Akın Birdal: 'Umut hep var, yoksa niye kuralım bu düşleri avluda?'
İnsan hakları savunucusu Akın Birdal’ın yeni kitabı “Avludaki Düş - 11'inci Koğuştan Portreler” kitabı çıktı. Birdal, "Şu anda sizinle konuşuyor olmamız bile geleceğe dair umudumuzdandır!" dedi.
İZMİR – İnsan Hakları Derneği (İHD) Onursal Başkanı Akın Birdal’ın ‘Avludaki Düş - 11'inci Koğuştan Portreler’ kitabı raflardaki yerini aldı. Belge Yayınları’ndan çıkan eser, Akın Birdal’ın tanık olduğu hak ihlallerini okura sunarken, Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nin 11’inci koğuşundan da bir pencere açıyor. Avludaki Düş, şimdiye kadar insan hakları konusunda çok sayıda makale yazan Akın Birdal’ın uzun bir aradan sonra yayımlanan altıncı kitabı. Birdal bu kitabında, Ulucanlar Kapalı Cezaevinde mahpuslarla yaptığı röportajları kaleme aldı.
Tam bir demokrasi olmayışı nedeniyle Türkiye’nin sürprizlere her zaman açık bir ülke olduğunu ifade eden Birdal, “1 Ekim’de barışa uzatılan el de aynı şekilde şaşırttı. Dolayısıyla bu elin uzatılış nedeni ne olursa olsun bu sürecin kesintiye uğramaması için çaba göstermeliyiz. O nedenle ben de önemsiyorum, benimsiyorum ve destekliyorum. Bu süreç bir hukuka bağlanarak Barış Konferansından çıkacak ortak kolektif bir iradenin gözlemciliğinde yürütülmelidir. Aksi takdirde 2013-2015’de yaşadığımız gibi hayal kırıklığına yol açan bir durumla karşılaşırız” dedi.
Siyasetçi ve İnsan Hakları Savunucusu Akın Birdal ile Avludaki Düş’ü kaleme almaya götüren hikayesi hakkında sohbet ettik.
‘GERÇEĞİ ARAYIŞIMIZIN YOLU HEP EMPATİ YAPMAKTAN GEÇER’
Kitabınızı ‘’Avludaki Düş’ olarak isimlendirirken, giriş yazınızın başlığı da ‘umut ve hayal yolcuları’. Bu iki başlığı seçmenizin sebebi ve yüklediğiniz anlam nedir? Bunca acı ve yıkıma rağmen içeride yaptığınız röportajların sonunda sizce dışarıya ulaşması gereken nasıl bir umut söz konusu?
Hapishanede çok dar bir yaşam alanı da olsa bir avlu vardır. Avluda volta atılır, volta atılırken düş kurulur. Bu düş, geçmiş, o gün ve gelecektir. Dolayısıyla orada voltada yürüyen umut ve hayaldir. Bu nedenle kimse kimsenin voltasını kesmez. Çünkü o yürüyen umut ve hayalin önü hep açık olmalıdır. İşte kurulan bu düş de umut ve hayaldir. Kitapta da yer aldığı gibi bütün mahpusların hayali; demokratik bir cumhuriyete, eşit, özgür yaşanılabilir, barışçıl bir Türkiye ve bu sürecin inşa edilmesine katılabilmek, katkıda bulunabilmek. O nedenle hapishanede bulunduğum altıncı ayda onların umutları ve hayalleri üzerine röportaj yapmak istedim.
Bu röportajları yapmaktaki amacım, içeridekilerle dışarıdakilerin umutlarını, hayallerini tam olarak buluşturamasam da onları birbirine yaklaştırmak, empati yapmalarını sağlamaktı. Çünkü bizim insan hakları savunuculuğumuzda gerçeği arayışımızın yolu hep empati yapmaktan geçer. Başkalarının yerine, dili, kimliği, kültürü, varlığı reddedilenlerin yerine kendimizi koyup ne yapmak gerektiği sorusunun karşılığını aramak ve bulmaktır.
‘BİRLİKTE YAŞAYIP YİTİRDİĞİMİZ KİŞİLERİN ANISINA ARMAĞAN EDİLDİ’
Orhan Doğan, Halil Güneş ve Müslüm Muhammed… Kitabınızı bu 3 kişinin anısına yazdınız. Kitabınızda yer alan bütün kişisel hikayeler kuşkusuz çok etkileyici. Ama neden özellikle bu üç kişinin üzerine odaklandınız?
Öncelikle bu üç kişinin birlikte yaşayıp da yitirdiğimiz kişiler olduğunu söylemeliyim. Orhan Doğan, insan hakları ve barış savunucusu ve Kürt siyasetçi olarak yaşamı boyunca barış, demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük için mücadele etti. 10 yıl aşkın cezaevinde özgürlüğünden yoksun bırakılmış bir insan ve hemen cezaevinden çıktıktan sonra da yine barış yolunda yüreği duran bir arkadaşımız. Koğuşta herkesin, mahpusların abisi, avukatı dostu, yoldaşıydı. Kim ne olsa Orhan Doğan'a sığınır, ona gider bir şeyler yazdırırdı. Bizim de tabii yol arkadaşımız, dostumuzdu.
Halil Güneş, bir Arap ailenin çocuğu, koğuşumuzun temsilcisiydi. Nöbetleri, haftalık programları o düzenlerdi. Halil kanserdi ve diğer ağır hasta mahpuslar gibi tedavisi yapılmayan ve hastalığı ilerleyen bir arkadaşımızdı. İki yıl önce Diyarbakır'da tecritteyken ne yazık ki hücresinde tek başına yaşamını yitirdi.
Müslüm Muhammed ise Kobani’den harekete katılmış ve cezaevinden çıktıktan sonra bir yolunu bulup Kobani'ye gitmek ve halkının yanında olmak, direnişe katılmak istediğini söylemişti. Sonradan o direnişe katıldığını ve yaşamını yitirdiğini öğrendik. İşte bu nedenlerle onların anısına bu kitap armağan edildi.
‘AVLUDA KURULAN DÜŞÜN GÜCÜ ONLARI YAŞATIYOR’
Türkiye’de 40 yılı aşkın süredir devam eden bir savaş ve onun getirdiği yıkımlar söz konusu. Bu savaşta en acımasız koşullarda yaşayıp son derece acı sonuçlara maruz kalan Kürt gençleri ve siyasetçilerinin nefret düzlemine geçmemeleri, kendilerinde kalan fiziki bir dizi kalıcı yaralara rağmen hala barış özlemini ve umudunu taşıyor olmalarını neye bağlıyorsunuz?
Onların barış içinde eşitlik ve özgürlüğe olan özlemlerine, samimiyetine, bilincine ve sorumluluğuna bağlıyorum. Çünkü örgüte katılmadan önce öyle bir ayrımcılığa uğramanın, nefreti ve kinini, öfkesini duyuyorlardı. Ama yaşanılanlardan sonra nefretin, öfkenin, düşmanlığın değil, hoşgörünün, eşitliğin, özgürlüğün ve bir arada yaşamanın herkes için gerekli olduğu bilincine vardılar. Çünkü kimisi ilkokuldan, kimisi ortaöğretimden, yükseköğretimden ayrılıp dağa gidiyorlar. Ama dağdaki akademide, sanat, edebiyat, siyaset, ekonomi, felsefe dersleriyle birlikte öyle bir eğitim görüyorlar ki entelektüel bir kişiliğe ulaşıyorlar. Bunları kendi anlatımlarında kitapta görüyoruz. O nedenle bunları söylerlerken, çok içten inanarak ve büyük bir gereksinim duyarak böyle söylüyorlar. Yani avluda kurulan düşün gücü onları yaşatıyor ve geleceği inşa ettiriyor.
‘HAK VE ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA YAŞAMLARINI FEDA EDİYORLAR’
Kitabı okurken kafamda bir soru işareti oluştu. Tabii ki savaşın ve çatışmanın getirdiği bir sonuç ama bununla birlikte ölümün bir nevi yaşamla birlikte kutsanması ve örgüt ideolojisi ile de bütünleşmesi sizce ne anlama geliyor?
Biz insan hakları penceresinden baktığımız için, yaşam hakkına ister devletten, ister toplumdan gelsin, isterse kendinden gelsin, insanın beden bütünlüğünü yok eden anlayışa ve ideolojiye karşıyız. Ama sınıf mücadelesinde, insanlık mücadele tarihinde eşit, özgür bir yaşam uğruna da böyle bedeller ödendiğini görüyoruz. Emin olun ölümü en çok kutsayanlar aslında yaşamı en çok seven insanlar, yaşama da en çok bağlı olan insanlar…
Örneğin; Türkiye Solu’nun idollerinden olan Deniz, Mahir ve Yusuf’un devrim için ölünebileceğini ifade etmeleri tartışmalara neden olmuştu. Yani “Devrim için mutlaka ölmek mi gerekir?” diye eleştiriler yapılmıştı. Tabii mücadele etmenin başka silahları da var. Örneğin işçi sınıfının en büyük silahı grevdir. Ancak örgütlü sınıf hareketinin olmadığı ya da var olup da sınıf hattında bulunmadığı dönemlerde gençliğe, aydınlara bazı roller veriyor hayat. İşte bizim 1968 kuşağının üstlendiği rol de buydu. Devrim için ölünebileceği yolunda böyle bir düşünce çıktı ortaya. Dolayısıyla bütün devrimci mücadelelerde daha önceki özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık mücadelesinin örnekleri veriliyor. İnsanlar öyle koşullanıyor, öyle inanıyor. Eşit, özgür yaşayabilme umuduyla haklar ve özgürlükler uğruna kendi yaşamlarını feda ediyorlar. O nedenle kazanılmış haklarımızı gözümüz gibi korumalıyız.
‘O KOLTUK DEĞNEKLERİNİN SESİ BİZE GERÇEĞİ HATIRLATIRDI’
11’inci koğuştan İbrahim Er, dağa çıktığında eski hayatından her yönü ile farklı yeni bir hayata başladığını ifade ederek aynı zamanda şehadetin arzu edilen üstün bir mertebe olduğundan ve o mertebeye ulaşmanın maneviyatından söz ediyor. Nasıl bir siyasal ve toplumsal ortamda yaşıyoruz ki hayatlarının baharında, barış ortamında yaşamlarını sürdürmeleri gerekirken ölümü yüceltme noktasına geliyorlar?
İbrahim, baldırında 550 gram şarapnel parçasını taşıyan bir arkadaşımızdı, uzun bir süre ameliyat olamamıştı. En sonunda ameliyat oldu ama koğuşta, bazen onun koltuk değneklerinin çıkardığı ses kimisini düşlerinden, kimisini hayallerinden uyandırırdı. “Hepiniz koğuştasınız” der gibi o koltuk değneklerinin sesi bize gerçeği hatırlatırdı. İbrahim de işte kendilerinden önce binlerce insanın barış ve özgürlük uğruna yaşamını yitirdiklerini, kendisinin de bu uğurda yaşamını yitirebileceğini söylüyor. Kendilerinden sonra geleceklerin barış içinde eşit, özgür yaşamaları için tutsaklığa da ölüme de değer diye yaklaşıyor. Kendinden sonra gelecek kuşakların eşit, özgür ve mutlu yaşamaları uğruna kendi yaşamını feda edebileceği bir duyguyla bunları söylüyor.
‘BÖYLE ALGILAMADIKLARI İÇİN IRKÇILIK BATAĞINDA DEBELENİYORLAR’
Kitabınızın giriş bölümünde, “Burada yaşanan acılar, ağrılar tüm koğuşu teslim alıyordu. Çünkü o anda herkesin bedeni o acılı ve ağrılı beden oluyordu” diyorsunuz. Sizce koğuşta kurduğunuz bu empatiyi bu toplum bir gün kurabilir mi? Buna dair bir umudunuz var mı?
Biz insan hakları mücadelemizin tanıklığında, empati yapabilmek, dili, kimliği, varlığı, kültürü, inancı reddedilmiş olanların yerine kendimizi koyabilmek ve bunun yol açtığı ihlalleri durdurabilmek için çaba sarf ediyoruz. Empati, yol göstericidir, ne yapmalı, ne yapılabilir duygusu sizi gerçeğe götürür. Kuşkusuz bütün toplum tarafından böyle bir empati kurulabilmesi önemli. Zaten eğer kurulabilse bu ayrımcılık, ırkçılık, bu nefret ve düşmanlık olmaz. Örneğin; şu anda göçmenlere olan düşmanlık… Buraya savaş, çatışma, ekonomik ya da toplumsal nedenlerle göç etmiş insanların yerine kendimizi koyabilirsek onlara nasıl davranmamız gerektiği sonucunu da çıkarabiliriz. Daha insanca, daha paylaşımcı, daha dayanışmacı olabiliriz. Ama böyle algılamadığımız, değerlendirmediğimiz için bizim ekmeğimizi bölüyorlar, işimizden ediyorlar diye siyasi iktidarın da bu ayrımcılıktan siyasi rant edinişini görmüyorlar ve ırkçılık batağında debeleniyorlar.
Dolayısıyla daha ilkokulda eğitim ve öğretim verirken empati yapabilmeyi, insanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğduğunu ve eşit yaşaması gerektiğini anlatmak lazım. Ancak tam tersine okullarda bile nefret, ayrımcılık öğretiliyor. Ama umudunuz var mı sorunuza dönecek olursak evet var… Şu anda bile sizinle konuşuyor olmamız, geleceğe dair umudumuzdandır! Yoksa niye konuşalım, bu düşleri kuralım avluda?
‘BEN DE ÖNEMSİYORUM, BENİMSİYORUM VE DESTEKLİYORUM’
Yine 11’inci koğuştan Feyzi Aktaş’ın beklentisi Türk-Kürt tüm halkların aydınların, sanatçıların anaların çocukların Diyarbakır’da ve Ankara’da birlikte halaya duruşlarını, şarkılar söyleyişlerini görmek. Bazen kısa da olsa Feyzi’nin bu hayaline yaklaştığımız zamanlar oluyor. Peki, sizce Türkiye’de bunun yaşanmasını engelleyen ne?
Aslında Feyzi’nin anlattıkları nasıl bir Türkiye ve dünyada yaşama hayalinin fotoğrafını veriyor. Ama bunu engelleyen iç ve dış etmenler var. Ayrıca ortak yaşam kültürü edinememiş, ırkçı, ayrımcı, militarist şiddet ve nefret duygusu, egemen ideolojinin savaş ve çatışma politikalarına bağlı pompalanıyor. Çünkü şu anda Türkiye'de ekonomik, siyasal, toplumsal olarak yakındığımız bütün sonuçlar siyasi erkin, savaş politikalarıyla doğrudan ilişkili. İşsizlik, açlık, yoksulluk ve ifade özgürlüğünün önünün kapatılması, örgütlenme özgürlüğünün gasp edilmesi, halkın iradesinin kayyım adı altında bir garabetle gasp ediliyor olması… Bunların hiçbirisi rastlantı değil! Bence ideolojik hegemonyanın birer halkası.
Zaten Türkiye'de tam bir demokrasi olmayışı, bir hukuk devlet olmayışı, sürprizlere her zaman açıktır ve şaşırtır. 1 Ekim’de barışa uzatılan el de aynı şekilde şaşırttı. Yani bir halkın siyasi iradesinin, o çatı altında birlikte olunmasına bile tahammülü olmayan bir siyasi liderin o gün el uzatması çok sürpriz oldu. Ardından yirmi gün sonra PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın DEM grup toplantısında gelip konuşması çağrısını yapması şaşırtıcı idi gerçekten. Yine Urfa Milletvekili Ömer Öcalan'ın gidip Öcalan'la görüşmüş olması çok önemliydi. Fakat ailesinin ve avukatlarının görüşmelerinin artık devamı beklenirken, üç gün sonra üç ay disiplin cezası verildiği öğrenildi. Ve önceki gün de altı ay avukat görüşleri yasaklandı. Gerekçesi nedir bilmiyoruz. O nedenle Kürt sorunu çözümünde gerçek bir iradeye gereksinim var. Dolayısıyla tecridin kapısı demokrasi ve barış için açılmalıdır. Öcalan’la serbestçe konuşulması sağlanmalı. Terörle mücadele yasası, düşünce ve ifade özgürlüğündeki yasaklar kaldırılmalı, insanlar özgürce serbestçe kaygısız, korkusuz konuşabilmeli, yazabilmeli. Ve en önemlisi de insanlığa karşı suç işlemiş olanların dışında derhal ayrımsız bir genel af çıkarılmalı, siyasi mahpuslar ve diğer mahpuslar serbest bırakılmalı.
Dolayısıyla bu elin uzatılış nedeni ne olursa olsun bu sürecin kesintiye uğramaması için çaba göstermeliyiz. O nedenle ben de önemsiyorum, benimsiyorum ve destekliyorum. Bu süreç bir hukuka bağlanarak Barış Konferansından çıkacak ortak kolektif bir iradenin gözlemciliğinde yürütülmelidir. Aksi takdirde 2013-2015’de yaşadığımız gibi hayal kırıklığına yol açan bir durumla karşılaşırız
‘BİR HAFTA SONRASINDA NE OLACAĞINI KESTİREMİYORUZ’
70’li yıllardan itibaren siyasal bir mücadele, 80’li yıllardan bu yana da insan hakları savunucusu olarak mücadelenin içindesiniz. Bunca yıllık deneyim ve birikim ışığında sanki her seferinde başa döndüğümüz Kürt sorununda bugün neler değişti, nereden nereye gelindi? Sizce gerçekten yol alındı mı?
Hem değişti hem değişmedi diyebiliriz. Yüz yılı aşkın Cumhuriyet ideolojisi değişmediği için, Kürt sorununun konuşulabilirliği ve Kürtlerin haklarının kullanılabilirliği konjonktürel görece bir durum. Kürt siyasi hareketinin ve mücadelesinin pozisyonuna göre bu değişebiliyor. Ama son olup bitenlere bakıldığında sanki kimi sorunlar, acılar yaşanmamış gibi yaklaşılıyor ki bu bir yanılsamadır.
Örneğin; Yirmi yıl önce göz altına alındığımızda biz neyle suçlanıyoruz, iddianame ne zaman gelecek, ne zaman duruşma olacak, mahkum olursak kaç yıl yatacağız bunların hepsini biliyorduk. Ama şimdi tam bir belirsizlik ve öngörüsüzlük var. Ancak her dönem kendine göre suçludur. Bugünün kötülüğünü geçmişle kıyaslayarak geçmişi masum gösterme yanlışına düşmemeliyiz. Bir yol alabilmek için adaletten, emekten, barıştan, eşitlik ve özgürlükten yana olan herkesin kendi sokağından çıkıp ortak bir alanda buluşması gerekiyor. Herkes kendi mahallesinden çıkıp büyük alana, özgürlük alanına bizi özgürleştirecek kurtuluşa götürecek, hep birlikte buluşacağımız alana gelmeli. Nüanslarımızı bilerek ama adalet sorunu, barış sorunu, emek sorunu, demokrasi sorunu varsa, yani kısacası bu gidişata itirazı varsa orada olmalı.
İşte tam şu anda bu sorunun çözümü ne olmalı arayışında olanlar bunun karşılığını Avludaki Düş’te bulabilirler. 1 Aralık’ta Diyarbakır Tüyap’ta saat 16:00’da Avlu’daki Düş üzerine söyleşimiz ve imza günümüz var. Diyarbakırlı okuyucularımızla, dostlarımızla buluşmak umuduyla...