Ahmet Kardam: Mustafa Suphi'nin kaybıyla Türkiye komünist ve sosyalist hareketi İslâm’la hiç barışamadı
Ahmet Kardam'ın son çalışması "Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa" İletişim Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kardam ile Mustafa Suphi'yi ve Suphi’nin Bolşevik Devrimi ile ilişkisini konuştuk.
DUVAR - 1945 yılında doğan Ahmet Kardam, 1969’da ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı bölümde asistanlık yapmaya başlar. 12 Mart darbesinden sonra öğrencilik dönemindeki eylemlerinden dolayı 9 ay süreyle cezaevinde yatar ve asistanlıktan atılır. Yasa dışı yollarla Hollanda’ya giden Kardam, gıyabında 10 yıla mahkûm edilse de ’74 affıyla geri döner. Yayın sektöründe çalışır.
1976 yılında TKP’ye üye olan Kardam, Politika gazetesinde yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışır. 12 Eylül darbesinden sonra yine yasa dışı yollarla Avrupa’ya giden Kardam, -yine- gıyabında mahkûm edilir.
“Türk Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerinin kaldırılması mücadelesi çerçevesinde, Kutlu ve Sargın’ın ardından, 1989 yılında, Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyesi sıfatıyla Türkiye’ye döndüm ve tutuklandım.” 2 sene sonra cezaevinden çıkan Kardam, 2007’ye kadar Veri Araştırma Şirketi’nde ve BZD Yayınları’nda çalışır. “2008’de emekli olunca, beşinci kuşak torunu olduğumu ancak 50. yaşımdan sonra öğrendiğim Cizre-Bohtan miri Bedirhan Bey üzerine beş yıl süren iki ciltlik kitap çalışmasına başladım.”
Son kitabı Mustafa Suphi biyografisini 2016-2020 tarihleri arasında kaleme alan Kardam ile bir araya geldik. Kişisel siyasal geçmişinde Suphi’nin yerini, Suphi’nin Bolşevik Devrimi ile ilişkisini ve kısa süren yaşamındaki onurlu mücadelesini konuştuk.
Biçim olarak biyografi, bir yazar açısından her koşulda risk barındırır. Bahse konu olan kişinin yaşamında nelerin anlatılıp anlatılmadığı her daim tartışmaya konu olur. Hele de Türkiye Solu’nun hemen, tamamına yakınının sahiplendiği Mustafa Suphi odakta olursa… Yola çıkarken bir tedirginliğiniz yahut bir kaygınız oldu mu? Olduysa nasıl bertaraf ettiniz?
Ben bu kitap üzerinde çalışmaya karar verirken Mustafa Suphi’nin biyografisini yazma gibi bir düşüncem hiç olmadı. Mustafa Suphi’ye ilişkin olarak o tarihe kadar yapılmış tüm çalışmalar hep iki eksen üzerine oturtulmaya çalışılmıştı: Birincisi Mustafa Suphi-Ankara ekseni, ikincisi Moskova-Ankara ekseni. Oysa meselenin bir de üçüncü ekseni vardı: Mustafa Suphi-Bolşevik Partisi ekseni. Bir başka deyişle Suphi’nin Ekim Devrimi’nin çeşitli cepheleriyle ve Bolşevik Partisi yönetimiyle olan ilişkileri hiç incelenmemişti; o nedenle de bu boyuttan yoksun olan tüm “Mustafa Suphi” araştırmalarının vardığı sonuçlar bence eksik, hatta yanlış olmaya mahkûmdu. Ben bir Mustafa Suphi biyografisi yazmak için değil, eksik bırakılmış olan bu üçüncü boyutu araştırmak üzere yola çıktım. Bunu yapabilmek için Mustafa Suphi’ye dair bugüne kadar gün ışığına çıkartılmış her bir arşiv belgesini Rusya’daki iç savaşın aşamalarına, Bolşevik Partisi yönetiminin Doğu politikasına ve Batı dünyasına pencere açma çabalarına denk düşen tarihsel bağlamları içine yerleştirdim. Böylece ortaya çıkan “Mustafa Suphi portresi”ni, 1915 öncesi Mustafa Suphi’sinin savunduğu görüşlerle oluşan arka planıyla birlikte yorumlamaya çalıştım. İletişim Yayınları ise bu çalışmamı “politik-entelektüel biyografi” olarak yayımladı ki ben bir biyografi tasarlamamış olsam bile, kitabım kuşkusuz böyle de nitelenebilir.
Kısacası, giriştiğim çabayı hiçbir zaman bir “Mustafa Suphi biyografisi” olarak tasarlamadığım için, yola çıkarken sözünü ettiğiniz türden bir tedirginliğim yahut kaygım olmadı. Her tarih yazımı gibi benim çalışmamın da kuşkusuz daha da derinleştirilip zenginleştirilmesi gereken eksiklikler, hatta düzeltilmesi gereken yanlış değerlendirmeler içeriyor olması mümkündür. Böyle bir riskin yarattığı “tedirginlik” veya “kaygı” ise bence söz konusu olamaz, zira serçeden korkanın zaten darı ekmemesi gerekir.
Bu vesileyle, sayın Emel Akal’ın benim kitabımdan kısa bir süre önce yayımlanan 'Müslüman Komünistler: Petrograd-Kazan (1917-1918)' başlıklı çalışmasına (İletişim 2020) değinmek isterim. 1918 sonrasını kapsayacak ikinci cildini sabırsızlıkla beklediğim bu çalışma bir yanıyla da, Mustafa Suphi ile Bolşevik Partisi yönetimi arasındaki ilişkileri aydınlatacak nitelikte bir araştırma olması bakımından da önem taşıyor. Araştırmacıların hem Mustafa Suphi’nin 1915 öncesi fikir dünyasını ve politik faaliyetlerini, hem de İç Savaş yıllarında Rusya’nın Müslüman Komünistleriyle yaptığı kader birliğini ele almaya başlamalarını çok değerli buluyorum.
'ESKİ ÇALIŞMALARDAKİ MUSTAFA SUPHİ'YE DAİR TARİH YAZIMININ DOĞRU OLMADIĞINI GÖSTERMEYE ÇALIŞTIM'
Bilindiği kadarıyla Mustafa Suphi’nin yaşamı hakkında uzun uzadıya yapılmış, kapsamlı bir çalışma ne yazık ki bir elin parmakları kadar... Siz kitabı ortaya çıkarırken nasıl bir yöntem izlediniz? Geçmiş çalışmalardan farklı olarak ne söylediniz?
Farklı olarak ne söylediğime geçmeden, daha önceki çalışmaların çizdiği Mustafa Suphi portresini hatırlatmak isterim. Bu portre en genel hatlarıyla ve özetle şöyleydi:
- 1915 öncesinin Mustafa Suphi’si “milliyetçi” ve “Türkçü” ve Rusya’ya gittikten sonra da, ölünceye kadar Türk Milliyetçisi olmaya devam etmiş birisiydi. Hatta kimilerine göre “Turancı”ydı.
- Sovyet Rusya’sında, 1918-1920 arasındaki üç yıllık mücadelesi sırasında, kendine özgü herhangi bir fikri olmamış, Bolşevik Partisi’nin ve Komünist Enternasyonal’in görüşlerinin propagandasını yapan makaleler yazmakla yetinmiştir.
- Mustafa Kemal Suphi’yi Türkiye’ye, Ankara’da kendisinin kurdurduğu “Komünist Fırkası”na katılması ve o parti dışında faaliyet göstermemesi koşuluyla davet etmiş ve Mustafa Suphi de bu şartı kabul ederek Türkiye’ye dönmüştü. Böylece, Suphi Türkiye’ye Mustafa Kemal’le işbirliği yapmak üzere, onun icazetiyle, ona güvenerek dönmüş oluyordu.
Kitabım üzerinde çalışmaya başladığım 2016 yılında, benden önceki araştırmacıların çalışmalarından çıkan Mustafa Suphi’ye dair tarih yazımı işte bu birkaç satırdan ibaretti. Ben ise bu tarih yazımının doğru olmadığını, kaynak olarak gösterilen belgelerde böyle bir tarih yazımını destekleyen hiçbir kanıt bulunmadığını göstermeye çalıştım. Farklı olarak söylediğim budur.
Kullandığım yönteme gelince… Benim hemen hemen hiçbir yeni belgeye ulaşmam gerekmedi. 2016 yılı itibariyle, Mustafa Suphi’ye ilişkin neredeyse bütün belgeler Latin harfli Türkçeye kazandırılmış bulunuyordu. Bu kazanım Türkiye Komünist Partisi tarihi üzerine çalışmış araştırmacıların ve kurucuları arasında yer almış olmaktan gurur duyduğum Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı’nın (TÜSTAV) paha biçilmez emeklerinin ürünüydü. Üzerlerinde çalışmaya başladığımda gördüm ki bu belgeler, onları gün ışığına çıkartan araştırmacılar tarafından bile dikkatlice okunup incelenmeden, kendi öznel yargılarına dayanak yapılmaya çalışılmış ve böylece gerçeklerle bağdaşmayan bir “Mustafa Suphi portresi”nin ortaya çıkmasına neden olunmuştur. Oysa özellikle Yeni Dünya gazetesinde yayımlanan haberlerde ve Mustafa Suphi’nin genellikle politik tutum açıklamaları niteliğindeki makalelerinde, adına layık bir tarih yazımı için araştırılması gereken bütün konuların ipuçları mevcuttu. Bu ipuçlarını görebilmek için o makale ve haberleri sonuna kadar dikkatlice okumak yeterliydi. Benim yaptığım bu oldu. Mustafa Suphi’ye ilişkin her bir belgenin tarihsel bağlamları içine oturtulmasıyla oluşan tabloyu yorumlamaya çalıştım. Bu tabloda, bugüne kadar varlığından hemen hiç haberdar olmadığımız çok sayıda ilginç sahneye ek olarak, gerçeğe çok yakın olduğunu düşündüğüm bambaşka bir “Mustafa Suphi portresi” de ortaya çıktı.
Kitabı kaleme alma gerekçenizi, Mustafa Suphi’nin “Siyasi hava Kafkaslar’da kalmaya müsait değil” sözünün oluşturduğunu söylüyorsunuz. Bu söz ne anlama geliyor? Che’nin Küba’dan giderken Fidel’e dediği gibi, “Devrim beni çağırıyor” gibi bir söz mü, yoksa başka bir anlamı mı var?
Bu söz, Bakû’de Mustafa Suphi’yle birlikte çalışmış, Türkiye Komünist Partisi'nin kuruluş kongresinde Merkez Komitesi üyeliğine seçilmiş Süleyman Nuri’nin 2002’de TÜSTAV tarafından yayımlanmış anılarında yer alıyordu. Süleyman Nuri’nin ifadesine göre, Mustafa Suphi’nin sarf ettiği bu cümle, kendisini Türkiye’ye dönme fikrinden caydırmaya çalışanlara verdiği yanıttır. Suphi’nin gerçekten böyle bir söz söyleyip söylemediği, söylediyse bile bununla tam olarak neyi kastettiği belli değildir. O bakımdan, bu sözün ne anlama geldiğine dair fikir yürütmeyi pek anlamlı bulmuyorum. Benim açımdan önemli olan, bu sözün görmemi, üzerinde düşünmemi sağladığı gerçekti. Bu, Mustafa Suphi konusunda o güne kadar yapılıp yayımlanmış çalışmaların hiçbirinde Bolşevik Partisi’yle ilişkilerinin incelenmemiş olduğu gerçeğiydi. “Siyasi hava Kafkaslarda kalmaya müsait değil” cümlesi, Bolşevik Partisi’yle arasında, sosyalist devrimini gerçekleştirmiş Azerbaycan’ın merkezi Bakû’de kalmasına imkân vermeyecek kadar büyük sorunlar olduğu ihtimalini akla getiriyordu. Beni, Suphi’nin Bolşevik Partisi yönetimiyle ilişkilerini incelemem gerektiği sonucuna götürüp bu kitabı yazmama neden olan şey işte, Mustafa Suphi’nin söylediği iddia edilen beş sözcükten ibaret bu cümlesi oldu.
Nitekim kitabımda, Mustafa Suphi’nin Bolşevik Partisi yönetimiyle ve ona bağlı Kafkas Bürosu’yla ilişkilerinde üç noktada ciddi kırılmalar yaşadığını kanıtlarıyla gösterebildiğimi düşünüyorum. Bu kırılmalardan birincisi, Doğu sorunu konusundadır. Tatarların Cedid hareketinin içinden gelen Mollanur Vahidov ile Sultan Galiyev’in liderliğindeki Müslüman Komünistlerle kader birliği yapan Mustafa Suphi, Bolşevik Partisi yönetiminin Ekim Devrimi’nin ayakta kalabilmesini sadece Batı Avrupa işçi sınıfının gerçekleştireceği devrimlere bağlayıp Doğu halklarının devrimci potansiyellerine gereken önemi vermemesini, somut bir Doğu politikasına sahip olmamasını eleştiriyordu. Ayrıca, gene Müslüman Komünistlerle birlikte, Bolşevik Partisi yönetimini, Doğu’nun Müslüman halklarına ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda vermiş olduğu sözler tutulmadığı için eleştiriyordu. Doğu sorunu konusunda takındığı bu eleştirel pozisyon onun Bolşevik Partisi yönetimiyle ilişkilerindeki birinci kırılma noktasını oluşturuyordu. İkinci kırılma noktası, Bolşevik Partisi yönetiminin Enver Paşa liderliğindeki İttihatçı şeflerle kurduğu ittifaktı. Üçüncü kırılma noktasını ise, Bolşevik Partisi'nin Merkez Komitesi'ne bağlı Kafkas Bürosu'nun TKP içindeki muhalefeti kışkırtıp cesaretlendirici tutumu oluşturuyordu. Bolşevik Partisi yönetimiyle ilişkilerindeki bu üç kırılma noktasının, Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye yönelik politikalarını Bolşevik Partisi yönetiminin politikalarıyla uyumlaştırmakta sorunlar yaşamasına neden olduğu anlaşılıyor.
Geçmişten bugüne yapılan tartışmalarda Mustafa Suphi’nin Türkiye dönüş kararının arkasında çeşitli gerekçeler olduğu söylenegeliyor. Siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’ye dönüş kararının dayandığı gerekçelerin neler olduğu konusunda çeşitli şeyler söylenegeldiği doğrudur. Suphi’nin Türkiye’ye dönüşünü aydınlığa kavuşturan belli başlı bütün belgeler yayımlanalı 16 yıl olduğu halde konunun hâlâ söylenti malzemesi olmaktan çıkmamış olması hayret edilecek bir durumdu. Benim herkesin erişimine açık belgeleri inceleyerek bu konuda vardığım sonuç özetle şöyledir:
Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye dönüş kararının amacı, başlamış olan bağımsızlık mücadelesine Türkiye Komünist Partisi'nin aktif katılımını sağlamak, partiyi bu mücadele içinde örgütleyerek güçlendirmek ve savaş sonrasında kurulacak rejimin biçiminin belirlenmesinde söz sahibi olacak güce ulaştırmaktı. Bu hedefe ancak yasal çalışmayla varılabilirdi. Mustafa Kemal’e yazılan mektubun amacı Türkiye’ye dönüş ve yasal çalışma konusunda izin istemek değil, kendisini bu konuda haberdar ederek takınacağı tavrı öğrenebilmekti. Nitekim, Türkiye’ye dönüş kararı, Mustafa Kemal’den gelecek yanıt beklenmeden alınmıştı. Ankara’dan herhangi bir icazet alınması söz konusu değildi. Mustafa Kemal’den gelen yanıt mektubunda, komünist partisinin bağımsız faaliyetine izin verilmeyeceği belirtilerek Ankara’ya sadece bir temsili heyet gönderilmesi istendiği halde, Türkiye’ye dönüş Komünist Partisi’nin bağımsız ve yasal faaliyetini gerçekleştirmek amacıyla yapılmış, Mustafa Kemal’in Ekim 1920’de kurdurduğu Resmi Komünist Fırkası’na katılmak asla düşünülmemişti. Türkiye’de legal olarak faaliyete geçirilecek parti Ankara Hükümeti’ni bağımsızlık mücadelesini kararlılıkla sürdürdükçe destekleyecek, savaş sonrasında yeni rejim konusu gündeme geldiğinde ise, tepeden inme oligarşik bir yönetim biçimi kurulmasına karşı çıkılacak, bağımsızlık mücadelesine katılmış bütün güçlerin ittifakına ve halkın aktif katılımına dayalı, henüz sosyalist olmayan ama sosyalizme evrilme imkânını barındıran, yerel meclislere (şuralara/Sovyetler'e) dayalı demokratik bir cumhuriyet için mücadele edilecekti. Mustafa Suphi’ye göre, Türkiye’de burjuva demokratik bir devrim aşaması söz konusu olamazdı çünkü bunu gerçekleştirecek bir burjuvazi mevcut değildi. Bağımsızlık mücadelesine önderlik eden Kuva-yı Milliye’nin, sürece müdahale edilmeyecek olursa, savaş sonrasında İtilaf Devletleri'yle uzlaşmaya çalışacağı kesindi. Mustafa Suphi, böyle bir programla yapılacak Türkiye’ye dönüş hamlesinin güvencesini Mustafa Kemal’de değil, Bolşevik Partisi ile Sovyet Rusya’dan gelecek destekte arıyordu.
'BU ÇALIŞMAMLA 'KARALAMA' VE 'KARARTMA'NIN YARATTIĞI KARANLIĞI DAĞITMAYA ÇALIŞTIM'
Bir bölümde, “Mustafa Suphi ve yoldaşları(nın)… Karadeniz Katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi…” sözleriyle Sovyetlerin ve Komünist Enternasyonal’in Suphi’yi “maceracılık”la suçladığını söylüyorsunuz. Bu sürecin nasıl geliştiğinden, Suphi ve yoldaşlarının nasıl yalnız bırakıldığından bahseder misiniz?
Bolşevik Partisi’nin “Karadeniz katliamı” karşısındaki suskunluğunun ve hemen ardından Mustafa Suphi’yi “maceracılık”la suçlamasının, Komünist Enternasyonal yönetiminin de Türkiye Komünist Partisi’nin Suphi yönetimindeki kuruluş kongresini geçersiz saymasının arka planında, Suphi’nin Bolşevik Partisi’yle ilişkilerindeki sorunlar olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Ama Bolşevik Partisi yönetimiyle yaşadığı sorunlara rağmen Mustafa Suphi, Komünist Enternasyonal’in Bolşevik Partisini de bağlayan 1920 Temmuz’undaki ikinci kongresinin kararlarına ve Bolşevik Partisi yönetiminin ne olursa olsun Türkiye Komünist Partisini Kuva-yı Milliye karşısında yalnız bırakmayacağına güveniyordu. Ne var ki, Türkiye’ye dönüş sürecinin yaşandığı Ekim-Aralık 1920 dönemi aynı zamanda, Batı proletaryasından beklenen Dünya Devrimi’nden umudun kesildiği, Bolşevik Partisi yönetiminin öncelikle İngiltere ile kuracağı ticari ve diplomatik ilişkiler sayesinde üç yıl sürmüş olan iç savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını sarma politikasını (NEP politikalarını) hayata geçirmeyi bir ölüm kalım meselesi haline getirdiği dönemle çakışır. O dönemde İngiltere, Sovyet Rusya ile bir ticaret anlaşması imzalaması karşılığında İran ve Türkiye’de kendisine karşı propaganda ve örgütlenme yapılmayacağı garantisinin verilmesini şart koşuyordu. Türkiye’ye dönüş ile bu konjonktürün çakışması nedeniyle, Mustafa Suphi ile yoldaşları yalnız bırakılır ve Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi “maceracılık”la suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi'nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar. Böylece, Mustafa Suphi “zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı” haline getirilerek tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Bu karalama ve karartma çabasının etkilerinin günümüze kadar uzandığı görülüyor. Ben bu çalışmamla bu “karalama ve karartma”nın yarattığı karanlığı dağıtmaya çalıştım.
İlk gençlik yıllarınızdan beri devrimci mücadelenin içindesiniz. 60’lı yıllardaki genç devrimci Ahmet Kardam’la, bugünün deneyimli devrimcisi Ahmet Kardam’ın Mustafa Suphi’ye bakışında ne değişti? O gün sizin için Mustafa Suphi neyi temsil ediyordu, bugün neyi temsil ediyor?
Bu kitap üzerinde çalışmaya başlayınca kadar Mustafa Suphi, çoğumuz için olduğu gibi benim için de sadece, Bolşevik Partisi’yle hiçbir sorunu olmayan Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu ilk başkanı, Türkiye’ye dönüşünde yoldaşlarıyla birlikte Karadeniz’de katledilmiş bir “devrim kurbanı”ydı. Daha önceki kuşaktan Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinin ve, kendim de dahil, benim kuşağımın parti yöneticilerinin Mustafa Suphi konusunda yaptığı tek şey, Karadeniz katliamının gerçekleştiği 28/29 Ocak’ının her yıl dönümünde, “şanlı tarihimiz” edebiyatı eşliğinde Suphi’yi ve 15 yoldaşını anmak ve bu vahşi katliamı tertipleyenleri lanetlemekten ibaret bir seremoni oluyordu. Suphi’nin ölümünün Türkiye Komünist Partisi için “çok büyük bir kayıp” olduğunu tekrarlayıp duruyorduk, ama bu kaybın somut olarak ne olduğunu hiç söyleyemedik. Bolşevik Partisi yönetiminin ve Sovyet devletinin Karadeniz katliamı konusundaki suskunluğunu sorgulamak ise hiç aklımıza gelmiyordu.
Mustafa Suphi’nin bugün benim için neyi temsil ettiğine gelince, bu sorunuzu Mustafa Suphi’nin erken ölümüyle Türkiye’nin neler kaybettiğini sıralayarak yanıtlayabilirim:
- Suphi’nin ölümüyle, Rusya’daki iç savaş sırasında Ekim Devrimi'ni savunmak için İdil-Ural cephesinde Beyaz Ordulara karşı savaşmış örnek bir enternasyonalist siyasetçiyi kaybetmiş olduk.
- Bağımsızlık savaşı sonrasında tepeden inme, anti-demokratik bir cumhuriyet yerine, yerel meclislere dayalı demokratik bir cumhuriyet kurulmasını savunan, kararlı bir İttihatçı karşıtı siyasetçiyi kaybettik.
- “Hür milletlerin hür ittihadı” esasına dayalı “federatif bir cumhuriyet” hedefini savunan bir siyasetçiyi kaybettik.
- Her dinden cemaatlerin ruhani kurumlarının devletten ayrılmasını, laikliği savunan, ama aynı zamanda İslâmla barışık bir komünist siyasetçiyi kaybettik. Onun kaybıyla birlikte Türkiye komünist ve sosyalist hareketi İslâm’la hiç barışamadı.
- Suphi’nin ölümüyle birlikte “anti-komünizm” bir devlet politikası haline geldi; Türkiye, Birinci Meclis’in o dar muhalefet yelpazesini genişletme imkânını, demokrasiyi, çoğulculuğu kaybetti.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Hayır, şu anda gündemimde böyle kapsamlı bir çalışma yok. Günlerimi dinlenerek, kitap okuyarak ve kendimi Covid-19 virüsüne karşı korumaya çalışarak geçiriyorum.