğin zaman içinde nasıl değişebildiğini hissettirmesidir. İnsanın geçmişini kendi maddi tarihiyle birlikte taşıyan taşlarda sürdürülebilir bir geleceğin imgesini görmek, ekolojik krize daha da battığımız bir zamanda belki de dünyanın ihtiyacı olan şeydir.
‘EKREM İMAMOĞLU, SERGİNİN HER AŞAMASINI YAKINDAN TAKİP ETTİ’
Bu sergide yer alan eserlerin yaratım süreci nasıldı? Özellikle sizi etkileyen bir anı veya ilham kaynağı var mı?
Farklı disiplinlerde işler ürettiğimden tek bir merkezde toplanmıyor çalışmalar. Seramik işleri için Kütahya’da çoğunluğu kadınlardan oluşan bir ekiple çalıştık. Bronz dökümler Yalova’da bulunan İtalyanların kurmuş olduğu eski bir dökümhane olan atölyede yapıldı. Metal işler Haramidere’de bulunan atölyemizde demir ve çelik ustalarıyla birlikte ortaya çıktı. Tuval ve üç boyutlu eserleri Şişhane ve Sultangazi stüdyolarında çalıştık. Kırkyamalar'ı 25 kişilik bir kadın grubuyla birlikte büyük emek vererek yarattık. Restorasyon ve teknik işlerimizi de Alibeyköy’de bulunan atölyelerimizde yaptık. İzmir’deki Gavur Mahallesi sergisinde kullandığımız taş ocaklarından çıkarılan mermer blokları yeniden kullandık. Sayın Ekrem İmamoğlu serginin neredeyse her aşamasını yakından takip etti. Zaman zaman stüdyolara gelerek eserlerin üretim aşamalarına tanıklık etti. Desteğini ve dostluğunu bir an olsun eksik etmedi.
“Kayıp Alfabe” ismi nasıl bir anlam taşıyor? Serginin genel temasıyla nasıl bağdaşıyor?
Kayıp Alfabe, yasaklanmış, kurgusal düşüncelere, insan müdahalesiyle soyu tükenmiş ve tehlike altındaki korunmasız dillere bakarak çalıştığım işleri ifade ediyor. Bu işlerde tipografisinden sesine dilin dünyasına odaklanıyorum. Alfabeyle birlikte potansiyelindeki kültürel bağlamın buharlaşmasının yaratacağı kayıpla ilgileniyorum. Susturulmuş ve dışarıda bırakılmış sesleri geri alarak çalıştığım kitaplardan oluşan ağın taşla birleşimi küratöryel pratiğin kavramlarıyla da bir diyalog içinde.
Serginin küratörü Christoph Tannert ile nasıl bir iş birliği gerçekleştirdiniz? Tannert’in sergiye nasıl katkıları oldu?
Sergi hazırlıkları öncesinde sergi mekanını gezdik ve bazı planlamalar yaptık. Serginin küratöryel düzenlemesini benim, sanatsal ve teorik düzenlemesini ise kendisinin yapacağı konusunda fikir birliği sağladık. Berlin’deki ilk kişisel sergim Güneş Yolu için birlikte çalışmıştık, daha sonra Kunsthalle Dresden’de de çalışma fırsatı bulduk. Tannert, Berlin’de Künstlerhaus Bethanien’ın direktörlüğünü yapıyor ve uluslararası sergi projelerinde çalışıyor. İstanbul’la oldukça yakın ilişkileri olan bir kültür sanat profesyoneli. Bu şehri iyi tanıyor. Martin Gropius-Bau’da konusunu İstanbul’dan alan büyük bir serginin küratörlüğünü üstlenmişti. Kayıp Alfabe’nin mitlerle modernliğin kardeşleştiği, politik koşulların acı verici ölçüde belirlediğini ve dünyanın sayısız kırılmalarının bir görüntüsü olduğunu düşünüyor. Yaşamın nasıl sanatsal ifadeye kavuşturulabileceği konusunda benzer duyarlılıkları paylaştığımızı söyleyebilirim.
Günümüz dünyasında sanatın bireyler ve toplum üzerindeki rolü nedir? “Kayıp Alfabe” sergisi bu role nasıl hizmet ediyor?
En zor konularda bile müdahaleci varlığıyla izleyiciyi etkilemeden bırakmayan işlerden bahsediyorsak, sanatsal pratiklerin etkisinin bir perspektif değişikliği yaratma potansiyeline sahip olabileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir sanat, tarihsel olayları, özellikle kırılma anlarını unutulmaktan kurtarmaya olanak veren yöntemlerin geliştirilmesi için uygun bir alan yaratır. Bu daha çok bir karşılaşma alanıdır. Çalıştığım koşullar ve mecra ne olursa olsun, burada yönümü kendi pusulama göre belirlerim. Sergideki işlerime yakından baktığınızda, estetik yaklaşımın konvansiyonel anlatılardan ve yaklaşımlardan uzak olduğunu göreceksiniz. Her biri benim için duygusal bir müdahaledir ve tarihsel ve öznel referansları olan ifade biçimlerine öncelik verdiğim işlerdir.
‘KAYIP ALFABE, KİŞİSEL DÜNYAMI GÖSTERİYOR’
Her serginizde farklı bir hikâye anlatıyorsunuz. Bu serginin sizin kişisel ve sanatsal yolculuğunuzdaki yeri nedir?
Her sergi benim için çok önemli ama Yüzleşme ile başlayan ve daha sonra Hafıza Odası ve Gavur Mahallesi serileri ile devam eden sergilerin benim için ayrı bir önemi var. Kayıp Alfabe kuşkusuz sanat hayatımın en önemli ve en kapsamlı sergisi. Son altı yıl içinde yapmış olduğum eserlerden oluşmakla birlikte pratiğime çok geniş bir ölçekten bakıyor. Tüm sergilerin kişisel bir boyutu vardır. Bu sergi kişisel dünyamı gösteriyor ama bununla birlikte onunla örtüşen kolektif bazı unsurları da yansıtıyor. Toplumsal süreklilikleri ve kırılmaları izleyerek geçmiş olaylara dair kavrayışını güncel meselelerle ilişkilendirdiğim eserleri içeriyor. Metafizik olduğu kadar elle tutulur biçimde somut düşünce ve biçimleri harekete geçiren, nesnelerin mikro unsurlarına müdahale ederek öznel bir karşılaşmaya dönüştürdüğün yapıtları örtüşen mekânlar üzerinden birleştiriyor.
“Kayıp Alfabe” sergisi ziyaretçilerine nasıl bir deneyim sunuyor? Ziyaretçilerin sergiye dair hissetmesini istediğiniz duygular neler?
Feshane, kentsel ve simgesel anlamı olan bir fabrika. Endüstriyel bir miras, çelik ve cam fabrika modelinin ilk örneklerinden. Mekânın içindeki çelik konstrüksiyondan oluşan yapıyı baskılamayan bir çalışmayla sergileme alanları yaratmalıydık. Tasarladığımız duvarlarla ayrılmış bölümler kendi içinde farklılaşıyor ama aynı zamanda bu ayrımları bozuyor. Böyle bir şeffaflaşmaya giderek daha çok kavramları tartışan ve karşılaşmalara odaklanan bir sergi yapısı oluşturmaya çalıştık. Etki dediğimiz şey karşılaşmaların sonucudur ve dünyayı bir dizi karşılaşma olarak deneyimleriz. Nesnelerin etkileme kapasitesine izin veren bir sergileme stratejisi uyguladık. İzleyicinin duygusunu ölçebilecek değişkenler, sanat eserinin sosyal bir nesneye dönüşmesiyle alakalı. Eserin izleyiciler hakkında “olmak”tan çok onlar için “olma”ya geçebilmesiyle ilgili. Esas olarak bunu yapmak istedim, bir sanatçı olarak, izleme anında ne hissedeceklerini hayal etmem mümkün değil.
Sergiyi gezerken izleyicilerin odaklanmasını istediğiniz belirli bir detay veya eser var mı?
Çalışırken oldukça içe dönük bir çalışma izlerim ama anlamın oluşmasında izleyicinin esas bir pozisyonu olduğunu düşünüyorum. Sunum stratejisini belirledikten sonra da izleyiciyi dışarda bırakan bir kurgu zaten olanaklı değil. Çalışırken izleyiciyi içeride tutamazsınız, izleyici ancak daha sonra sürece dahil olabilir. Sergi alanına eserler arasında bir hiyerarşi gözetmeden izleme planı oluşturmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. İzleyici hareketi ve algısı üzerinde farklı etkiler yaratan, etrafında dolaşırken beklenmedik şekillerde değişen, bazen dar ve geniş, bazen sıkıştırılmış ve uzatılmış, bazen de mütevazı ve yüksek ama her zaman beklenmedik mekân geçişleri görecek. Belki bazen sıralı olmayan bir izleme yapmaları gerekecek, bu da patikalarını oluştururken ileri geri hareket etmelerine ve yeni çağrışımlar kurmalarına olanak tanıyacak. Sanatçı olarak ben özellikle bir esere yönlendirme yapamam, herkesin izlediği rota ve yapacağı okuma kendine özgü olacaktır.
‘HAFIZA ODASI, SANAT TARİHİMİZDE ÖRNEĞİ OLMAYAN BİR ŞEYE DÖNÜŞTÜ’
2021 yılında Diyarbakır’da açılan “Hafıza Odası” serginiz, çok sayıda toplumsal ve politik göndermeye yer veriyordu. Sergi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talebi üzerine sonlandırılmıştı. Serginin kendisi ayrı, kapatılması ayrı tartışmalara yol açtı. Bu süreç hakkında neler söylemek istersiniz?
Hafıza Odası, açık olduğu dönemde hafta içi 7-8 bin, hafta sonu 14-16 bin ziyaretçi alarak, sadece benim o güne kadar en çok ziyaret edilen sergim olmakla kalmadı, sanat tarihimizde örneği olmayan bir şeye dönüştü. Yoğun ilgi nedeniyle sergiyi uzatma kararı aldık ve duyurduk. Ancak erken kapatılması yönünde bir karar alınmış, biz bunun bir susturma çabasının sonucu olduğunu düşündük. Yaşamın her alanında hissettiğimiz müdahalelerin sanat alanına etkisi olduğunu biliyorduk. Sergi kataloğu toplatma kararlarından fon sağlanan yapımların dolaşımının kısıtlanmasına kadar keyfi ve tutarsız ama sansürlemeye odaklı uygulamalara tanık olduk bu süreçte. Ama tüm bu tartışmaların merkezinde sanatın ne olduğuna ve ne yapması gerektiğine kimin karar vereceği meselesi olduğunu düşünüyorum. Kültürel sermayenin üretimi ve paylaşımı meselesi. Sanatçı olarak benim için oldukça zor bir süreçti. Ama serginin kendisinin bir tartışma başlatabilmesi değerli olan. Pek çok açıdan da onarıcı bir şeydi. Hafıza Odası’ndaki işleri çalışırken düşündüğüm işlerimin henüz çözüme ulaşmamış bir geçmişle yüzleşmek için nasıl bir yol açabileceğiydi. Sergi etrafında gelişen bütün tartışmaların her açıdan bu çabaya eklendiğini düşünüyorum.
‘SANAT ESERİ TARAFSIZ OLDUĞUNU İDDİA EDEMEZ’
Ahmet Güneştekin ismi tartışmalarla da sıklıkla gündeme geliyor. Eleştiriler, sanatınızı ve mesajınızı nasıl etkiliyor?
Ürettiğim eserlerin sanat eleştirisinin konusu olmasını çok doğal buluyorum. Üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken işler yapıyorum. Ama biliyorum ki sanatsal yaratıcılık nasıl kendine özgü bir bilinci gerektiriyorsa, sanat eserini yorumlama çabası da en az onun kadar bağımsız bir düşünsel bilinci gerektiriyor. Eleştirmenin eseri bütün boyutlarıyla irdeleyebilmesi için eserin yapım süreçlerini, biçim-öz ilişkilerini anlayıp, tüm bunları yorumlayabilecek araçlara sahip olması gerekir. Sanat eseri tarafsız olduğunu iddia edemez. Ancak eleştirmen bu noktada entelektüel olabilen kişidir. Bu derinliğe sahip olmayan ve iyi niyetli olmayan eleştirilerin görüş alanıma girdiğini söyleyemem.