Aile ve mahrem ikileminde birey olma savaşı: Yaramaz Çocuklar

Tahakküm nerden gelirse gelsin, ister aileden, ister bir siyasi partiden, isterse bireyin yakınlarından. "Yaramaz Çocuklar", bu tahakküme karşı her zaman bir mücadele yolu olduğunu gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Eda Saraç

İnsan, kendisiyle, doğduğu yerle nasıl barışır? Varlığını nasıl anlamlandırır? Çocukluğunun elinden nasıl tutar? Ülkesinden göçüp gittikten sonra ülkesini nasıl hatırlar? Her anı yaşandığı gibi midir, yoksa zihninin hatırlamak istediği gibi mi? Çocukluğu, insanın tek memleketi midir? Bu ve benzeri pek çok anlamlı soruyu odağına alan bir belgesel, sessiz sedasız vizyona girdi. Belgeselin Fransızca ismi "Les Enfants Terribles". Belgesel, Türkçe’ye "Yaramaz Çocuklar" şeklinde çevrilmiş. Belgeselde yer alan yönetmen Ahmet Necdet Çupur’un kız kardeşi, erkek kardeşi ve erkek kardeşinin eşi, birinci dereceden akrabaları olan bu kişiler aslında yaramazlık yapmıyor, sadece nefes almak istiyorlar. Ailenin, ülkenin giderek koyulaşan muhafazakarlık atmosferinden etkilenmesi, çok yalın, olduğu gibi ve şeffaf bir şekilde anlatılmış.

Yönetmenin aynı zamanda aile üyesi olması, belgeseli izleyen için daha da ilgi çekici ve merak uyandırıcı kılıyor. Açıkçası Türkiye’de gösterime giren son dönem belgeselleri takip etmeye çalışıyorum ancak Türkiye’yi ve geçirdiği değişimi bir ailenin oturma odasından izliyormuş hissi veren bir belgesele denk gelmemiştim daha önce. Bu minvalde bir aile belgeseli izlediğimi de hatırlamıyorum. "Yaramaz Çocuklar" bu anlamda "mahrem nedir?" sorusunu tartışmaya açmasıyla da önemli bir belgesel olma özelliği taşıyor.

Belgesel, Hatay’ın Keskincik köyünün panoramik bir manzarasıyla açılıyor. Arka planda kız kardeşinin çağrısı üzerine 20 yıl sonra terk ettiği köyüne Fransa’dan geri dönmüş yönetmenin sesini duyuyoruz, çocukluğunu hatırlıyor panorama eşliğinde Açıkçası olay döngüsünü burada tekrar etmek veya hikâyeyi olduğu gibi anlatmak kolaycılığına düşmek istemiyorum. Ancak bu belgeselde, sadece olmak istediği gibi davrandığı için büyük zorluklar yaşayan bireyler var. Zeynep, örneğin. Çok güçlü ve dirençli bir karakter. Yalnızca üniversitede okuyabilmek istiyor. Bu ne kadar zor olabilir? Ardından bir meslek seçimi yapabilmek ve de kendi ayakları üzerinde, bir birey olarak "var olabilmek" istiyor. Aslında sadece kendi hayatı hakkında kendisi karar verebilmek istiyor. Bütün bu saydıklarımız, en temel insan haklarından değil midir? Bütün insanların ayrım gözetmeksiniz, bu haklardan faydalanması gerekmez mi? Ama 2022 Türkiye’sinde bir birey eğitim alma ve kendi kaderini tayin edebilmek için her türlü tahakkümle mücadele etmek zorunda kalıyor. Zeynep’in karakteri, aslında içinde bulunduğu koşulların tam tersi yönünde gelişiyor ve tahakküme, patriyarkaya, hayatımızda zorla hüküm sürmek isteyen her şeye karşı bir isyana dönüşüyor. Zeynep’in annesiyle olan diyaloğunu bu memlekette kendi tercihleriyle var olmak isteyen her bireyin izleyebilmesini dilerim. Anneye adeta Sokrates’in soru-cevap yöntemiyle yaklaşan, annesinin de düşüncelerine saygı göstermeye ve geldiği yeri anlamaya çalışan son derece insancıl bir yaklaşım sergileyen Zeynep’e hayran kalmamak mümkün değil. Belki içinde bulunduğu koşullar onu bu denli zorlamasa, Zeynep’in böyle yüksek bir bilince ulaşması da mümkün olmayacaktı. Kendisinin üniversitesini başarıyla bitireceğinden, yüksek öğrenimine devam edeceğinden ve de kendi hayatına ilişkin kararları bağımsız bir şekilde vereceğinden kuşkum yok.

Zeynep’in abisi Mahmut ve Nezahat’a gelince…. Aslında başka, daha kapsamlı bir yazının konusu olmalılar. Mahmut ve Nezahat, biraz uzak bir ihtimal olan evliliğin içinde sıkışıp kalmışlar, birbirlerini tanımalarına olanak verilmemiş. Zira, onlar da kendi hayatlarına dair kararlar vermek istiyorlar ancak tahakküm onların da bu hakkını elinden alıyor. Ancak birbirini tam olarak tanıyamamış iki birey, birbiriyle nasıl bir ömür geçirebilir ki? Özellikle, Mahmut’un komşu köyün imamıyla olan diyaloğu da çok sarsıcıydı. İnsan, o diyaloğu izlerken bu tarz sosyal ilişki dinamiklerinden haberdar değilse, böyle bir müdahalenin nasıl mümkün olacağını en başında anlayamıyor. Örneğin köy imamlarının evliliklere ve ilişkilere müdahale etme, müzakerecilik yapma hakkı olduğunu bilmediğim için içinde yaşadığım ülkenin farklı bir dokusuna şahit oldum izlerken.

Ezcümle, insanı kendisine döndüren, "aile nedir?" ve "her zaman kutsal mıdır?" , "birey olmak için hangi mücadelelerden vazgeçmek gerekir?" sorularını sorduran bu belgesel Kadıköy Sineması'nda, Moda Sahnesi'nde ve muhtelif Başka Sinema gösterimlerinde seyirciyle buluştu. Filmin yapımcılığını Liman Film üstlenmiş. Kendi hayatının kahramanı olmak isteyen ancak ülkenin koşulları yüzünden kendisini kapana kısılmış hisseden herkesin izlemesini isterim.

Tahakküm nerden gelirse gelsin, ister aileden, ister bir siyasi partiden, isterse bireyin yakınlarından…. “Yaramaz Çocuklar” bu tahakküme karşı yalnız başına olmadığımızı, her zaman bir mücadele yolu olduğunu gösteriyor. Yönetmene bana ülkenin kanayan yaralarından en temeli olan eğitimde fırsat ve cinsiyet eşitliğini yeniden güçlü bir şekilde aklıma düşürdüğü ve bu konuda neler yapabileceğimi düşündürtmeye başladığı için de ayrıca teşekkür etmek isterim. Kendisi belgesel gibi zor bir alanda, insanı izledikten sonar koltuktan bir süre kalkmayacak şekilde düşündüren ve içlendiren bir işe imza atmış.

"Yaramaz Çocuklar"ın festival sezonu bitti ancak bir özel gösterimine rastlarsanız kaçırmayın lütfen! Kaçırmayın ve hepimizin hayatı, çıkmazları, etten kemikten “insan” kalma, fırsat eşitliği ve hayatlarımızı geri alabilme ihtimali üzerine düşünün...