AKP iktidarının iktisat literatüründeki tartışmalara etkisi
İrrasyonel faiz politikası aslında bize iktisadın önemli değişkenlerinin nasıl gerçekte politik değişkenler olduğunu göstermiştir. Siyasetin rolünü daha görünür kılmıştır.
Ensar Yılmaz*
Mevcut iktidarın son bir yılda (özellikle Eylül 2021’den itibaren) izlediği irrasyonel faiz politikası (İFP) ülkede uzun süredir iktisatçıların tartıştığı birçok konuyu etkilemiş durumdadır. Acaba global krizin makro iktisatçılar üzerinde yarattığı etkinin bir benzerini İFP lokal düzeyde Türkiye’deki iktisatçılar üzerinde oluşturdu mu? Yani bilgi ve düşüncelerimizi test edip başladığımız noktada mıyız? Yoksa bu dönemi bir hezeyan ve irrasyonalite dönemi diye nitelendirip aynı düşünce pozisyonlarımızda mı kalacağız? Bu soruların cevapları için doğru olan iktisatçılar arasında anket yapmaktır. Fakat buna imkânım olmadığı için, özellikle İFP’nin etkileri üzerine kendi düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
İFP özü itibariyle niteliği kendinden menkul “faiz sebep enflasyon sonuç” (FsEs) gibi bir iddianın sonucudur. Bu iddianın da arkasında politik iktidarı amaçlayan telaşlı bir büyüme motivasyonu yatar. Bu yüzden de, bu büyüme kısa dönemli, sürdürülebilir ve eşitlikçi olmayan bir büyümedir. Bu tür bir büyümeyi “politik büyüme” diye nitelendirmek mümkündür. Yani politik büyüme-FsEs-İFP döngüsü üzerine kurulu iktisadi bir zeminde oturuyoruz. Bu zemin üzerinden, özellikle İFP ve politik büyüme motivasyonu ile ortaya çıkan iktisadi gelişmelerin hem ampirik hem de teorik bağlamının iktisat literatüründeki yerini aşağıdaki alt başlıklarda tartıştım. Özellikle şimdiden İFP’nin birçok iktisadi ilişkinin yönünü, niteliğini, trendi ve önemini görmemizi sağladığını belirtmeliyim.
i) Faiz sadece kredinin fiyatı değildir, makro istikrarın da fiyatıdır
Yatırımın faiz esnekliği (yani yatırımın faize tepki verme düzeyi) anaakım iktisadın oldukça önemsediği bir konudur. Lisans derslerinin de vazgeçilmez kabullerindendir. Faizden ziyade talebi öne çıkaran iktisatçılar ise yatırımcının aslında talebe baktığını belirtirler. Buna göre, eğer verimlilik yeterince yüksekse firmaların faize tepkileri çok sınırlı olacaktır.
Türkiye’de izlenen düşük faiz politikası büyük oranda yatırımın faiz esnekliğine güvendi, yani kredi kanalı üzerinden bir mekanizma varsayıldı. Aslında belli bir döneme kadar da belli sektörleri yönlendirmesi açısından etkili oldu. Bu özellikle inşaat sektörünü çok etkiledi. İnşaat faize duyarlılığı fazla olan bir sektördür. Faiz bu sektörün hem talep hem arz tarafını etkileyen bir özellik taşır, yani hem inşaat firmasını finansman hem de alıcı hane halkının borçlanma maliyetini etkiler. Düşük faiz kimi zaman ikisini de harekete geçirdi. Fakat şimdilerde inşaat sektörü durağan bir pozisyondadır. Fakat son dönemde, özellikle İFP ile birlikte faizin etki düzeyi ve alanı değişti.
İFP sadece Türkiye değil, dünya tarihinde de sıkça karşılaşılmayan negatif bir faiz değeri yarattı. Politika faizinin düşürülmesiyle enflasyon hızlı bir şekilde yükseldi. Bu normalde yatırımcı için iyi bir durumdur, aldığı krediyi reel olarak daha az ödemesi anlamına gelir. Fakat gelişmeler öngörüldüğü gibi olmadı. Bunun iki temel sebebi var. Birincisi, kredi bir üretim faktörü değildir. Bankaların krediyi artırarak verimliliğe katkıda bulundukları doğru değildir. Bankalar, kredinin nereye gittiği ile değil, geri dönüşü ile ilgilenirler. Bu yüzden de, birçok ülkede finansmanın önemli bir kısmı firmalara değil, finansın kendisine ve tüketim kredilerini gider veya bizde olduğu gibi devlete gider. İkincisi, düşük faiz, kredi kullanan bir yatırımcı için iyi bir durum gibi gözükse de makro düzeyde riskin artmasına neden olduğu için toplamda yatırımları düşüren bir etki gösterir. Bu tam da “terkip paradoksu” (fallacy of composition) denen şey, yani birey için doğru olanın toplamda, yani toplum için doğru olmayacağı durumdur. İFP, bu anlamda, hedeflediğinin dışında kredi üzerinden değil de yarattığı makro riskler (belirsizlik, risk primi veya enflasyon gibi) üzerinden etkili oldu. Dolayısıyla, bu makro atmosfer kredilerin yatırımdan ziyade firmaların kısa dönem operasyonlarına, finansal amaçlarına ve devlete yönelmesine yol açtı. Faizin sadece fiyat etkisi (düşük faiz) önemsendi, oysa yarattığı belirsizlik alanı ekonomi geneline yayıldı. Talep etkisi yaratalım derken (ucuz kredi ile) ciddi bir arz etkisi (üretim potansiyeli genişlemeyen bir ekonomi) ortaya çıktı. Bu durum bize anaakım iktisadın makroiktisatın mikro temelleri diye nitelendirdiği durumun sorunlu olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü makronun mikroyu öncelediğini, mikro olanın veri makro yapı içinde hareket ettiğini gösterir. Yani mikronun makro temellerini Türkiye örneğinde görmemizi sağladı.
Belirsizlik çok sayıda iktisatçının belirli olasılık dağılımlarına sıkıştırdığı bir kavram düzeyindedir. Bu, zamanın homojen olduğuna dair bir varsayıma dayanır, yani yarının dün gibi olacağı varsayılır. Oysa belirsizlik bunu çok aşan, zamana, ilişkilere ve siyasete dair düşünceleri içerir, komplekstir ve hesaplanma nitelikleri de oldukça sınırlıdır. İFP ile ortaya çıkan durum belirsizlik düzeyinin artırılmış olmasıdır, yoksa belirsizlik sosyal ve iktisadi hayata her daim hâkimdir. Ekonomide kırılmalar ya farkına varmadığımız bir şekilde birikimle gelir veya şimdi ülkede olduğu gibi ya da şimdi Godot’yu bekler gibi bir durumda buluruz kendimizi. İktidar da yarattığı bu belirsizliğin boyutunun ve niteliğinin farkında değildir, bu yüzden de normal koşullarda çalışan politikaların şimdi de işleyeceğini varsayar. Yani, örneğin zamanında inşaatı daha aktif hale getiren düşük faizin bugün daha düşük düzeyde olsa bile aynı etkiyi göstereceğini beklemektedir.
ii) Büyümenin geleceği geçmişidir
Büyüme belirli bir zaman patikasına dayanır, bu da etkinlik, sürdürülebilirlik, kapsayıcılık ve planlama kriterleri üzerinden tanımlanır. Yani sonraki büyüme büyük oranda önceki büyümelerin niteliklerinin bir sonucudur. Tarihsel olarak da birçok ülkenin yüksek büyüme oranları yakalasalar bile, kırılgan niteliklerinden dolayı sonradan bunun geri alındığını biliyoruz. AKP döneminin nispeten daha istikrarlı ilk dönemini, hep ifade ettiğim gibi, iyi anlamak gerekir. Bu dönemin çözülemeyen temel problemleri sonraki döneminin istikrarsızlığıyla birleştiğinde kendimizi daha ciddi sorunlar içinde bulduk. Bu yüzden de, ilk döneme göre birtakım farklılıklar ortaya çıktı. Her şeyden önce ortalama büyüme oranı düştü, kapsayıcılığı daraldı, üretken yatırımlar düştü, sistemik risk arttı ve yoksulluk yaratan yüksek bir enflasyon ortaya çıktı. Bu yüzen, bu dönemin büyümesi yıpratıcı bir büyümedir. Fakat burada iktidarın bir açmazı da olduğu çok açık, politik büyüme kendi politik alanını da boşalttı. Çünkü büyümenin bu niteliği büyük oranda kendi seçmenini de fakirleştirdi ve politik meşruiyetini azalttı. Bu yüzden, AKP bize büyümenin çok farklı yönleri olabileceğini gösterdi. İktisatçılar genelde formasyonları gereği büyük oranda büyümeye ve istikrara odaklanırlar, bu da piyasa dinamiklerine daha fazla yoğunlaşmalarına neden olur. Bu nedenle büyümenin kalkınma boyutu gözden kaçırılır. Oysa kalkınmanın temel dinamikleri piyasaya bırakılmayacak kadar planlama ve sistemik bir koordinasyon ister. AKP iktidarı piyasanın iyi (ilk dönem) veya kötü (son dönem) kullanımından bağımsız olarak kamusal refah yaratma anlamında başarısızdır.
Mevcut büyümenin uzun süredir devam eden bir kurumsal yıkım üzerinden gerçekleşiyor olması da ayrıca kaydedilmelidir. Neredeyse hiçbir kurum yok ki partizan politik nüfuz alanına dahil olmasın. İktisadi, idari ve düzenleyici tüm kurumlar politik iktidarı sürdürmenin bir aygıtına dönüşmüş durumdalar. Merkez bankası, BDDK, TÜİK, SPK, üniversitelerin ve diğer kurumların kendi fonksiyonlarının dışında iktidarın emrine girdiği çok açık. Bu yanıyla, politik olan bürokratik alanı da yuttu. Bu yüzden, iktisat politikalarının üzerinde işlediği kurumsal yapıda ciddi bir kayma yaşandı. Yani bir önceki maliye/para politikaları artık aynı kurumsal yapı içinde oluşmamaktadır. Bu da iktisatçılar için üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Daha indirgemeci bir yaklaşımla buna sadece kurumsal yıpranma ve nitelik kaybı etkisi denemez, çünkü aktörlerin davranışları da buna göre öngörülmesi zor bir şekilde değişti. Bu durum, örneğin para politikasının bizzat kendisinin mi yoksa kurumsal yıpranma ile oluşan sistemik riskin mi enflasyona neden olduğunu ayrıştırmayı dahi zorlaşmaktadır. Kurumsalcı iktisatçıların ilişkilerin bir sosyal ve iktisadi zemin üzerinden yükseldiği yaklaşımı bu anlamda oldukça değerlidir.
iii) Sermaye akımlarının yarattığı sorunlar sunduğu imkânlardan fazladır
İktidarın İFP’de cisimleşen irrasyonalite düzeyi ve politik büyümede yoğunlaşan kısa dönem ufku bize sermaye akımlarının ve döviz kurunun önemini çok daha net göstermesi açısından oldukça önemlidir. Daha rasyonel iktisadi politikalar bu sorunları sadece daha az görünür kıldığından üzerinde daha az düşünmemize neden olmaktaydı.
Türkiye gibi ülkeler için sermaye akımlarının hem varlığı hem de yokluğu farklı sorunlar yaratır. Türkiye şu an dış sermaye kıtlığı içinde, bu da mevcut cari açık ve borç düzeyi ile uyumlu olmadığında ciddi bir problemdir. Fakat geçmiş dış sermaye varlığının da şu anki cari açık ve borç düzeyinin oluşmasında ciddi bir rolü vardır. Çünkü sermaye akımları bizim gibi ülkeler için peynirli bir kapan gibidir. Peyniri etrafından kemirmeye başlayan biri bir müddet sonra kurbanın kendisi olur. Türkiye yıllarca giren ve çıkan sermaye ile dur-kalk giden niteliksiz bir makinaya dönüşmüş durumdadır. Sermaye akımları ülkenin büyüme düzey ve niteliğini tehdit eden bir bağımlılık yarattı. Geçici rahatlama sağlayan ama zamana yayılan bir bağımlılık biçimi ortaya çıktı. Sermaye akımlarına bu kadar açık hale gelmek sadece Türkiye’ye has bir problem de değildir. Kendi parasının dışında ticaret yapan her ülkenin problemidir.
Sermaye akımları altında makro iktisat politikası izlemek oldukça zorlaşır. Böyle bir yapıda, faiz politikasının etki alanı gelişmiş bir ülkedekinden daha fazladır. Çünkü faiz oranı sadece içe dönük bir değişken olmaktan çıkar, sermaye akımlarını ve döviz kurunu fazlasıyla etkileyen bir değişkene dönüşür. Büyüme teorilerinde anlatıldığı gibi, gelişmekte olan ülkelerde faizin yüksekliği kıt sermayenin yarattığı verimlilikten kaynaklanmaz. Yüksek faiz mevcut iktidarların kolaycı büyüme çabalarının bir politikasıdır. Böylece ülkeler finansal akımların geçici lokasyonlarına dönüşür. Geldiğinde yarattığı tahribata (şişen varlık fiyatları) çıktığında yarattığı (inen varlık fiyatları) tahribat eşlik eder. Bu yüzden, faiz sadece iç yatırımları etkileyen bir değişken değildir, döviz kurunu ve sermaye akımlarını da etkileyen bir değişkendir. Faiz oranı değişkenine alabileceğinden daha fazla yük biner.
Sermaye akımları merkez bankasının bağımsızlık düzeyini de oldukça olumsuz etkileyen bir durumdur. Nispeten yüksek faize gelen dış sermaye döviz kuru üzerinde aşağı yönlü bir baskı uygular. Bu, merkez bankasının döviz kuru üzerindeki etkisini zayıflatır. Yani serbest döviz kuru ve sermaye akımlarının varlığı iddia edildiği gibi pratikte merkez bankalarına fazlaca bir özerklik alanı yaratmaz (İmkânsız üçleme hipotezi). Merkez bankaları döviz kurunu da kontrol etmeyi denediğinde ise bu sefer faiz politikası hem iç dengeyi hem de dış dengeyi kontrol etmeye çalışan bir değişkene dönüşür, bu da fazlasıyla faiz odaklı bir yapının oluşmasına neden olur. Türkiye’de ise şu an faizi sadece büyümeye koştuğunuz zaman, dış dengeyi tutturmak zorlaşmaktadır. Bu yüzden de, dış dengeyi korumak için faizin yerine ikame değişkenler kullanılmaya başlandı, yani resmi rezervlerin kullanımı veya alternatif yüksek getirili finansal ürünlerin türetilmesi (KKM) gibi. Bu tür sorunları, yani sermaye akımları ve döviz kuru üzerindeki baskıların yarattığı sorunları, çok sayıda ülkede görebiliyoruz. Bunu sadece kötü iktisat politikalarına bağlamamak gerekir, yapı bu tür sorunları ortaya çıkarma eğilimi ve potansiyelini içinde barındırmaktadır. Fakat bu durumu, yani yapıdaki sorunu, çoğu iktisatçı önemsemiyor, bunu sadece bugünkü İFP ile ilişkilendirme eğilimi içindeler. Asya ülke tecrübeleri de göstermiştir ki daha stabil bir döviz kur ve sınırlı sermaye akımları oldukça önemlidir. Bu tamamen, sabit kur sitemi veya tamamen sınırlandırılmış bir yapı olmayacaktır elbette ama kontrol altında olması kaçınılmazdır. Keynes kendi döneminde dahi, ki finans bu kadar gelişkin değildi, hiçbir şeyin sermaye hareketlerini sınırlamaktan daha kesin olmadığını ifade etmiştir.
Rekabetçi kuru savunan, bırakalım döviz kuru yatağını bulsun diyen bir iktisat anlayışı hep oldu. Bu, büyük oranda döviz kurunun bir finansal varlık olduğunu dikkate almayan ve temel (fundamental) değerlerle hareket ettiğini düşünen bir yaklaşımın sonucudur. Döviz kurunun ne fiyatı ne de ne kadar değer kaybedeceği bu global ve açık finansal yapı içinde garanti altında değildir. Döviz kuru Türkiye ve benzeri ülkeler için önemli bir fiyattır ve tamamen piyasaya bırakılmaz. Döviz kuru belli bir rekabeti korumak için gereklidir ama bunun basit bir fiyat olmadığını ülke üretiminin niteliğini, enflasyonu ve uzun dönem istihdam niteliğini belirleyen bir fiyat olduğunu kabul etmek gerekir. Son dönemde oldukça değer kaybeden döviz kurunun ihracat üzerinde yarattığı etkinin de ne kadar sınırlı kaldığını gördük. Çünkü niteliksiz bir malı ne kadar ucuza satarsanız satın satış hacmi sınırlıdır ve benzer ülkelerin rekabetine de her zaman açıktır.
Dahası, kötü politikalar Türkiye’de olduğu gibi dövizi bir Truva Atı'na dönüştürür. Bu da dolarizasyondur. Ülke parası, kontrolü elimizde olmayan bir para tarafından zamanla istila edilir. Türkiye’de dolarizasyon her zaman bir problem olmuştur. En az denen dönemde dahi bu oran yüzde 30’lar civarındaydı. Son dönemde bu oldukça yüksek düzeylere ulaştı. Dolarizayon birçok sorunun hem sonucu hem de nedenidir. Bireyler enflasyondan kaçınmak için dövize yöneldiklerinde, bu amaçlarını aşan bir şekilde sosyal bir negatif dışsallık olan enflasyona neden olur. Enflasyondan kaçınma imkânı başkalarının refahını aşağı çeker. Bu da, enflasyonun yarattığı diğer problemlerden bağımsız, aynı zamanda ciddi gelir dağılımı problemi demektir. Yani kendini kötü politikalardan koruma imkânı olanlar başkaları için ciddi sorunlar yaratır. Şu anki dolarizasyon düzeyinin yüksekliği bunu daha görünür kılmıştır.
iv) İrrasyonel fiyatlama irrasyonellik alanını genişletir
İFP ile merkezden yayılan irrasyonalite, ekonomi genelinde artırılmış irrasyonaliteler, eşitsizlikler ve kırılganlıklar yaratmış durumdadır. İFP tüm fiyatlandırma davranışlarını bozmuş durumdadır. Herkes kendisini İFP’nin şerrinden korumaya çalışmaktadır. Oluşan yüksek enflasyon ve belirsizlik aktörleri gelirlerini ve varlıklarını koruma altına almaya sevk etmiş durumdadır. Ben hiçbir dönemde insanların paralarını değerlendirmek için bu kadar çaba, stres ve kararsızlık içinde olduğunu görmedim.
İFP altında ortaya çıkan her varlık fiyatlandırması yeni sosyal maliyetler yaratmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, dolarizasyon sadece bir varlık koruma süreci olmaktan çıkıyor, eşitsizlik yaratan bir mekanizmaya dönüşüyor. Dolarizasyonu azaltmak için devreye giren KKM de tersine hem süreci hızlandırıyor hem de bu eşitsizliği daha da derinleştiriyor. Benzer şekilde, yönünü gayrimenkule çevirenler, konut fiyatlarının sadece aşırı düzeyde yükselmesine değil, çoklu ev sahipliği, yüksek kira ve ev sahipliğinde düşmeye de neden oluyorlar. Yani, İFP ile başlayan fiyatlandırmalar amaçlananın dışında yeni sosyal eşitsizlikler yaratan mekanizmaların oluşmasına neden oluyor. Bireysel refah arayışları toplumsal refahın aleyhine gelişiyor.
İFP bize gösteriyor ki, faiz oranı çok sayıda fiyatın bağlantısını sağlayan önemli bir değişkendir, yani döviz kuru--mal fiyatları--varlık fiyatları ilişkisinde faiz oranı kilit önemdedir. Aslında faizin bu rolü tüm sisteme bir genel denge içinde bakmayı (dengeden kastım birbirini etkileme anlamında) sağlaması açısından da oldukça önemli oldu. İnsanlar bu bağlantıları daha net görmeye başladı. İktisada dair bilgi ve ilginin artmasında bunun da önemli bir etkisi oldu.
Şu an finansal varlıkların neredeyse tamamı merkezi/idari bir baskı altındadır. En temel üç fiyat; mevduat faizi ve döviz kuru KKM kontrolü altında, kredi faizleri çok sayıda düzenlemelere (faiz limiti, karşılık bulundurma, zorunlu karşılıklar gibi) tabidir. Finansın bundan çok da şikâyetçi olmamasının tek sebebi devletin kendisine bağımlı olması ve ondan besleniyor olmasıdır. Devlet-finans simbiyotiği mevcut haliyle karşılıklı al-ver’lerle ilerleyen bir süreçtir. Bu bize, aslında finansın kârı özelleştirdiğini ve riski sosyalleştirdiğini daha net bir şekilde göstermektedir. Bu vesileyle, finansın üzerinde daha fazla düşünmemiz gereken bir alan olduğunu belirtmeliyim. Anaakım iktisadın temel modellerinde finans neredeyse yok gibidir. Modellerinde olmadığı için de regülasyonu ile çok ilgilenmezler. Fakat akademik anlamda uzun süre finansal regülasyon çalışamama rağmen, şu anki türden sadece politik olana hizmet eden regülasyonların da sosyal refaha hizmet etmediğini belirtmek isterim. Finansal alanın iyi kurgulanması gerekir. Bugün kalkınan ülkelerin önemli bir kısmının ya önemli oranda devlet kaynaklı finansmanla veya ciddi anlamda yönlendirilmiş/regüle edilmiş finansla bunu sağladığını söyleyebiliriz. İFP bize bunun gerekliliğini yanlış yollardan da olsa hatırlatmış durumdadır.
Burada İFP’nin yarattığı irrasyonaliteler dışında bilgi alanında yarattığı problemleri de atlamamak gerekir. O da tüm bu olan biten içinde “bilgi”nin rolüdür. Bu özellikle TÜİK ekseninde enflasyon düzeyinin doğru hesaplanıp hesaplanmadığı ile ilgilidir. Göstergesi 60 km gösteren bir arabanın gerçekte 120 km ile gitmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bir tarafın (TÜİK) bildiğini diğer tarafın (halkın) bilmediği bir durum söz konusudur, yani asimetrik bilgi durumu. Firmalar ise kendi maliyet ve fiyatları konusunda daha fazla bilgiye sahiptirler. Bu durum, örneğin ücretlerin belirlenmesinde oldukça önemlidir. Eğer ücretler resmi enflasyona göre belirleniyorsa ve durum gerçek enflasyondan düşükse insanların farkına varmadan yaşadıkları reel kayıplar ile düşündükleri refah kayıpları ayrışıyor demektir. Resmi enflasyonun düşük ilan edilmesi ile oluşan ücretler firmanın da lehine olur. Ama ileride bu durum açığa çıktığında çok daha ilginç bir hal alacak, belki de yanlış resmi bilginin neden olduğu refah kayıplarının giderilmesini tartışacağız. Diğer yandan, oluşan bilgi tekelinin de insanların kriz algısında oldukça belirleyici bir rol oynadığını belirtmek isterim. Özellikle medyanın önemli bir kısmının kontrol edilmesi, iktidarın belli bir anlatıyı yaymasına imkân vermektedir. Bu da olumlu haberin çarpan, olumsuz olanın da bölen etkisi ile yayılmasına yol açmaktadır. Yani medyanın kontrolü ile genel refah üzerinde oluşan bir “anlatı etkisi” söz konusudur. Zamanın başbakanı Bülent Ecevit’e atılan bir yazar kasanın halkın ekonomiye dair genel algısını nasıl etkilediğini düşündüğümüzde bunu daha net anlayabiliyoruz. Bugün bu olayı kat be kat aşan durumlar söz konusu olmasına rağmen, sosyal etkileri bilgi kontrolü ve aksi anlatı mekanizmaları ile sınırlı kalmaktadır. Bu konu, yani “anlatı etkisi” araştırılması gereken bir konudur.
v) Gelir dağılımı artık kimsenin görmezden gelemeyeceği kadar ciddi bir problemdir.
İFP bence aslında hali hazırda çalışan yığınlardan alıp belli gruplara akan mekanizmayı daha net halde görünür kılmıştır. Tek fark, iktidarın kendi iktidarını korumak için bunu alenen yapıyor olmasından kaynaklanıyor: KKM, düşük politika faiz oranı, enflasyona endeksli tahviller, sürekli kazanan bankalar ve kayrılan büyük şirketler. Dahası zaten yeterince düşük olan emeğin payının son dönemde daha da sert şekilde düşmesi bunun her zaman önemli bir konu olduğunu gösteriyor. İFP, gelir dağılımını derinleştirerek konun çözümüne de imkân sağlamaktadır. Tarihsel olarak, temel sorunların önemli bir kısmı krizler sonrası çözülmüştür. Bu konuyu daha önce çok tartıştığım için şimdilik sadece bunları ifade etmekle yetineyim.
Sonuç olarak, İFP aslında bize iktisadın önemli değişkenlerinin nasıl gerçekte politik değişkenler olduğunu gösterdi. İFP’nin irrasyonalite düzeyi siyasetin ekonomideki rolüne, pandeminin yapısal eşitsizliklere projektör tutması gibidir, siyasetin rolünü daha görünür kılmıştır. İktisadın birçok alanı siyasetin tercihleri ile tanımlanmaktadır. Yani en basitinden IFP tüm iktisadi tercihleri etkileyebileceğini gösterdi. Kendi analizlerimizde veya kurduğumuz modellerde ancak mali ve parasal alanla sınırlandırdığımız devlet, iktisadi alanın her yerindedir; bu kaynak aktarımında, kalkınma tercihlerinde, finansman tercihlerinde, sosyal/kamusal mal üretiminde, merkez bankası politikalarının her alanında görülmektedir. Bu potansiyel iyi kullanılabilir. İFP, aynı zamanda siyasetçilere de ekonomi rasyonalitesinin yabana atılmaması gerektiğini gösterdi. Büyüme veya kalkınmanın ciddi anlamda hesap-kitap, perspektif içermesi gerektiğini, ham kalkınmacı kaygıların bu kadar gerçek ve rasyonel dışı yapılarla mümkün olamayacağını göstermesi açısından önemlidir.
* Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü