Akademik ve üniversiter disiplinler
Modern üniversite bir “sciences”, akademi ise bir “studies” kurumudur. Üniversite bilim, araştırma ve giderek uzmanlık, meslek öğretme mekânıdır. Akademi ise hümanizmde ifadesini bulan kaliteli insan, birey, yurttaş üretme mekânıdır. Üniversite öncelikle kendi öğrencisine yöneliktir. Akademin hedefi ise bütün toplumdur, kamudur.
Gazete Duvar’da geçen hafta “Üniversite ile akademi aynı kurum değildir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda bu iki kurumun soykütüğüyle ilgili bazı ayrıntıları ortaya koymuştum. Yazının sonunda da okurlara bu konuda devam etmeyi planladığımı belirtmiştim. İşte bu haftanın yazısının başlığı bu nedenle “Akademik ve üniversiter disiplinler”. Yani sözümü tutuyorum. Geçen haftaki yazının ana fikri başlığından da anlaşılabileceği gibi tarihsel bir derinlikten bakıldığında üniversiteyle akademinin aynı kurum olmadığı idi. Bu yazıda ise bu kurumların içlerine biraz daha yakından bakmaya çalışacağım. Yani üniversiteyle akademinin içinde tam olarak yapılan şey nedir?
Ortaçağ Avrupası’nda üniversitede dört fakülte bulunurdu. Bunların ilki Sanat/Zanaat Fakültesi diyebileceğimiz bir yapılanmaydı. Bu birimin kendisi doktora eğitimi vermezdi. Günümüzün moda deyimiyle diğer fakültelerin hazırlık sınıfları gibi bir işlev görürdü. Ana fakülteler ise teoloji, hukuk ve tıptı. Sadece bu fakültelerde doktora yapılması mümkündü. Yani öğrenciler önce Sanat/Zanaat Fakültesi’nde “septum artes liberales” formasyonu alırlardı. Sonra diğer üç fakülteden birine yönelirlerdi. “Yedi özgür sanat/zanaat” diye çevirebileceğimiz bu formasyon ise kendi içinde iki modülden oluşurdu. Trivium, yani üçleme gramer, mantık, retorik yüklemesini içerirdi. Quadrivium, yani dörtleme aşısının içeriğinde ise aritmetik, geometri, müzik ve astronomi vardı. Bugün Ivy League diye sınıflandırılan ABD’nin en seçkin üniversitelerinde uygulanan “Liberal Education” modelinin kökeni Ortaçağ Avrupası üniversitesindeki “septum artes liberales”e kadar gider. Konunun siyasal bir ideoloji olan liberalizmle ilgisi yoktur! O kurumlardan yetişen herkesin “liberal” olması bir zorunluluk değildir!
Burada ana fikir şudur: Ana fakültelerden mezun olacaklara önce genel bir formasyon yüklemesi yapılır. İstisnasız bütün öğrenciler bu formasyonu tamamlamak zorundadırlar. Yoksa ana fakültelere kabul edilmezler. Bu formasyon doğrudan bir mesleğe işaret etmez. Ama teoloji, hukuk ve tıp mesleki alanlardır. Mesleki eğitim ancak böylesi bir asgari genel formasyonun üzerinde anlamlıdır çünkü. Bu anlamda haddimi biraz zorlama pahasına genel formasyonun bir tür “akademik altyapı”, fakülte/doktora eğitiminin ise “üniversiter çatı” olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Bugün hepimizin adlarını ezbere bildiği Avrupa’nın köklü üniversiteleri, içinde bulundukları ulus-devletlerden çok daha kadim kurumlardır. Bu üniversitelerin yaşı artık binyıl seviyesindedir. Türkiye’de ise üniversiteler mecliste bir yasayla kurulabilir ancak. Ortaçağ üniversitesinde doçentlik bir unvan değildir, öncelikle her üniversitede ders verebilme hakkına işaret eder. Ve aynı zamanda hocanın müfredatını kendi başına belirleme özgürlüğünü de içerir. Bugün “üniversite özerkliği” diye bildiğimiz kavramın kökeni işte buradan gelir. Belki de bu nedenle de hükümetler böylesi üniversitelere dışarıdan rektör atamayı akıllarından bile geçirmezler.
Kökenini Platonik Akademi’de bulan Rönesans sonrası akademiyle üniversite arasındaki en önemli farklardan biri üniversitenin ana dilinin Latince, akademinin ana dilinin ise Yunanca olmasıdır. Buna ek olarak üniversitede Yunanca bilen oldukça sınırlı personele karşın akademide Latince bilen oldukça çoktur. Ayrıca akademinin önceliği dar anlamda eğitim değildir. Ufku meslek ve uzmanlık eğitimiyle sınırlı değildir. Avrupa’da akademiler Rönesans’ın kadrolarını yetiştirdiler. Yazar, çevirmen, sanatçı, entelektüel ürettiler. Örneğin yeni gelişmeye başlayan matbaa sektörünün, yani bir anlamda pre-modern bir “kültür endüstrisi”nin fikir emekçileri oldular bu insanlar. Yani üniversiteler toplumun meslek erbabı, uzman ihtiyacını karşılarken akademiler büyük ölçüde o zamanın deyimiyle Edebiyat Cumhuriyeti’nin yurttaşlarını, benim deyimimle kültürel kamusal alanı ürettiler. İşte bu kültürel kamusal alan daha sonra modern ulus devletlerin üzerine çatılacağı temeli oluşturacaktır.
Modern zamanlara doğru, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi modern bilim üniversiteleri yavaş yavaş ele geçirecektir. Modern bilimsel disiplinler de işte bu süreçte yapılanacaklardır. Bugün modern bilim tabelası altında andığımız bütün disiplinler aynı zamanda üniversiter disiplinlerdir. Somut bir kurumun, somut bir binanın içinde meydana gelmişlerdir. İşte bu nedenle kavramları, disiplinleri içinde geliştikleri kurumlardan bağımsız bir biçimde ele almak meselelere yüzeysel bakmaya neden olabilir.
Bu manada modern üniversite bir “sciences”, akademi ise bir “studies” kurumudur. Üniversite bilim, araştırma ve giderek uzmanlık, meslek öğretme mekânıdır. Akademi ise hümanizmde ifadesini bulan kaliteli insan, birey, yurttaş üretme mekânıdır. Üniversite öncelikle kendi öğrencisine yöneliktir. Akademin hedefi ise bütün toplumdur, kamudur. Benim de içinde bulunduğum disiplinler açısından bakarsak burada “sosyal bilimler” ile “beşeri çalışmalar” arasında bir ayrım yapabiliriz. Disiplinler sadece temalarına göre değil, o temayı nasıl ele aldıklarıyla da farklılaşırlar. Örneğin sosyoloji beşeri çalışmalardan çok fiziğe yakındır. Toplumun doğa bilimidir. Üniversiter bir disiplindir. Human-istic studies, yani beşeri çalışmalar ise akademik bir disiplindir, üniversiter değil. Çünkü beşeri çalışmalar bir bilim değildir. Sosyal bilimler de, beşeri çalışmalar da insan ve toplumu tema edinirler. Ancak sosyal bilimler öncelikle insanı, toplumu bilmeyi, açıklamayı, çözümlemeyi hedefler. Beşeri çalışmalar ise daha kaliteli insanı ve toplumu üretmeye çalışır. Ethos'ları tamamen farklıdır yani.
Kısacası uzman üretmekle, kültürel kamu üretmek aynı şey değildir. Her ikisi de farklı ethoslar, farklı ufuklar, farklı kavramlar, farklı disiplinler, farklı kurumlar ister. Elbette bunların bazılarının kaynaşması, bir araya gelmesi imkânsız değildir. Hatta her zaman zararlı falan da değildir. Ama öncelikle gözden kaçırılmaması gereken bu tür girişimlerin kurumların içinden gerçekleşmesi ya da en azından gündelik, siyasi önceliklerle değil, kurumlara, disiplinlere asgari bir saygıyla ilerlemesidir.
Yazıyı bitirirken okurlara yine bir söz vererek gelecek hafta için kendimi bağlamak isterim. Becerebilirsem haftaya bu meselelerin Osmanlı-Türkiye tecrübesinde nasıl olduğunu ya da olmadığını ele almak istiyorum.