Akademide intihal ve yaptırımsızlık sorunu
Yaygın görülen bir intihal şekli, başka çalışmada kullanılan arşiv belgesini o çalışmaya referans vermeden kullanmaktır. O belgeyi ilk fark eden kişiye referans verilmeden kullanılması intihaldir.
Ayfer Karakaya-Stump
İntihal, bir başkasının eserini kendisininmiş gibi yayımlamak olarak bilinir. Ancak bu yanlış olmasa da özellikle günümüz için son derece yetersiz ve yanıltıcı bir tanımdır. Yaşadığımız teknoloji ve iletişim çağında bir başkasının çalışmasını noktasına virgülüne kopyalamak veya çevirmek suretiyle hırsızlamak olsa olsa —hadi yumuşak bir kelime seçelim— safdillerin yapabileceği bir şeydir. Doğru, ülkemizde böyle şeylere de şahit olmadık değil, halen de olma ihtimalimiz var. Ama bu şekilde yapılan “aşırmalar” aslında buz dağının sadece görünen kısmıdır. Akademide intihalin çok daha “sofistike” —veya isterseniz “şark kurnazı” diyelim— yöntemleri vardır ve bu şekliye maalesef düşünülenden çok daha yaygındır.
Akademide en yaygın şekliyle intihal, başka birine ait orijinal bir bulguyu, fikri, analizi, hatta bir ifadeyi o kişiye referans ve kredi vermeden kullanmak suretiyle kendine aitmiş gibi sunmaktır. Bu durumda intihalci orijinal eserdeki cümleleri belli oranlarda değiştirerek, bölüp parçalayarak, sıralarını bozarak veya aynı şeyi farklı kelime ve cümlelerle ifade ederek aşırma işini kamufle eder. Bu yüzden intihallerin kolay anlaşılır bir dökümünü vermek çoğu zaman teknik olarak zannedildiğinden daha zordur. Yapılan hırsızlığın net şekilde görülebilmesi için orijinal kaynağın intihalcinin yazdıklarıyla birlikte karşılaştırmalı okunması tek yoldur. Böyle bir karşılaştırmalı okuma, söz konusu olanın münferit bir ihmal mi yoksa art niyetli ve bilinçli yapılmış bir aşırma mı olduğunun anlaşılması için de gereklidir.
“Sofistike” intihal yöntemleri tabii bunlarla sınırlı değildir. Mesela alanım olan tarih çalışmalarında yaygın görülen bir intihal şekli, başka bir çalışmada kullanılan bir arşiv belgesini o çalışmaya referans vermeden kullanmaktır. İlgili arşiv belgesi daha sonra temin edilip okunmuş olsa bile, o belgeyi ve önemini ilk fark eden kişiye referans verilmeden kullanılması intihal, yani emek hırsızlığıdır. Zira ilk araştırmacının o belgeye ulaşmak, belgeyi çözmek ve gerçek değerini anlamak için harcadığı bir emek vardır ve bu görmezden gelinemez.
Örnekler çoğaltılabilir, ama hepsini bu yazıya sığdıramayız. Bununla birlikte “sofistikasyonu” itibariyle bütün diğerlerinin fevkinde yer alan ve son yıllarda giderek artan bir başka intihal şekli daha var ki gerçekten de (adeta FETÖ’cü polislerin kullandığı bir takım yöntemler gibi) insana ‘vay be!’ dedirten cinstendir, dolayısıyla değinmeden geçmek olmaz. Bu intihal türünde intihalci bir başka eserin ana bulgu ve fikirlerini aşırır ve tepe tepe kullanır, ama kamuflaj maksadıyla orijinal çalışmaya ve sahibine kıyıda köşede bir dipnotta, kıytırık bir veya birden fazla atıf yapmayı da ihmal etmez. Aslında intihal ne derece büyük ve ciddiyse bu “şark kurnazı” yöntemine başvurma olasılığı da o derece yükselir, çünkü bir suçlama durumunda intihalci “hayır bakın, ben o kişiye/çalışmaya zaten referans vermiştim” savunmasını yapabilme olanağını böylece elde etmiş olur.
Bu ve başka türlü formlarda tezahür edebilen entellektüel hırsızlık, akademide çok yaygın bir sorun olmakla birlikte ne yazık ki çoğunlukla hasır altı edilir, en fazla özel sohbetlerde dedikodu olarak yayılır ama kamusal alanda konuşulmaz. Bunun elbette birçok nedeni vardır. Her şeyden önce, yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi bir intihali kanıtlamak, hele hele de konuya, alana ve literatüre vakıf olmayan kişilerin anlayacağı şekilde bunu yapmak her zaman kolay bir iş değildir. Bu güçlük tekrar eden ve birden fazla yayına dağılmış intihal vakalarında daha da artar.
Ayrıca, başkasının emeğini çalmamak esas itibariyle akademisyenlerin gönüllü olarak uydukları veya uymaları beklenen ahlaki-etik bir normdur, cezai bir yaptırımı yoktur. Dolayısıyla intihal kanıtlansa bile intihalci genellikle herhangi bir yaptırımla karşılaşmaz (hatta ülkemizde siyaseten promosyon bile alabilir!). Elbette bir intihalci için akademik pozisyonunu ve payelerini kaybetme riski teorik olarak vardır, ama pratikte bu tür bir yaptırımın uygulandığına dair en azından benim bildiğim hiçbir örnek yok. Bir diğer yaptırım mekanizması, intihal içeren yayınların akademik dergilerce veya akademik yayın evlerince yayından çekilmesidir. Ancak en “akademiklik” iddiasındaki yayıncılar bile (ki buna Batı ülkelerindekiler de dahildir) basılmış bir makaleyi veya kitabı yayından geri çekmektense çoğu zaman yapılan intihali görmezden gelmeyi tercih ederler. Zira intihali kabul edip yayınladıkları bir makaleyi veya kitabı yayından çekmeleri, uyguladıkları hakemlik süreci ile ilgili şüphe yaratıp derginin saygınlığına da gölge düşürecektir.
Tabii bir de meselenin sosyal ve psikolojik boyutu var. İntihal ürün veren hemen herkesin başına gelebilecek bir durum olsa da akademi dışı araştırmacıların, mastır-doktora öğrencilerinin, daha az tanınan, daha genç akademisyenlerin ve erkeklere göre kadınların intihal mağduru olma olasılıkları çok daha yüksektir. Böyle durumlarda, hele hele de intihali yapan alanda bilinen, bir üniversitede kadrolu pozisyon sahibi veya belli siyasi çevrelerce kollanan biriyse mağdurun sesini çıkarması çok güçleşir. Zaten herhangi biri için bile işletilmesi güç olan yukarıdaki teorik yaptırımların böyle “itibar sahibi” kişilere uygulanması hemen tümden olasılık dışıdır.
Bütün bu nedenlerledir ki intihal mağdurları genellikle seslerini yükseltemezler. Çıkartmaya çalışsalar bile ya duyulmazlar veya protestoları hiçbir sonuç vermez. Daha da kötüsü bu durumlarda intihalciden çok mağdurun haksız konuma düşürülmesi, “mesele çıkaran kimse” muamelesiyle karşılaşması işten bile değildir, hatta çeşitli sosyal ve kişisel netvörklerin harekete geçmesiyle kariyerlerinde önlerinin kesilmesi bile ihtimal dahilindedir. Bir süre önce bir arkadaşım-meslektaşım, akademide intihalin yaygınlığına gönderme yaparak yarı şaka, yarı ciddi “bizim de bir ‘Me Too’ hareketine ihtiyacımız var” demişti. Aslında gerçekten de bazı açılardan akademide intihal, toplumun geneli açısından cinsel taciz vakalarıyla oldukça benzeşir: Herkes yaygınlığını ve yanlışlığını bilir ama susar, suçlunun yaptığı yanına kalır, mağdursa yaşadığı haksızlığın üstüne bir bardak soğuk içmeye mecbur bırakılır.
Bitirirken akademide intihalin neden önemsenmesi gereken bir sorun olduğuna dair de bir iki kelam etmek yerinde olacaktır. Öncelikle unutulmamalıdır ki ciddi ve orijinal bir çalışma yıllara yayılan çok büyük bir emeğin ürünüdür. Bir akademisyen için bu emeğin karşılığı yayınlarının okunması ve hak ettiği atıfları almasıdır, intihalse bu emeğin, daha doğrusu emeğin maddi, manevi ve entelektüel karşılığının kişiden çalınmasıdır. Dolayısıyla intihal kelimenin en safi anlamıyla bir hırsızlıktır, ayrıca mağdur ettiği kişide yarattığı duygusal travma itibariyle de son derece gayri-ahlakidir. İntihal ayrıca daha genel anlamda akademik ortamı zehirleyen ve uzun vadede akademik kaliteyi düşüren de bir olgudur, zira akademisyenlerin birbirlerine güvenini azaltır, karşılıklı bilgi-alıverişini ve işbirliğini zorlaştırır. Böyle bir ortamda özellikle genç akademisyenler, daha tam olgunlaşmadan çalışmalarını yayımlamak ve akıllarına gelen hemen ilk fikri zaman kaybetmeden kaleme dökmek yönünde ciddi bir baskı altına girerler. Nitekim ortalıkta yarı pişmiş veya orijinal katkısı şüpheli bir sürü yayının yarattığı kirliliğin ve gereksiz yoğunluğun nedenlerinden birinin de intihalin ve intihale uğramak korkusunun yaygınlığı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Velhasılı kelam, akademide intihal sorunuyla ilgili daha çok ve daha açıktan konuşulmalı ve adeta kangrenleşmiş bu önemli sorunla cesurca yüzleşmenin yolu açılmalıdır. Umarım bu yazı da o yönde küçük bir katkı olur.