Ailenin ekip biçtiği hayatlar: Deli Tarla
Şermin Yaşar'ın öykü kitabı 'Deli Tarla', Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Yaşar kitabında, Türkiye coğrafyasının aile ve toplum yapısının birey üzerindeki yansımasını, başta anne figürü üzerinden olmak üzere, odak noktasına koyarak insan psikolojisini ince ince işliyor.
Çocuk edebiyatına kazandırdığı pek çok eserle tanıdığımız Şermin Yaşar’ın, 'Tarihi Hoşça Kal Lokantası', 'Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu' ve 'Gelirken Ekmek Al' isimli öykü kitaplarının ardından Türkiye coğrafyasında aile ve toplum ekseninde, özellikle de anne figürü etrafında şekillenen hayatları konu edindiği dördüncü öykü kitabı 'Deli Tarla' Doğan Kitap etiketiyle okurla buluştu.
'Deli Tarla', on altı öyküden oluşmakta. Kitaba adını veren öykü ise okuru ilk sırada karşılıyor. Daha bu öyküden itibaren yazarın insan psikolojine ne kadar hâkim olduğunu ve Türkiye coğrafyasını ne kadar iyi tanıdığını anlıyor okur. Zira adından da anlaşıldığı üzere 'Deli Tarla' bir köy öyküsü. Pek çok tarlaya, araziye sahip olan bir köy ailesinin babası bir gün bir tarlaya küçük bir kulübe yapıyor; buraya bir yatak ve birkaç ufak tefek eşya koyuyor ve bazen geceleri orada kalıyor. Ancak bir zaman sonra deliriyor ve tarlanın adı 'Deli Tarla' oluveriyor. Zaten öykünün başında babanın vefatından sonra kardeşlerin bu tarlayı almamak için avukatla ve birbirleriyle tabiri caizse güreştiğine tanık olmaktayız. Nihayet tarla, kahraman bakış açısıyla yazılan öykünün anlatıcısı Kerim’in içkiyi fazla kaçırıp aile bireylerini arayıp kendini rezil etmesiyle kendi tabiriyle ona “kakalanıyor”.
“En münasibi o, tabii ya! Her şeyi Kerim’e kakalamak en münasibi! Ulan bütün ömrüm böyle geçti benim. Bana yengemin kız kardeşini münasip gördünüz. Ben ister miyim acaba diye düşünmeden beni o dişlek baldızla nişanladınız. Altı ay sonra nişanı attık diye yirmi senedir küs o yengem bana. Abimle aram bozuldu, adam kaç senedir doğru düzgün yüzüme bakmıyor. Kendi sevdiğim kızla evlendim, iki senede yapmadığını bırakmadı yengem. Dayanamadı kız terk etti beni, boşandık, rahatladınız. Şimdi dişlek baldız bile mutlu, dişleri de yaptırmış, bir ben yalnızım. Tayin isteyip gidecektim, münasibi yakınımızda olman dedi babam, al, kaldım göt kadar ilçede. Babam öldü, annem kışları yalnız kalıyor köyde, herkesin kendi ailesi var, Ayşegül ters biridir, geçinemiyorlar, en münasibi annemiz Kerim’de kalsın dediniz. Annem senelerce kışı bende geçirdi. Ayşegül ters, ben düzüm çünkü. Şimdi de münasibi benim deli tarlayı almam.” (s.14-15)
Aile, bireyin seçemediği ve zorunlu olarak rüştünü kazanana kadar içinde bulunduğu yapı. Homojen bir yapı arz etmeyen aileyi ötekilerden oluşan heterojen bir yapı olarak görmek daha makul. Bu noktada, Sartre’ın “Cehennem ötekidir” deyişi akla geliyor. Buradan hareketle aile bireylerinin karakterlerini, birbirleri hakkında ne düşündüklerini ve aile içi çatışmaları ince ince işlemiş yazar. Bu çatışmaların türevlerini sonraki öykülerde de görmek mümkün. “Adieu Hala” öyküsü mesela, Almanya’ya giden ailesini beklerken yaşlanan, bu uzun bekleyiş yüzünden akıl sağlığını yitiren bir halanın ve ona yarenlik eden yeğeni Nazlı’nın öyküsü. Nazlı’nın annesini bencil olarak nitelemesi ve annesi tarafından terk edildiği için halasını anne bellemesi fakat daha dokuz yaşında Münevver Hala’nın “onlar gibi olmadığını” babasından öğrenmesiyle ömür boyu oynayacağı bir oyunu sabırla sürdürmesi, hatta halasını iyi etmek için birtakım teşebbüslerde bulunması da dikkate değer. “Kâmil’in Denizkızı” öyküsünde de kaynağını annenin vefatından alan bir travma işlenmekte. Başka öykülerde ise temizlik takıntısı, bağnazlık, ilgisizlik, terk edilmişlik gibi türlü hadiselerin aileleri parçaladığını, aile bireylerinde travmalara yol açtığını görmekteyiz. “Seni Seviyorum Aşkım, Nice Senelere” öyküsünün girişinde bu tarz bir aile yapısı betimlenmekte:
“Annemin sigara, nargile, her nevi alkol, tiryak, müsekkin madde başta olmak üzere, kolonya, parfüm dahil alkol içeren sıvıya ve dahi içinde nikotin bulunduğu iddiasıyla patlıcana, hatta olur da parmağımızın arasına alıp mahsustan sigara yaparız kaygısıyla çubuk krakere kadar beslediği büyük bir kini vardı.” (s.148)
Sigara, alkol vb. maddelerin bağımlılık derecesinde tüketilmesinin zararları aşikâr fakat öyküdeki anne figürü antidepresan kullanan babaanneden, berber olduğu için elleri kolonya kokan Davut Enişte’ye kadar pek çok insanın eve girişini yasaklamakla kalmamış, patlıcan yemekten televizyon izlemeye kadar onlarca yasakla örülü bir aile yapısı inşa etmiş. Tabiî olarak, kapsadığı bireylerin psikolojilerini darmaduman eden bu aile yapısı dağılmaya mahkûm.
Başka bir öyküde ise yetim kalan Fikret’in, şoför girdiği işte çok çalışıp patronunun gözüne girip onun sağ kolu olmayı başardıktan sonra patronun kızıyla evlenmesi ama gözünün hep dışarıda olması konu edilmekte.
“Babası Fikret henüz bebekken ölmüş, annesi bir başkasına kaçmıştı. Fikret dedesinin yanında amcaları, halaları ve babaanneleriyle büyümüştü. Dedesinin dört eşi vardı ve hâlâ gözü başkalarındaydı. Çocuğun geçtiği yol bu olunca, vardığı nokta da çok ötesi olamamıştı.” (s.55)
Fikret’in çocukluğunda bastırdığı duyguların yetişkin yaşında ortaya çıkmasına tanıklık ediyor burada okur. Zira yetim kaldığı için baba figüründen mahrum kalan Fikret, üstüne annesi tarafından terk edilmiş. Annesi tarafından terk edildiği gerçeğiyle yüzleşemeyen Fikret, acısını eşini aldatarak, diğer kadınlara türlü vaatlerde bulunup onları oyalayarak, farkında olmadan hayatını kadınlardan öç almaya çalışarak geçirmekte. Dedesini örnek alması da bu hakikati görmesini engelleyen bir perde.
Kimi öyküler ise trajikomik bir karakter arz etmekte. “Senden Çocuğum Olsun İstiyorum” öyküsünde, mahallenin isimleriyle müsemma, en sessiz iki kişisinin, Sakine ve Duran’ın kaçmaları, ilk çocuklarının bebekliğinde ağlayarak, çocukluğunda ise türlü taşkınlıklar yaparak mahallenin huzurunu kaçırması mizahi bir üslupta anlatılmış.
“Marş Marş” isimli öyküde de üşengeçlik yüzünden ev-iş arasındaki mesafeyi gözünde büyüten, bu yüzden de gizliden gizliye memur olarak çalıştığı belediye dairesinde yaşamaya başlayan bir adamın başından geçenler de yine aynı üslupta tahkiye edilmiş. “Dünya Ahiret Abimsin” isimli öyküye gelirsek, suya sabuna dokunmayan bir insanın küçük bir kurnazlık yaptıktan sonra düştüğü haller de komik unsurun trajik unsurla iç içe geçmesinin bir örneği. Zaten öykülerin çoğunda ikisi bir arada.
Şermin Yaşar’ın öyküleri betimleme değil olay ağırlıklı. Bu minvalde pek çok öyküde klasik kurgunun “serim-düğüm-çözüm” yapısı mevcut. Zaten öykülerin en vurucu tarafı çözüm bölümünün genellikle sarsıcı olması. Okurun merak unsurunu kamçılayan, sonunda hayrete sevk eden metinler. Bu iskeletin içerisinde yazar Türkiye coğrafyasının aile ve toplum yapısının birey üzerindeki yansımasını, başta anne figürü üzerinden olmak üzere, odak noktasına koyarak insan psikolojisini ince ince işlemiş. Zaten bazı öykülerde kahramanlar soluğu psikolog veya psikiyatristte almakta. Yine de profesyonel yardım onlar için yeterli değil.
“Psikoloğa gitmeyi denedim. Her şeyi anlattım. Annemin var olan yokluğunun beni derinden sarstığını, annem tarafından bir nevi terk edildiğimi söyledi. ‘Geçmişten bugüne gelince anneniz olmaya aday belirlediğiniz bir eş bulmuşsunuz ancak o da sizi terk etmiş. Biliyor musunuz insan aşina olduğu duyguya yapışır. Yani o duygu onu zedelemiş bile olsa güvenilir gelir. Çünkü anneden gelmiş ve aşinasınız. Böyle bir eş seçmeniz onu anne yapmanız ve terk edilmeniz çocukluğunuzun tekrarı’ dedi. Bunu biliyoruz da ne yapacağız, Aslı’yı özledikçe annemi öldürmek istiyorum, diyemedim. Bir sonraki seansta görüşmek ve bir daha asla görüşmemek üzere randevulaştık.” (s.166)
Yani, Şermin Yaşar, öykülerinde köyden kasabaya, kasabadan şehre, çiftçiden işçiye, işçiden doktora kadar farklı mekân ve kişi yelpazeleriyle insan psikolojisinin işleyişinden hareketle seni, beni, bizi anlatan metinler olarak karşımıza çıkmakta.